“Boru”dan Görünen Cumhuriyet
Cumhuriyetin yüzüncü yılı anmaları, ekseriyetle cumhuriyetin bizzat kuruluş ethosunda kendini sunduğu konu ve alanlar etrafında dönmeye devam ediyor. Genç cumhuriyet, kendini ekseriyetle bir “kültür devrimi”, dil, şapka, kılık, kıyafet, eğitim, haklar gibi üst yapılarda “medeniyet” getiren bir proje olarak sundu. Tam da bu yüzden, yüz yıl sonra cumhuriyeti tanımlayacak nesneleri düşünürken, söylemlerini ve sözlerini yeniden üretmek yerine, onun altına, dışına, at(t)ığına bakmak, altına, dışına ve at(t)ığına –varlık ve nüfuzunu genişletmek için– biçtiği kılıfları (bu yazıda, “döşediği boruları”) takip etmek bizlere yeni bir bakış açısı kazandırabilir. Boruya, cumhuriyetin yüz yıllık altyapısal ruhunu, bu kısa metin ile üflemek mümkün müdür?
Esasında “boru”nun şekil ve işlevsel niteliklerine etimolojik ve semiyolojik olarak ve toplumsal cinsiyet açısından değinmek, yüz yıllık cumhuriyet dönemi ötesinde, insan-insan, insan-çevre ilişkisinin dönüşümüne dair ipuçları veriyor. Kelime, eski Türkçede “boynuz şeklinde üfleme çalgısı” anlamına gelen burġu’dan evrilmiştir. Eski Türkçede borġūy, üflenerek çalınan boru olarak kullanılmıştır (Nişanyan Sözlük). Boru çalan, boruzen’dir. Gündelik dilde, müzikteki orijinal anlamından çok, “iktidarın borazanı” tamlamasında “borusu ötenin hık deyicisine” verdiğimiz isme indirgenmiştir borazan. Ataerkinin kavi gölgesi altında serpilmiş argoda da fallik sembollerin en sık kullanılanlarındandır. Daha en başından cumhuriyetin mekânda kurduğu iktidarın şekil, aktör ve yönlerine bakmak için elverişli bir kelime olduğunu en baştan hissettiriyor, boru.
Ankara’nın erkenden başkent ilan edilmesine rağmen, her zaman cumhuriyetin ekonomik merkezi olagelmiş İstanbul’un varlık nedeni de bir başka boynuz değil midir? “Altın Boynuz”. Efsaneye göre Byzantion’un kurucusu Byzas’ın büyükannesi İo, tanrıların tanrısı Zeus ile yaşadığı yasak aşk nedeni ile tanrıça Hera tarafından, sinek musallat edilmiş bir ineğe dönüştürüldüğünde, sinekten kaçmak için can havliyle Akdeniz’den Karadeniz’e koşarken, Boğaziçi / Bosphorus yani “İnek Geçidi” yarılarak açılır. İo, sinekten kurtulmak için boynuzlarını sağa sola sallarken ise, Altın Boynuz yarığını açar. Mitoloji bir yana, Altın Boynuz buraya bir yerleşim kurmak için –gemileri ve balıkları koruyan sığınanlara açık boynuz formu ile– en önemli doğal şartları sağlamış ve kent bundan sonra kendine envai çeşit zenginliği çekmiştir. Zenginliklerin aktığı transit geçit-kente, başka mahallerde biriken yaşamsal varlıklar çekilmiş, burada birikmiş de birikmiştir. İstanbul, içinden balıklar ve gemiler geçen bir boru kent olarak bu coğrafyanın merkezine çöreklenmiştir. Cumhuriyetin bir yapı ile tüm mekânsal eşitsizlikleri harmanlayarak, merkezler ve çeperler yaratarak, dönüştürerek birikmesine “borudan” bakmanın vaatlerinden biri de buradadır.
Ana Yurdu Alttan Ören Borular
Onuncu Yıl Marşı’nda “ana yurdu dört baştan ören demir ağlar”, cumhuriyet projesinin vitrinine koyduğu toprağın üstünden akan “altyapı” sembolüdür. Tren ise cumhuriyetin kuruluşu ile özdeşleştirilmiş bir nesne. Halbuki yüz yıