Giriş
Bir kavram olarak anayasanın sınırlarını çizmenin güçlüğü bir yana, onu bir nesne olarak ele almak başlı başına zor. Bu yüzden çok defa metaforlara başvurulur. Temeli, kolonları, kirişleri olan bir mimari yapı, örneğin. Dayanıklılığı; sarsıntılara, darbelere ne kadar mukavemet edebileceği önemli. Gömlek, Türkiye’de yaygın olarak kullanılmış başka bir metafor. Ülkeye dar gelen, bol gelen… Anayasa bir kapalı cisim olarak düşünülebilir mi? Bir kere delmekle bir şey olur mu? Ya da bir makine. Hangi parçalar nasıl konumlanırsa doğru hareket sağlanır? Hareket söz konusuysa, aynı zamanda bir program mıdır anayasa? Ne yöne gidileceğini, siyasal topluluğun nasıl hareket edeceğini gösteren bir program… Bir beyaz sayfa, yeni bir başlangıç… Türkiye anayasacılığının belki de her dönemine ilişkin bir anayasa yapma tutkusu da vardır ayrıca, bir duygu, Tunaya’nın sözleriyle bir “anayasa romantizmi” (2009a: 17).
Anayasa tarihçilerinin de içinden çıkmakta zorlandığı bir kavramla karşı karşıyayız. Siyaset felsefesinin Batılı kökenlerinde, Platon’un kitabından mülhem Politeia’dan Cicero’nun Roma Cumhuriyeti’nin anayasası olarak kullandığı constitutio kavramına giden bir serüveni var. (Maddox, 1989). Serüven Roma’da bitmiyor. Mutlak monarşinin, iktisadi olarak yükselen sınıf olan burjuvazinin mücadeleleriyle sınırlanması ve yurttaş haklarının kayıt altına alınması, modern anayasa tarihinin başlangıcı sayılabilir. Yaygın olarak bilinen anlamıyla “anayasa,” iki büyük devrim ile ortaya çıkıyor: Fransız ve Amerikan devrimleri. Devrimlerin özneleri, “Biz, halk…” diye başlayan bildirgeler üretiyorlar. Nitekim “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi,” anayasa tanımını, erklerin ayrılması ve hakların güvence altına alınmasıyla çerçeveliyor. Bir akit olarak düşünülüyor anayasa. On yedinci ve on sekizinci yüzyıl siyaset felsefesine hâkim olmuş toplum sözleşmesi kavramını mutlaka eklemeliyiz. Modern anayasaların anlaşılması bakımından “sözleşme” metaforunun önemi büyük.
Bir kavrayış geliştirebilmek için andığımız metaforlardan, sıkıca elimizde tutabildiğimiz belgelere böylece geçebiliriz. Mutlak iktidarı sınırlandıran veya haklara ilişkin güvenceler içeren belgelere “anayasal belgeler” diyoruz. Bunlar sınıf mücadelelerinin bir aşamasında karşılıklı haklara ilişkin tutulan kayıtlar. Anayasal belgeler içinde en bilineni, 1215 yılında İngiltere Kralı ile soylular arasındaki çatışmadan doğan Magna Carta Libertatum: Büyük Özgürlük Fermanı. Uyrukların haklarının tanınması ve güvence altına alınmasını sağlayan bu belge, ilk anayasal belge nitelemesini hak ediyor. Parlamento, bu belgenin ardından tarihsel gelişim içinde ortaya çıkıyor. Parlamento ile Kral’ın çekişmesi anayasal monarşiye doğru ilerleyen süreci yaratıyor. Sürecin dinamiğini vergi konusunda parlamentonun yetkisi karşısında Kral’ın vergi gelirlerine ihtiyacı oluşturuyor. Modern anayasal düzenlerde parlamentonun bütçe konusundaki gücü,, tarihsel olarak, buradan kaynaklanıyor (Soysal, 1969: 26-27). Cem Eroğul’un deyimiyle dünyanın en çok taklit edilen anayasal geleneğini ortaya çıkaran İngiliz anayasal deneyimi içinde birçok başka anayasal belge var. Parlamento’nun üstünlüğünü ortaya koyan Bill of Rights’ı ve yargının ayrı bir erk olarak gücünü gösteren Habeas Corpus’u bunların arasında saymak gerekir. İngiltere, aynı zamanda Kral’ın, parlamento üyelerini tutuklamasıyla başlayıp Kral’ın idamıyla ve cumhuriyetle sonuçlanan sürecin ardından çok kısa süre yürürlükte olsa da ilk yazılı anayasanın 1654’te kabul edildiği ülke: Instrument of Government (Hükümet Aracı) (Eroğul, 2016: 36-51).
Modern yazılı anayasalar dönemini başlatan ise Amerikan ve Fransız devrimleri oldu. Amerika’da kurulmuş on üç İngiliz kolonisinin İngiltere’nin sömürgeci uygulamalarına karşı ayaklanmasıyla başlayan süreç, bir devlet tipini (federalizm), bir hükümet sistemini (kontrol ve dengeye [check and balances] dayanan başkanlık modeli) ve bir insan hakları bildirgesini içeren anayasa ile sonuçlandı. Hâlâ yürürlükte olan dünyanın en eski yazılı anayasası, 1787 Birleşik Devletler Anayasası (Sevinç, 2012: 16-19). Fransız Devrimi, kilise ve sarayda toplanmış aristokratların ayrıcalıklarına dayanan mutlak monarşiyi (Ancien régime) yıktı. Devrim, yüz yıldır toplanmayan Tabakalar Meclisi’nin (Etats Généraux) vergi ihtiyacından dolayı toplanmasıyla zemin buldu. İmtiyazsız üçüncü sınıfın, (Thiers État) ayrıcalıklı soylu ve yüksek rahiplere karşı, tüm ulusu temsil ettiği iddiasıyla başladı ve ayrıcalıkların kaldırıldığı yeni bir düzene doğru ilerledi. Yeni bir başlangıç adını belki de en çok hak eden süreçte, bugüne kadar yazılmış en etkili anayasal belge sayılabilecek “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” kabul edildi. Anayasal monarşiyi tanıyan 1791 Anayasası, Kral’ın idamı, kent yoksullarını arkasına alan radikal burjuvazinin hâkim olduğu konvansiyonun kabul ettiği 1793 Anayasası, terör ve restorasyon deneyimlendi (Ağaoğulları, 2006: 173-339), Fakat Fransa da, bir süre sonra Avrupa da ancien régime’e bir daha dönmedi. İki büyük devrimin ardından yazılı anayasalar ve anayasaların kaydetmek zorunda kaldığı hak mücadeleleri 19. yüzyılın gündemini belirledi.
Anayasa hareketleri olarak adlandırılan bu mücadelelerin amacı, kişisel, siyasal ve sosyal ekonomik hakların kazanılması, güvence altına alınmasıydı. 19. yüzyılda genel oy hareketi, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi sonucunda gelişen sosyal ve ekonomik haklar hareketi, kadınların eşitlik mücadelesi, 20. yüzyılda sivil haklar mücadelesi, kısacası uluslar içinde ulusun üyesi sayılmayanların mücadeleleri ortaya çıktı. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin iki öznesi, insan ve yurttaşın özdeşleşememesi, ulusun içinde hep bir artık nüfusun bırakılması ve bu nüfusun eşitlik ve özgürlük mücadelesi, anayasa hareketlerini yarattı. Türkiye’de halk egemenliğine dayanan anayasa yapıcı meclis müzakerelerinde göze çarpan şu ifadeler belki de bu nüfusun en iyi ifadeleri: “Ermeniler de meclise girebilecek mi?”, “‘Her Türk’ ifadesi, kadınları da kapsar mı?”, “Peki ya Kürtler de Türk müdür?” gibi sorular, özellikle devlet-kurucu nitelikteki I. Meclis’in, anayasa yapımı gündemi bakımından çok önemli (Demirkent, 2017).
Türkiye’nin, anayasa olarak adlandırdığımız belge ile tanışmasının, yüz elli yıla yaklaşan bir tarihi var. 1876 yılında monarşinin biçimsel olarak kendi fermanıyla da olsa Kanunu Esasi’yi ilan ederek bir kayıt oluşturması çok önemli bir moment. Batılı olmayan toplumlar içinde Rusya ve İran’ı önceleyen ilk yazılı anayasa deneyimi. Her birinin güvencesi olan padişahın, uyruklarının da haklarının olduğunu kabul etmesi ve sınırlı bir oyla da olsa ve yasa yapma yetkisi olmasa da, bir kanadı seçimle oluşacak bir meclisi öngörmesi bakımından bu metin, anayasal tarihimizin başlangıcı. Fakat anayasal belgeleri dikkate alarak anayasa tarihimizi buradan başlatmıyoruz. İki yüzyılı aşkın bir tarihi olan, bazı yazarlarca Magna Carta Libertatum’a benzetilecek kadar büyütülmüş, bazılarınca da çok önemsenmemiş bir belge olan Sened-i İttifak başlangıçlardan biri (Tanör, 2009: 41-63). Fakat Osmanlı uyruklarının hakları bakımından kesin bir şekilde anayasal belge olarak kabul edebileceğimiz ilk metin, Gülhane Hattı Humâyunu (Tanzimat Fermanı). 1839 yılında Gülhane Parkı’nda Sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafından ilan edilen ve Osmanlı İmparatorluğu’nda uzun bir dönemin başlangıcı sayılan bu metin, uyrukların can ve mal güvenliğini güvence altına alıyor ve müsadere yasağını, askere alma, vergi gibi konularda eşitliği getiriyor. Müslümanların hâkim unsur olduğu “Millet Sistemi”ni1 ortadan kaldırıyor (Abadan, 1940). Sanayi çağında ilerlemiş ve anayasal düzeni kurmuş Batı karşısında üstünlüğünü kaybetmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtuluşuna ilişkin bir çare arayışında tasarlanan Tanzimat, bugün anayasacılık tartışmaları bakımından hâlâ gündemimizde. “Batı’ya benzeyerek kurtulabilir miyiz?” veya “Devletin kurtuluşu, meşveret/meşrutiyet midir?” sorularının sorulduğu, belki de anayasa romantizminin köklerinin yer aldığı dönem olarak kavrayabiliriz bu süreci.
Ardından 1856’da gayrimüslim uyrukların güvencelerini, bu defa özel olarak kayda geçiren bir ferman geliyor: Islahat Fermanı. Bununla birlikte, anayasal gelişme bakımından önemli olsa da, anayasa tarihimiz içinde pek de anılmayan belgeler var. Bunlar, neredeyse birer anayasa niteliğinde olan “Gayrimüslim Millet Nizamnameleri” (Bebiroğlu, 2008). Özellikle Ermeni Milleti Nizamnamesi, laik bir meclisin oluşumunu düzenlemesi ve bu meclisin ihtiva ettiği haklar bakımından bir ön-anayasa niteliği taşıyor (Artinian, 2004). Çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu içinde gayrimüslim halkların özerk statüde kurduğu yönetimler de, 19. yüzyılda anayasalı rejimlere doğru İstanbul’dan hızlı biçimde ilerliyor. Elbette bu durum merkezdeki fikirleri, fikirler etrafında birleşen bürokrasi kliklerini etkiliyor. Merkezde, özellikle devletin varlığını, bugünün moda deyişiyle bekasını, meşveretin sağlanmasına ve “hükümeti meşruta”nın2kurulmasına bağlayanlar, 1876’da istediklerini yapacak güce erişiyorlar ve anayasa serüvenimiz böylece kesin olarak başlıyor.
Turgut Özakman’ın 1980/81’de Ankara Sanat Kurumu, 1982/83’te İsmet Küntay Ödülü alan Resimli Osmanlı Tarihi oyunu, anayasa serüvenimiz üzerine. 26 Mayıs 1960 gecesi kucağında Resimli Osmanlı Tarihi kitabı ile sızan ve 26 Mayıs 1876’ya giderek zamanda yolculuk yapan bir memurun; tarihi, tarihi yapanlara anlatarak devleti kurtarma çabasının dönüştüğü trajediyi anayasa kavramı üzerinden işliyor eser. Oyunun anlatıcısı ise 1980 sonrasını da görmüş. Arada bir anlatıcının televizyondan çıkma katkılarıyla süslenen üç zamanlı bir oyun. Anayasa serüvenimizi tartışmaya, oyundan bir sahneyi aktararak başlamak istiyorum: Kahramanımız, trajedisinin bir noktasında Mithat Paşa tarafından Taif’e sürgün ediliyor. Abdülhamid’in Mithat Paşa’yı sürgün etmesinden sonra kahramanımızla birlikte sürgünde olan hürriyetçi figür, “Osmanlılar için hürriyet ve kanunu esasi dönemi bitti, artık geride hatıra olarak bir Kanunu Esasi Kıraathanesi kaldı,” diyor. Geleceği 26 Mayıs 1960’a kadar bilen kahramanımızın verdiği yanıt hürriyetçileri şaşırtıyor tabii: “Yanılıyorsunuz beyler! Tam tersine Kanunu Esasiler devri başladı. 1960’a kadar dört anayasa daha göreceğiz.” Aynı anda Taif’te bulunan ve 1980 sonrasını da görmüş oyunun anlatıcısının katkısı ise serüvenin içeriğine dair: “İki anayasa da benden ağabey! Sürüsüne bereket, seç seç al! Her derde deva! Her eve lazım. Anayasası olanın derdi bitmez. Her anayasa kendi bacağından asılır. Şu halde neşemizi bulalım ağabeyler, tarihe belge bırakalım.” Hep birlikte sürgünde bir fotoğraf veriyorlar: “Taif günlerinden bir anı” (Özakman, 1999).
Sürgün Anayasa ve Hürriyet: Kanunu Esasi
“Fizan nerede?” sorusunu, hayatımızın bir döneminde sormuşuzdur. Günümüzde hâlâ kullanılan bir ifade, “Fizan’a sürülmek mi istiyorsun?” Fizan, Osmanlı İmparatorluğu’nun kullandığı en zorlu sürgün mekânı; yaşanması, kaçılması güç. Başka bölgelere sürgün edilenler için yaşadıklarından daha büyük ızdırapların var olduğu gerçeğinin temsili. 1876 Anayasası’nın en önemli mimarlarından Mithat Paşa ve Kanunu Esasi’yi kabul edeceği sözünü vererek tahta çıkan II. Abdülhamid arasındaki en önemli uzlaşmazlık da, sürgün hususunda çıkıyor. Anayasa ilanını, Balkanlar’daki durumu görüşmek için toplanan Tersane Konferansı’na denk getirmek, Kanunu Esasi ile Osmanlı uyruklarının eşit hakları bağlamında “gayrimüslim anasır”ın sorunlarının artık Osmanlı’nın iç sorunu olduğunu göstermek isteyen Mithat Paşa’nın acelesi var (Tanör, 2009: 128-129). Sürgün maddesini, padişahın istediği gibi kabul ediyor: “Hükümetin emniyetini ihlal ettikleri idarei zabıtanın tahkikatı mevsukatı üzerine sabit olanları Memalik-i mahrusa-i şahaneden ihraç ve teb’id etmek münhasıran zat-ı hazret-i Padişahi’nin yed-i iktidarındadır.”3 Kanunu Esasi, bir anayasal monarşinin bütün niteliklerini taşıyan dönem anayasalarının gerisindeyse de, uyrukların hakları ve seçim usulüyle oluşmuş bir meclisi barındırması gibi nedenlerle yalnızca bir padişah fermanı olarak görülmez. Nitekim, bütün yetkisizliğine rağmen meclisin seçilmiş kanadını oluşturan Meclisi Mebusan’ın yürüttüğü görüşmelerden rahatsız olan padişah, Meclisi Mebusan’ı Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek tatil etmiş ve otuz yıl toplantıya çağırmadığı bir istibdat dönemini açmıştır. Anayasa gibi anayasanın mimarı olan Mithat Paşa da, yurt dışına sürgüne gönderilmiştir. Mithat Paşa, Avrupa’da sürgündeyken yazdığı ve Türkiye’nin Geçmişi ve Geleceği başlığını verdiği risalesini şöyle sonlandırmıştı:
Türkiye’de ıslahatı cedide tatbik etmek ecnası muhtelifeyi yekdiğerine meczetmek ve bu imtizacdan da hangi cins ve mezhepe mensub olursa olsun ahalinin terakkiyatı tedriciyesi istihsal etmek istenilirse Türkiye meşrutiyetle idare olunmalıdır. Felaketlerimize yegâne çare, dahili ve harici düşmanlarımıza nafi bir suretde mübaareze içün istimal edeceğimiz yegâne vasıta budur (Çelik, 2008).
İstibdat, 30 yıl sürdü. Sürgünler çoğaldı. Sürgünde meşvereti, meşrutiyeti, nadiren de olsa cumhuriyeti savunan fikirler dergiler aracığıyla yayıldı. İmparatorluğun kurtuluşu, halkın üzerindeki zulmün kalkması, bütün unsurların eşit bir biçimde gelişmesinin yolu, istibdada karşı hürriyetti. Avrupa’daki sürgünlerin ve işgal tehdidi altında olan Makedonya’daki İttihatçı gizli komite üyelerinin, vergi yükü altındaki köylülerin ve eşitlik isteyen anasırın talebi hürriyetin gelmesi idi (Kansu, 1995). Hürriyet ile kastedilen, Kanunu Esasi’nin ilanıydı. Hareket sonuç verdi. 1908’de Abdülhamid’in Kanunu Esasi’yi yeniden yürürlüğe koymak zorunda kalması, Türkiye’de 1876’ya göre çok daha keskin bir anayasa hareketini getirdi. 1909 değişiklikleri ile Türkiye’de parlamenter monarşi kuruldu. Darbelerle kesintilere uğrasa ve 2017 değişiklikleri sonrası harap edilmiş olsa da, Türkiye anayasa geleneğini oluşturan parlamenter sisteme bu değişiklikler ile geçildi. Hürriyet, kalıcı olmasa ve imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde yaşanan büyük felaketleri engellemese de işçi sınıfı hareketinden kadın hareketine, yaygın bir örgütlenme ve siyasi katılım mücadelesinin kapısını araladı. Halk ve halk egemenliği kavramları, kamu hukukuna girmese de, II. Meşrutiyet’in kapısından geçmişti (Okandan, 1962).
Kanunu Esasi, dünyada çok uluslu imparatorlukların devrinin kapandığı ve ulusların yükseldiği bir çağda, Mithat Paşa’nın beklentisini karşılayamazdı. Nitekim öyle de oldu: Kanunu Esasi, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını engelleyemedi. 1908 Devrimi arifesinde gerilla faaliyeti yürüten, hürriyetin sembolü haline gelmiş ve “gazal-ı hürriyet” namı kazanmış, evcilleştirdiği geyiğiyle dağdan indiği devrim günü, hitabına, “Hıristiyan yurttaşlar,” diye başlayan Resneli Niyazi Bey’in öngördüğü mutluluk, Abdülhamid despotizminden kurtulmakla gelmedi. Hürriyet, “gazal-ı hürriyet”in seyirlik olsun diye kapatıldığı bodrumdaki seyirlik niteliğinden, “kurtarıcılarca” kurtarılmadı.4 Fakat, anayasa arzusunun Türkiye siyasetinde “kurtuluş” ve “hürriyet”le denk görülmesi kökleşti. Siyasal sorunların çözümünün anayasa metnine bağlanması ya da siyasal sorunların kaynağının anayasada görülmesi eğiliminin kökleri, belki de bu deneyimde aranmalı.
Cumhuriyetin Anayasaları: İstisna Kaidenin Neresinde?
Sürgün ile devam edelim. Dersim sürgünü şair Cemal Süreya, “Üç anayasa / ortasında büyüdün: / Biri akasya / Biri gül / Biri zakkum” şiirini söylemişti Kısa Türkiye Tarihi”nin ikinci cildinde. Her üçü hükmü altında da “Kürtler yalan söylemek zorunda” idi. “Arnavutlar doğru” (Süreya, 2004). Hürriyet kahramanı Resneli Niyazi’nin Arnavut olduğunu söylemek hep bir gurur vesilesiyken; Kürtlerin doğru söylemesinin hep bedeli oldu. Süreya’nın yetişemediği, şiirine girmeyen bir anayasamız daha var. Cumhuriyetin içine doğduğu I. Meclis’in, 20 Ocak 1921 tarihinde kabul ettiği Teşkilatı Esasiye Kanunu.
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla yeni bir rejimin müjdelenmesi eş zamanlıdır. Kanunu Esasi gereği, seçim yoluyla göreve gelmiş Meclisi Mebusan’da çizilmiş yeni sınırlar, bu sınırlar içinde yaşayan ve 1915 sonrası çok büyük bir dönüşüm geçirmiş yeni bir nüfus ve bu nüfusun Türkiye’de ilk defa egemenlik yetkisini, temsilcileri aracılığıyla kullanacağı iddiasına sahip yeni bir egemenlik anlayışı ile karşılaşıyoruz. 24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal’in Meclis’e verdiği ve neredeyse geçici anayasa niteliği taşıyan önergeyle birlikte bu açıklığa kavuşuyor (TBMM ZC, 1920).5 Meclis, bir yandan Kurtuluş Savaşı’nı yürütüyor, bir yandan da kendini inşa ediyor. Onu önceleyen ve Tunaya’nın bir interregnum, iktidar boşluğu olarak tanımladığı dönemde toplanmış kongre yönetimleri var (Tunaya, 2009b: 7; Tanör, 2009). Kuzey komşusunda Bolşevikler, Çar sultasını yıkmış ve yepyeni bir dünyaya açılan Sovyet İnkılabı Kebir’ini yaratmışlar. “İnkılabı Kebir” sözü, bugünden düşünüldüğünde anlaşılması çok kolay olmasa da, Kazım Karabekir Paşa tarafından Meclis’e hitabında kullanılıyor. Anadolu’da Bolşevikleri tanıtmak üzere kitapçılıklar yayımlanıyor, şura yönetimlerini öneren programlar dolaşıyor (Demirkent, 2017).
İlk cumhurî anayasa metninin kabulü, bu ortamda gerçekleşiyor. Anayasayı yapan ve fevkalade yetkilerle toplanmış; ama, temsilcilerin dilinden kendini meclisi müessisan (kurucu meclis) olarak tanımlamaktan da alıkoymamış Meclis’in anayasayı yaparken temel gündemi, hâlâ çok önemli: Meclise kimler girebilir? Say’in (emek) temsilcileri mi? Memurlar da girebilecek mi? Sadece meslekler temsil edilirse, gayrimüslim nüfusun ağırlığı olması gibi “tehlikeler” doğar mı? Halk kendi kendini yönetebilecek mi? Peki ya nisvan (kadınlar)? 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir,” demekle yetinmemişti; idare usulünü halkın kendi kaderini doğrudan belirlemesine dayandırmıştı. Hakları düzenlememişti. Ama ülkenin idari yapısına, nüfusa ve egemenliğe ilişkin açıklığı da kapatmamıştı. İdarenin geniş özerklikleri, halkın doğrudan yönetiminin parçasıydı. Fakat anayasanın kabulünün ardından, halkın kapsamının sınırları, hızlı biçimde çizildi. 1922’de seçim kanunu tartışılırken milletvekillerinin adına seçilecekleri nüfus, 50 bin erkekten 20 bin erkeğe düşürülünce “Kadınlara seçme seçilme hakkı vermiyorsunuz, onları saymıyorsunuz da” diyerek protesto etmişti durumu Tunalı Hilmi Bey (Sevinç & Demirkent, 2017). Gerekçede yer alan “Türkler ve Kürtler” ifadesi, seçim kanunu tartışmalarında Türkler ve Müslümanlar olarak değiştirilmişti. Vilayetlerin yönetiminde özerklik uygulanamadı. 29 Ekim 1923’te rejimin 1920’den beri zaten bir cumhuriyet olduğunu ilan eden 6 maddelik anayasa tadilatında resmi dilin Türkçe olduğu ve dinin İslam olduğu düzenlemeleri anayasaya girdi.
Kuruluşun istisnai anayasası Teşkilatı Esasiye Kanunu, yalnız değildi. Mustafa Kemal’in 1923 gibi geç bir tarihte hazırlanmış anayasa önerisinin idari özerklikleri içermesinden bunu anlıyoruz (Atatürk, 1998). I. Meclis, Nisabı Müzakere Kanunu’nda toplanma süresinin sınırını “kurtuluşun sağlanması” olarak belirlemişti. Kurtuluşun sağlandığına karar verilmesi sonucunda gidilen seçimle II. Meclis oluştu. Birincisinin içerdiği çoğulculuğu yitirmişti. Anayasa Komisyonu’nun hazırladığı önerinin II. Meclise gelmesiyle başlayan müzakereler sonucunda kabul edilen 1924 Anayasası ile 1921’de var olan açıklığın, imkânın kapatılması süreci başladı. Egemenlik ilkesi, “halkın kaderini tayin etmesi” ifadesi çıkarılarak bugünkü halinde formüle edildi. Ülkenin idaresinde özerklik kaldırıldı. Nüfusun vatandaşa çevrilmesi, “Türk”ün kim olduğuna indirgendi. Vatandaşlık bağı ile Türk olmak, Türk ve vatandaş arasındaki ayrılığa dayandı. 1920’lerin sonunda başlayıp 30’lu yıllar boyunca devam eden “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarının işaret ettiği vatandaş, siyasal topluluktan sürgün edilmişti.
Sürgün şairin içine doğduğu ilk anayasadır 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu. Liberal bir anayasadır, meclis egemenliği esas olsa da parlamenter sistem özelliklerini taşır. Çok partili bir düzen için yapıldığı söylenir. Fakat 1925’te çıkan üç maddelik Takriri Sükûn Kanunu, anayasanın kapattığı alanları daha da sıkıştırır. Kanun, gerçek anayasa gibi işler, tek parti dönemi böylece inşa edilir. Cumhuriyet anayasalarının uğradığı kesintiler, süreklilerinden çok daha etkili ve uzundur. İstisnai olanın olağanüstü haller mi yoksa olağan haller mi olduğunu kestirmek, anayasa tarihçisi için kolay değildir.
Tek partili dönemde, 1928’de laikliğe ilişkin güçlü adımlar, 1930’larda kadınların seçme ve seçilme haklarının tanınmasıyla halkın genişlemesi gerçekleşir. 1936’da tek partinin ilkeleri anayasaya girer. Fakat on yıl sonra, çok partili diyebileceğimiz ilk seçimler, baskın ve sopalı da olsa, yapılır. 1950 yılında 1924 Anayasası, hiçbir değişikliğe uğramadığı halde çok partili bir hayatın ana kurallarını belirlemeye devam eder. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, 1945’te öz Türkçeleştirilmiş anayasa metninin dilini tekrar değiştirmek dışında, metne ilişkin pek bir şey yapmadı; fakat, çoğunlukçu bir anlayışla kurulmuş anayasa mimarisi ve milli iradeyi meclis çoğunluğu ile eşitleyen siyasal kültür, siyasal çatışmanın siyasal araçlarla çözülebileceği mekanizmaları yaratamadı. İlk çok parti deneyiminin anayasacılığımıza kazandırdığı kavram çok olumlu değil: Celal Bayar’ın ters yüz ettiği cümleyle ifade edilen “Kayıtsız şartsız millet egemenliği.” Türkçesi, parlamento çoğunluğunun milletin tek sesi olarak ve hiçbir kayıt altında olmadan istediği her şeyi yapabilmesi (Tanör, 2012: 25). 1950’lerin sonunda yoğunlaşan ve muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi’ni kapatmak için Tahkikat Komisyonu’nun kurulmasına kadar varan olaylarda, hürriyet ve anayasa arayışları birleşti. CHP’nin İlk Hedefler Beyannamesi, çoğulcu bir anayasa arayışını açıkça dile getiriyordu. Menderes’e hesap sormak için sokaklara çıkan üniversite öğrencileri, belki de Türkiye’nin en yaratıcı eylemlerinden birini gerçekleştirdi: “555 K.” 5 Mayıs, saat 5, Kızılay. Şiirini yine sürgün şairimiz yazdı. Bu dönemin şiirleri ve şarkıları da vardır: Tahkikat Komisyonu’nun kurulmasına karşı eylemde öldürülen İstanbul Üniversitesi öğrencisi Turan Emeksiz için Nazım Hikmet, Cahit Külebi ve Enver Gökçe şiirler yazmış; Gökçe’nin Katlime Ferman’ı, Ahmet Kaya’nın sesinden söylenmiştir: “Bir yürüyüş eylediler sabahtan / Ilgıt ılgıt kan gidiyor loy loy.” 27 Mayıs 1960’ta emir komuta zincirinin dışında yapılan askeri darbe, Mümtaz Soysal’ın “suçsuz anayasa” adıyla andığı 1924 Anayasası dönemini bitirdi (Soysal, 1960).
İki Darbe İki Anayasa
Senaryosu Vedat Türkali’ye ait, Ertem Göreç’in yönetmenliğini yaptığı 1964 yapımı Karanlıkta Uyananlar, Türkiye’deki ilk politik işçi filmi olarak kabul edilir. Grev hakkını kullanarak mücadeleyi kazanan işçiler, sadece ücrete ilişkin haklarını değil; emperyalist sermayeye karşı milli sanayiciyi de kurtarmışlardır. 1961 Anayasası ile oluşan anayasa hareketinin altındaki fikirler, daha iyi nasıl izlenir bilmiyorum. Selefinin milli iradeci çoğunlukçuluğuna karşı denge mekanizmaları yaratan, özerk devlet kurumları yaratarak anayasal güvenceye bağlayan, temel hak ve özgürlükler için geniş bir katalog ve güvence sağlayan bir anayasa 1961 Anayasası. Başlangıcı olan, ruhunu dibacesinde ifade etme gereği duymuş ilk cumhuriyet anayasasıdır. Dibace, darbeyi meşrulaştırma amacını ihtiva etse de yurttaşların direnme hakkına atıf yapmıştır. Bülent Tanör’ün ifadesiyle sosyalleştirici, siyasallaştırıcı ve hukuksallaştırıcı bir program işlevi de görüyor (Tanör, 2012: 71-74). 1961 Anayasası’nın adı, Kanunu Esasi ya da Teşkilatı Esasiye değil; anayasa. Kurucu Mecliste, cumhuriyetin anayasal kurumlarının ve parlamenter sistemin oluşumunu bu denli değiştiren bir anayasanın kurduğu düzeni “ikinci cumhuriyet” anayasası olarak adlandırmak isteyenler var. Kabul görmüyor. İkinci cumhuriyetçiler nitelemesi, sonrasında bambaşka bir gündemle, özellikle cumhuriyetin kuruluşuna ilişkin eleştirel fikirlere sahip olanları toptanlaştırmak için kullanılıyor.
1961 Anayasası’nın sağladığı güvenceler, Türkiye’nin dönüşümünde yeni bir siyasal sahneyi oluşturma işlevi de görüyor. Anayasa, toplumsal çatışmaların demokratik sürdürülebilirliği için zemin sağlıyor.6 Fakat ancak 10 yıl dayanabiliyor. Türkiye sağının en çok eleştirdiği bu anayasa, “bol gelen gömlek” olarak da adlandırılıyor, “toplumsal gelişmenin ekonomik gelişmeyi aşması”nın nedeni olarak da görülüyor. Anayasa, 1970’li yılların kavgasının arasında kalıyor ve güçlü olan tarafın darbeleriyle bükülüyor. Demirel, Erbakan, işveren sendikaları, anayasanın Türkiye’ye engel olduğunu söylüyorlar. 1971 yılının darbesiyle, anayasa teknokrat hükümetçe tadil ediliyor, yürütme güçlendiriliyor. Ardından gelen yıllarda karanlıkta uyananlar ve uyandırdıkları ayrılıyorlar; sınıf çatışması 70’li yıllarda bir sınıra dayanıyor. Dönem edebiyatı olarak adlandırılmayı hak eden ‘71 Romanı, Ömer Türkeş’in (2000) deyimiyle bir ağıt olarak ortaya çıkıyor. ‘71 darbesi, halkın kapsamının sınırlarını, kimlerin politik alana dahil olabileceğini on yıl öncesine göre çok daha dar biçimde çiziyor. Mümtaz Soysal’ın daha sonradan Türkiye’nin en önemli rock gruplarından birine ilham kaynağı olacak, “Bulutsuzluk Özlemi” ifadesi ‘71 koşullarının en özlü ve özgün ifadesi olsa gerek.
1970’lerden itibaren dünyaya hâkim olan yeni kapitalist birikim rejimi, işçi sınıfının kazanımlarını geri almak üzerine kuruluyor. 1980’de, 1971’de başlatılan süreç tamamlanıyor. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin’in işçi sınıfına hitaben “20 yıldır biz ağladık onlar güldü, şimdi gülme sırası bizde,” demesine vesile olan darbe, bu yeni koşulları, baskı altında dayatmanın aracı oluyor. Cunta, öncekiler gibi kısa sürede yönetimden gitmek de istemiyor. Sıkıyönetim, ülkenin her yerinde uzun süre kalıcı oluyor. Diyarbakır’da, Mardin’de, Van’da, Siirt’te 1987 yılına kadar sürüyor (Üskül, 2018: 6-6). Sınıfsal tutumu, bizzat sermaye temsilcilerinin ağzından söze dökülmüş, anayasayı yapanların cezaevlerinde, karakollarda yaptıkları işkenceler, cinayetler, zorla kaybetmeler ile yurttaşa karşı tutumunu da gösteriyor. Sıkıyönetim ve işkence günlerinin utancı, sadece cunta ve cuntanın emriyle hareket eden memurlarda değil. Belki en hatırda kalanlardan biri, işkencenin olmadığını “dışarı”ya göstermek için cezaevine “haber”e gönderilen gazeteciler (Bora, 2015). 12 Eylül’ün ülkemizde yarattığı travmayı kırk yıl sonrasında atlatabilmiş değiliz. Belki biraz sinemanın çabası oldu. 80’lerdeki işkence filmleri, cezaevi filmlerinin yanı sıra dışarıdaki hayat ile hesaplaşma ve yenilgi temasını işleyen filmler: Yılmaz Güney’in Duvar’ı (1983), Zeki Ökten’in Ses’i (1986), Tunç Başaran’ın Uçurtmayı Vurmasınlar’ı (1989), Şerif Gören’in Sen Türkülerini Söyle’si (1986). 2000’lerin başında ise Sırrı Süreyya Önder’in senaryosunu yazdığı ve Murat Saraçoğlu’nun yönettiği O. Çocukları (2008) ile Önder’in hem yazıp hem Muharrem Gülmez ile yönettiği Beynelmilel (2006) filmlerinde gördüğümüz çalınan neşe, çalınan dil, çalınan hayatlar teması.
1982 Anayasası, 61’e tepki olarak güçlü yürütme, yürütmenin içinde güçlü cumhurbaşkanı; kutsal devletin karşısında atomize ve muhtaç yurttaşı inşa etmek üzerine kuruluyor. 1961 Anayasası gibi bu anayasayı da kurucu meclis yapıyor; ilki bir önceki iktidar partisini dışlayarak oluşuyor; ikincisi ise yurttaşın bütününe kapalı. Askerler tarafından atanıyor. Her iki anayasa da halkın oyuna sunuluyor. İlki yüzde 62’ye yakın bir oranla kabul ediliyor, ikincisi yüzde 92. 1982 Anayasası oylamasına gidilirken başka birçok yasağın yanında elbette anayasa taslağını eleştirmek de yasaklanmıştı. Bu ortamda cuntanın lideri Kenan Evren, il il dolaşıp ilk ağızdan anayasasını tanıttı.7
1982 Anayasası, anayasa serüvenimizin, Fransız İnsan ve Yurttaşları Bildirgesi’nde anayasalı devletin iki şartı bakımından gerilediği ilk anayasa. 1961’de olduğu gibi bir başlangıç içeriyor, noktası bir türlü konmayan uzun bir cümleden oluşan başlangıcın 1995 değişikliklerinden önceki ilk hali, anayasanın ruhunu başka hiçbir ek bilgiye ihtiyaç duyulmayacak denli açık ortaya koyuyor: Kutsal Türk Devleti karşısında ona muhtaç; ama, yine de tekinsiz yurttaşlar… Yurttaşların hakları, Tanör’ün (2012) deyişiyle katmerli bir sınırlama rejimine tabi. Hakların kullanımı bedel ödemeyi gerektiriyor. Siyasal partiler, ancak 12 Eylül cuntasının çizdiği sınırlarda hareket kabiliyetine sahip, bu sınırların politik olarak aşılmasını imkânsız kılacak önlem olarak da parlamentoya giriş için genel seçimlerde getirilmiş baraj var. Hak mücadelelerini yapacak, sınıflar arasındaki mücadelede güç dengesini sağlayacak kurumlar yok edilmiş, düşman ilan edilmiş. Yüz binlerce insan işkenceye, ölüme mahkûm edilmiş ya da sürgün anlamına gelen yurt dışına kaçışlara zorlanmış. Kendileri tarafından anayasaya koyulan cezasızlık kurallarının, darbeden kırk yıl sonra kaldırılmasına rağmen; gerçek anlamda yargılanmamış, unvanları geri alınmamış Milli Güvenlik Konseyi üyelerinden hiçbiri artık yaşamıyor. 12 Eylül darbesiyle, hem darbe döneminde işlenen işkence, zorla kaybetme, yargısız infaz gibi ağır insan hakları ihlalleri hem de Türkiye’de politikanın sınırlarını olabildiğince kapatan rejim bağlamında, hesaplaşılmış değil. Bu hesaplaşmayı yapmamış olmak demek, bir anlamda 12 Eylül tarafından halka çizilmiş sınırları, ona geçirilmiş boyunduruğu aşamamak demek.
1961’den 1982’ye geçişi iki sağ liderin söylemleriyle izlemek mümkün: Demirel, 1968 yılında Adalet Partisi Kongresi’nde protesto yürüyüşlerini “Yollar yürümekle aşınmaz,” ifadesiyle karşılamıştı. Yürüyüşlerin önemsiz olduğunu, zarar vermeyeceğini, etki doğurmayacağını, taleplerin dikkate alınmayacağını ima ediyordu. Fakat anayasal hakkı kriminalize etmemişti. 1982 Anayasası’nın dar geldiğine inanan Özal, “Televizyonda özel mülkiyet konusunda anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz,” demişti. Olmamıştı da. 2001 yılındaki ekonomik krizin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlatmasıyla görünür hale gelmesinin ardından, mevcut sağ partilerin baraja takılıp parlamento dışında kalmasıyla 2002 yılında iktidara gelen AKP’nin lideri ve bugün cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan Recep Tayyip Erdoğan, “Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımıyorum,” İçişleri Bakanı Efkan Ala ise “Anayasayı tanımıyorum,” diyebilecektir.
Serüvenin Neresindeyiz?
Mümtaz Soysal, Türkiye’nin gereğinden çok fazla anayasa hakkında konuştuğunu 1969 gibi çok erken bir tarihte veciz biçimde ifade etmişti (1969: 1). Sıradan yurttaşın gündeminde anayasanın bu kadar yer ettiği bir toplumun, olağan bir politik düzen içinde yaşadığını söyleyemeyiz. Aradan geçen elli yıldan fazla zamanda pek bir şey değişmedi. 12 Eylül darbecilerinin yaptığı anayasa daha on yılını doldurmadan, toplumsal hareketlerin bir nebze güçlenmesiyle halkın üzerine geçirilen boyunduruk, anayasal düzeyde sorgulanmaya başlandı. 1987’de anayasa ile getirilen siyasi yasaklar kaldırıldı. 1982 Anayasası’nın üçte ikisi 1987, 1995, 2001 ve 2004 yıllarındaki tadilatlarla değiştirildi. Ruhu değişmese de standart bir burjuva demokratik düzenin anayasası haline gelen anayasa metni ve somut siyasal düzen, 2007 yılından itibaren radikal bir dönemece girdi. Murat Sevinç ile “AKP Dönemi Anayasacılığı” olarak adlandırdığımız (Sevinç & Demirkent, 2021) bu dönemde, “gazal-i hürriyet”in seyirlik serüveninin kırılma noktalarını oluşturan üç girişim, 2007, 2010 ve 2017’de yaşandı. Tabii bu üçünün yanında kurucu bir ek var. 2016 yılında HDP Eş Genel Başkanı dahil, birçok milletvekilinin tutuklanmasına neden olan anayasa değişikliği.
2007 yılının devlet içi çatışması, anayasal bir krize dönüştü. Hayatımıza “367” sayısıyla yansıyan bu devlet krizi, eşi başörtülü olan biri (Abdullah Gül), cumhurbaşkanı olacak mı olmayacak mı tartışmasıyla topluma yansıdı. Türkiye’nin birçok kentinde yüksek katılımlı “cumhuriyet mitingleri” düzenlendi. Anayasa Mahkemesi’nin “367” kararı sonucunda Meclis, cumhurbaşkanını seçemedi. Böylece gidilen 2007 seçimleri, bir plebisite dönüştürüldü; ki AKP anayasacılığının ana karakterini bu plebisiter nitelik oluşturdu. AKP dönemi anayasacılığının ilk ve en başarılı hamlesi, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi teklifi oldu. Değişiklik teklifi, yüzde 67’nin üzerinde destekle kabul edildi. Böylece, Türkiye sağının en büyük arzularından biri gerçekleşmiş oldu. 1909’da başlayan parlamenter demokrasi serüveninde gedik açıldı.
AKP dönemi anayasacılığının ikinci zirvesi, siyasi hayatımıza “yetmez ama evet” tartışmasını sokan 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumu oldu. Değişiklik, 2007 sonrası devlet içi çatışmada yeni bir hamleydi. Sonradan darbe girişimi nedeniyle terör örgütü ilan edilecek olan Fethullahçıların yargı üzerinde hakimiyetini sağlamaya yaradı. Fethullah Gülen, bizzat ölülerin mezardan çıkıp evet oyu kullanmasını salık vermişti. Değişiklik, 12 Eylül ile hesaplaşmayı vaat ediyordu: Cuntacıların yargılanmasının önündeki anayasal engel olan geçici 15. madde kaldırılacak, cuntacılar yargılanacaktı. Ayrıca, “Anayasa Şikâyeti Kurumu” getirilerek temel hakların korunması güçlendirilecekti. Anayasa tartışmalarının en talihsiz ismi sanıyorum dünyaca tanınan siyaset bilimci ve anayasacı Andrew Arato oldu. Arato, değişikliği “soğanın cücüğü” metaforuyla tanımladı. Değişiklik süsler içeriyordu; fakat, asıl amaçlanan, yargıdaki değişimdi. “Yetmez ama evet”in evet’i işte bu süslereydi. Hükümet yanlısı yayınlar Arato’yu “Ergenekoncu” ilan etti. 2010 değişiklikleri sonrasında, Anayasa Mahkemesi’nin kısmi iptal kararının da kolaylaştırıcılığında yüksek yargı Fethullahçıların eline geçti. 12 Eylül cuntası ile hesaplaşılmadı (Kaynar, 2020), devlet içindeki çeteler ile ilgili sadece hükümeti ilgilendirenler bakımından ve usulsüz yürütülen yargılamalar yapıldı.
Anayasa tartışması elbette burada bitmedi. AKP anayasacılığında yeni anayasa miti ve yüksek anayasal siyaset hiç gündemden düşmedi. 2011 yılında Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurularak anayasa değişikliklerine ilişkin halk talepleri derlendi; fakat, masa devrildi. Türkiye’nin temel anayasal sorunu olan “Barış Süreci” masasının devrilmesi gibi. Masa devrildiğinde artık Türkiye’nin eski anayasası itibardan ve uygulamadan düşmüş, yeni anayasası da yapılmamıştı.
Cumhuriyetin yüz yıllık tarihinin son on beş yılını kaplayan AKP dönemi anayasacılığının tüm yurttaşlar açısından en kritik dönemeci ise 2015 Haziran seçimleriydi. 12 Eylül’ün anayasası ve Siyasal Partiler Kanunu ile çizilmiş sınırlar HDP’nin aştığı barajla yıkıldı. Ardından yeni düzenin ilk adımları atıldı. Türkiye, yeniden bir savaş ortamına girdi. Haziran 2016’da anayasa değişikliği yoluyla dokunulmazlıklar geçici olarak kaldırıldı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Anayasaya aykırı; ama, evet” diyerek anayasal/siyasal tarih yazımına yeni bir başlık kazandırdığı süreç, HDP eş genel başkanlarının, milletvekillerinin ve CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasıyla devam etti. 15 Temmuz 2016’da Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) temizlemek için “Allah’ın lütfu” olarak yorumlanan darbe girişimini yaşadı. Böylece Türkiye’de yaşayıp da darbe görmemiş bir kuşak kalmadı. Darbenin bastırılmasının ardından ilan edilen olağanüstü hal kapsamında çıkarılan olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri (KHK), Türkiye’nin yeni anayasası oldu. Ülkedeki hemen hemen herkesin Resmi Gazete’ye bakmadan bir gece geçirmediği başka bir dönem olmasa gerek. Bu yeni düzende, 12 Eylül faşizmi, varabileceği sınırlara vardı. AKP anayasacılığının son hamlesi de bu sınırların metnini yazmak oldu. OHAL koşullarında Türkiye’nin yeni rejimini belgeleyen 2017 anayasa değişiklikleri kabul edildi. Bu değişiklikler ile dünyada eşi benzeri görülmemiş ve literatürde adı olmayan bir somut düzenin içindeyiz. Bundan 250 yıl önce Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16. maddesinde çerçevelenen anayasa tanımının iki gereğine, kuvvetler ayrılığı ve temel hakların güvencesine sahip değiliz. 2017 yılında hükümet sistemi değişikliği adı altında rejimin değiştirilmesiyle anayasa serüvenimiz başladığımız yere, 1876 düzenine geri götürüldü.
Değerlendirme
Serüvenimizin sonunda başladığımız yere dönmek umut kırıcı, can acıtıcı. Neredeyse her gün anayasa değişikliği konuşarak cumhuriyetin ikinci yüz yılına giriyoruz. Yeni bir anayasa, yeni bir başlangıç demek. Eğer bu kadar çok anayasa konuşuyorsak, başlangıcı bir türlü birlikte düşünemediğimizi ve beceremediğimizi de itiraf etmiş oluyoruz. Belki de anayasa maddelerini konuşmaktan çok cumhuriyetin ilk asrının sonunda, siyasal birliğin içeriğini ve kapsamını konuşmaya, birlikte kuracağımız siyasal topluluğun yeni başlangıcını konuşmaya ihtiyacımız var. Bu ihtiyaç, siyasal birlikten dışlananlara yaşatılanlarla hâlâ hesaplaşılmamış, yüzleşilmemiş olunmasından kaynaklanıyor. Yeni bir başlangıcın kapısı, siyasal birliğin sınırlarının genişlediği ve herkese ait olan cumhuriyetin, herkesi kapsayan anayasasına doğru ilerlemesiyle açılabilir ancak.
Anayasa modern anlamıyla devrimci bir nitelik taşıyor. Sadece devrimlerin sonucunda yazıldıkları için değil; aynı zamanda, uğruna verilen mücadelelerin kurucu niteliği nedeniyle de. Tarık Zafer Tunaya’nın (1979) Fransa’da bir müze ziyaretinde gördüğü 1791 Anayasası’nın altında yazan “İnsan derisiyle kaplanmıştır,” ifadesi, bir nesne olarak anayasayı hem kavranabilir hem de kavranamaz kılan simgedir belki de. Bildirgeler, yurttaşların dokunulmaz haklarını belirler, devlet ile ilişkilerin bu haklar temelinde kurulmasını öngörür. İnsan hakları bildirgelerinin ilk örnekleri, Virginia eyaletinin 12 Haziran 1776 ve Massachussets eyaletinin 1780 tarihli anayasalarında yer alır. Ardından Birleşik Devletler Anayasası’nda yapılan değişikliklerle 1789’da anayasaya girmiştir. Tabii bildirgelerin en ünlüsü Fransız Kurucu Konvansiyonu’nun 26 Ağustos 1789’da kabul ettiği ve 1791 Anayasası’na giren İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’dir (Kubalı, 1971: 119). Bildirgeler, hem haklar hem de egemenlik bakımından kurucu metinlerdir. Bir yandan egemenliği ulus ile birleştirir, bir yandan da hakları ilan eder: “Biz, halk…” Egemenlik ve hakları aynı anda ilan eden “biz”in niteliği, teorinin olduğu kadar tarihin de acımasız eleştirisine tabi tutulmuştur. İnsan hakları teorisinin eleştirel düşünürleri “biz”in sınırları ve egemenlik karşısındaki konumunu belirlemeye, çelişkiyi açığa çıkarmaya çaba göstermişlerdir. Böylece tarihin olgusal eleştirisi teoride de karşılığını bulmaktadır. Bu konuda bir çalışma için bkz. Douzinas, 2015: 103-168.
Latince constitutio – birlikte durmak, birlikte kurmak demek. Bir siyasal topluluğun sınırlarını, içine kimlerin gireceğini, hakimiyetin kimde olacağını birlikte belirlemek, kurumları yaratmak. Modern anayasaların dibacesinde yer alan “biz, halk” (we, the people), birlikte kurmaya işaret ediyor. Bu etimolojik bir ilginçlik değil. Anayasa, yalnızca bir siyasal birliğin kuruluşunu ve işleyişini göstermek üzere kayıt altına alınmış norm ve ilkelerden oluşmuyor aynı zamanda bir siyasal birliğin inşası ile doğrudan ilişkili. Bu nedenle, anayasa teorisinde çok önem verilen bir kavram var: Kurucu iktidar. İki biçimi var: Önceden belirlenmiş bir hukuki kurala tabi olmadan yeni bir anayasa, yeni bir siyasal birlik inşa etme anlamında asli kurucu iktidar ve önceden belirlenmiş kurallara uyarak anayasayı değiştirme yetkisi anlamındaki tali kurucu iktidar. Türkiye anayasa tarihine baktığımızda farklı adlar karşımıza çıkıyor. Kanunu Esasi, Teşkilatı Esasiye, anayasa. Kemal Gözler’in adlandırmalar üzerinde yaptığı kazı çalışmasını burada anmadan geçmeyelim. Anayasa sözcüğünün ilk defa 1932’de kullanıldığını tespit ediyor Gözler. Aslına bakarsanız nesne olarak el kitapçıkları ile bu metinlerin tarihleri ve adları arasında ilişkiler var. Kanunu Esasi bir kıraathaneye ismini vermiş, 1908’de hürriyet kelimesiyle özdeşleşmiş, bir duygu, bir arzu, bir kurtuluş hatta birçoklarınca ülkeyi kurtaracak büyülü kelimelerden oluşan bir kutsal kitap anlamında anayasa kavrayışının da kökeni belki de. Marşlar yazılmış hürriyetin geldiği güne. Birinin adı Kanunu Esasi Marşı, Mösyö Carikopoulo’ya ait. (Uslu & Aytekin, 2015: 129). Türkiye’de belki de her siyasi sorunun bir anda gelip anayasaya bağlanmasında bu büyülü imgenin oluşumunun bir rolü olabilir. 1921 Anayasası, Teşkilatı Esasiye adını alıyor. Aslında bu adı kullanan başka bir metin daha var. Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’nın ardından imzaladığı ateşkes antlaşmasının hemen sonrasında kurulan Cenubi Garbi Kafkas Geçici Hükümeti’nin de anayasasının adı bu. Cumhuriyetçi bir metin, devlet gibi anayasa da Anadolu’ya bağlı, geçici. Ama 1921 Anayasası’na da adını veriyor. 1921 Anayasası, adının gösterdiği gibi devlet teşkilatını düzenliyor. İçinde haklar yok, haklar konusunda Kanunu Esasi’nin değiştirilmeyen hükümlerinin genel olarak geçerli olacağı konusunda bir uzlaşma var. 1924 Anayasası da Teşkilatı Esasiye adını taşıyor. Sadece teşkilatı düzenlemiyor, birinci kuşak hakları da içeriyor. Sosyal haklar bakımından ise sadece ilköğretimde zorunlu eğitim var. Fakat, cumhuriyet, Teşkilatı Esasiye adından vazgeçmiyor. Ancak 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu, 1945 yılında anlamı değiştirilmeden öz Türkçeleştiriliyor, 1924 Anayasası adını alıyor. Demokrat Parti iktidarında, 1952 yılında tekrar eski haline getirilerek 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu’na dönülüyor. Bu ilginç durum, Kemal Gözler tarafından, haklı olarak, 1924-1960 arasında, bir anayasamız mı yoksa üç anayasamız mı olduğu sorusunun sorulmasına neden oluyor. Gözler, hem üç ayrı kurucu işleme dikkat çekiyor hem de anayasanın yorumu bakımından dil farklılığının sonuçları olacağını gösteriyor (Gözler, 2000: 59-61). Muhafazakâr anayasa hukuku kitaplarında kanunu esasi, hukuku esasiye gibi adlar bir süre daha kullanılmış olsa da 1961’de kabul edilmiş olan anayasa adı, sonrasında yerleşmiştir.
Abadan, Y. (1940). Tanzimat Fermanı’nın Tahlili. Tanzimat I. İstanbul: Maarif.
Ağaoğulları, M.A. (2006). Ulus-Devlet ya da Halk Egemenliği. Ankara: İmge.
Artinian, V. (2004). Osmanlı Devleti’nde Ermeni Anayasası’nın Doğuşu: 1839-1863. İstanbul: Aras.
Atatürk, M.K. (1998). Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Anayasa Taslağı. İstanbul: Kentbank.
Atatürk, M.K. (1999). Nutuk. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Bebiroğlu, M. (2008). Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslim Nizamnameleri. İstanbul: Akademi.
Bora, T. (2017). Medeniyet Kaybı. İstanbul: İletişim.
Çelik, M. (2008). Mithat Paşa’nın Türkiye’nin Mazisi ve İstikbali Başlıklı Makalesi ve Üzerine Bazı Notlar. Kebikeç, 26, 37-61.
Demirkent, D. (2017). Bir Devlet İki Cumhuriyet. İstanbul: Ayrıntı.
Douzinas, C. (2015). İnsan Haklarının Sonu. Ankara: Dipnot.
Eroğul, C. (2016). Anatüzeye Giriş. Ankara: İmaj.
Evren, K. (1982). Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in Yeni Anayasayı
Devlet Adına Resmen Tanıtma Programı Gereğince Yaptıkları Konuşmalar. Ankara: TBMM Basımevi.
Gözler, K. (2000). Türk Anayasa Hukuku Dersleri. Bursa: Ekin Kitabevi.
Kansu, A. (1995). 1908 Devrimi. İstanbul: İletişim.
Karay, R.H. (2011). Bir Ömür Boyunca. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Kenanoğlu, M.M. (2004). Osmanlı Millet Sistemi: Mit ve Gerçek. İstanbul: Klasik.
Kocabaşoğlu, U. (1998). The Millet System A Bird’s Eye Wiew. R. Larsson (Ed.) içinde. Boundaries of Europe. (127-138). Stockholm.
Kubalı, H.N. (1971). Anayasa Hukuku Dersleri. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.
Maddox, G. (1989). Constitution. T. Ball, J. Farr & R.L. Hanson (Ed.) içinde. Political Innovation and Conceptual Change. Cambridge: Cambridge University Press.
Okandan, R. (1962). Milli Hakimiyet, Milli İrade, Mefhumlarının ve Kuvvetler Birliği Sisteminin Esas Teşkilat Hukukumuza Girişi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, 27.
Özakman, T. (1999). Toplu Oyunları 2. İstanbul: Mitos Boyut.
Sevinç, M. (2012). Anayasaların Doğumu. Toplum ve Bilim, 123, 10-43.
Sevinç, M. & Demirkent, D. (2017). Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası. İstanbul: İletişim.
Sevinç, M. & Demirkent, D. (2021). AKP Dönemi Anayasacılığı: Yaklaşımlar ve Eleştiriler. Toplum ve Bilim, 158, 87-147.
Soysal, M. (1960). Suçsuz Anayasa. Forum, 1960.
Soysal, M. (1969). Anayasaya Giriş. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.
Soysal, M. (1969). Dinamik Anayasa Kavrayışı. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.
Süreya, C. (2004). Sevda Sözleri. İstanbul: YKY.
Tanör, B. (2009). Osmanlı Türk Anayasa Gelişmeleri. İstanbul: YKY.
Tanör, B. (2009). Türkiye’de Kongre İktidarları: 1918-1920. İstanbul: YKY.
Tanör, B. (2012). İki Anayasa. İstanbul: On İki Levha.
TBMM ZC. (1920). D.1, C.1, s. 32.
Tunaya, T.Z. (1979). İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa. İstanbul: Çağdaş.
Tunaya, T.Z. (2009a). Türkiye’de Siyasal Gelişmeler [1876-1938]: Kanunu Esasi ve Meşrutiyet Dönemi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Tunaya, T.Z. (2009b). Türkiye’de Siyasal Gelişmeler [1876-1938]: Mütareke, Cumhuriyet ve Atatürk. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Türkeş, Ö. (2000). Romanda 12 Mart Suretleri ve ’68 Kuşağı. Birikim, 132, 80-85.
Kapak görseli: Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, 23.04.1920. Kaynak: Türkiye Büyük Millet Meclisi [Kurumsal İnternet Sitesi] / Kurtuluş Savaşı Müzesi []
- Osmanlı Millet Sistemi, çok dinli ve çok kültürlü Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam hukukundan kökenini alan bir yönetim stratejisi. İslam ülkesinde, Müslümanların siyasal, sosyal ve hukuki üstünlüğünü, ayrıcalıklarını korurken; tanınan dini cemaatler anlamında, milletlere kendi içlerinde kendi hukuklarını uygulama imkânı sağlıyor. Bazı yazarlarca Osmanlı hoşgörüsünün, bazılarınca da gayrimüslim unsurlara tahakkümün nedeni. Millet Sistemi hakkındaki tartışmalar, 1990’lı yıllarda liberal ve İslamcı yazarlar arasında bir yakınlaşmayı da besliyor, Türkiye’nin anayasal sorunlarını tartışmak için bu kavram bir çerçeve haline getirilmeye çalışılıyor. Osmanlı Millet Sistemi hakkında bkz. Kenanoğlu, 2004; Kocabaşoğlu, 1998
- Anayasal monarşi anlamındaki “hükümeti meşruata” kavramı, Tunaya’nın belirttiği gibi Osmanlı İmparatorluğu döneminde basılan ilk anayasa hukuku kitabı diyebileceğimiz metnin adı. Broşür, Esat Efendi tarafından Kanunu Esasi Komisyonu çalışmalarını sürdürürken ahali arasında süren dedikodulara yanıt vermek üzere soru-cevap biçiminde kaleme alınmış. Transkripsiyonu Zafer Toprak tarafından yapılan metnin tamamı Tunaya, 2009 içinde yer alıyor.
- Tunaya, Kanunu Esasi’nin sürgün maddesinin, Türkiye’de reformcuların trajedisinin başka bir yönünü daha açığa çıkardığını vurgular. II. Abdülhamid’in atadığı Kanunu Esasi Komisyonu, taslağı sunduktan sonra meşrutiyet karşıtı klik eyleme geçmiş, propagandaya başlamıştır. Mithat Paşa, II. Abdülhamid’den bu propagandayı yapanlara sürgün cezası verilmesini talep etmiş, Padişah yargılama önerse de Mithat Paşa yargısız infaz talebinde ısrarcı olmuş ve eylemciler yargılanmadan sürgün edilmiştir. Abdülhamid elbette sıkıyönetimin ana unsuru olan “sürgün” hükmüne ilişkin pazarlıkta bu deneyimi kullanmayı bilmiştir (Tunaya, 2009a: 6-7). Türkiye anayasacılığının kuruluşundaki bu örnek başka biçimlerde çok defa karşımıza çıkacaktır. AKP anayasacılığının başladığı 2007 yılında cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini düzenleyen anayasa değişikliği teklifinin benzer bir tarihi var. 2016 yılında CHP’nin “anayasaya aykırı ama evet” diyerek kabul ettiği ve HDP Eş Genel Başkanları ve birçok milletvekilinin tutuklanmasıyla sonuçlanan anayasaya aykırı anayasa değişiklikleri, Türkiye’deki rejim değişikliğinin ana momentlerinden biri oldu.
- Refik Halit Karay, Bir Ömür Boyunca adlı kitabında Hürriyet Geyiği’nin perişanlığını şöyle anlatıyor: “Hürriyet Kahramanı Niyazi Bey, istibdat idaresine karşı koyanlarla beraber çetesi başında ve dağ sırtında pür silah, kalpağının üzerinde “Ya hürriyet ya ölüm” yazılı dolaşırken -rivayet bu ya!- bir geyik zuhur eder, yanlarına gelir, yaltaklanır ve aralarına katılır. Artık birlikte gezip tozmakta, kasabalara girdikçe, telgrafhaneler basıldıkça da yine peşleri sıra yürüyüp koşmaktadır. Nihayet II. Abdühamid rejimi yıkılır, geyik de öbür hürriyetseverler ve mücahitler gibi İstanbul’a gelir. Gelir de arkadaşları gibi refah yüzü mü görür, bir saray ahırına mı sokulur, önüne yonca demetleri, sütle yoğrulmuş kepek, arpa yahut yulaf mı konur? Hayır, zavallıyı alıp Dileklerarası köşesindeki Letafet apartmanına götürdüler. Alt katta, ışık girmez, hava almaz bir bodrum bölmesine kapattılar. İşte Niyazi Bey’i hürriyet arkadaşlığıyla destekleyen bu aziz hayvancağızı ben ziyarete gittim. Cemiyet-i Mukaddese [İttihat ve Terakki Cemiyeti] menfaatine -ne ayıp şey, değil mi?- bir kuruş mukabili ahaliye seyrettiriyorlardı” (Karay, 2011: 10-11).
- Mustafa Kemal yedi yıl sonra okuduğu Nutuk’unda önergenin bir cumhuriyeti tarif ettiğini söyleyecektir (Atatürk, 1999: 430-431).
- Yine istisnayı koymayı sanata bırakalım. Şemsi Belli tarafından 1968’de yöre ağzıyla yazılmış ve anayasada çizilen halkın kapsamına dahil olmayanların Ankara’ya bakışını dile getiren şiiri burada anmadan geçemeyiz. Anayasso şiirİ, Selda Bağcan, Sevinç Eratalay ve başkalarınca şarkı yapılıp söylenmiş (link: Selda Bağcan – Anayasso (w_Mogollar) – YouTube). Fakat istisna, bölgedeki yoksullukla sınırlı değil elbette. Anayasanın Kürtlere kapalı olduğunu, önce anayasa yapımı sürecindeki tartışmalarda, ardından Türkiye İşçi Partisi’nin Doğu Mitingleri’nin ardından Anayasa Mahkemesi kararı ile 1971’de bölücülükten kapatılmasında deneyimliyoruz (Demirkent, 2017: 218-219; 231-233).
- Evren, bu gezilere çıkmadan önce TRT’de anayasayı tanıtım gezilerine çıkacağını duyuran bir konuşma yaptı. Sürekli, iç savaş koşulları tehdidini hatırlattığı konuşmanın hamasetini çıkararak süzdüğümüz şu cümleler anayasa maceramız bakımından anlamlıdır: “Kanunen, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin birinci vazifesi, Türk Yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır. Ancak son 12 Eylül Harekâtı da dahil olmak üzere, Silahlı Kuvvetlerimizin görevi sadece kardeş kavgalarını önlemek veya ülkenin ve milletin bütünlüğüne yahut düpedüz Devletin varlığına yönelen hayati tehlikeyi ortadan kaldırmakla sona ermemiştir. Devlete yeni bir anayasa vermek, veya mevcut Anayasada esaslı bir takım değişikliklerin yapılmasını istemek mecburiyeti, geçmişte de doğmuştur. Nitekim şimdi de, 1961’de meydana getirilen Anayasanın 1971 sonlarında Silahlı Kuvvetlerin de temennileriyle gerçekleşen fakat bir takım oyunlarla tam olarak yapılamayan değişikliklere rağmen bir türlü başarılı olamadığı görülmüş ve 1961 Anayasasının ortadan kaldırılmasına ve yeni bir Anayasanın meydana getirilmesine kesin ihtiyaç hissedilmiştir” (Evren, 1982: 3).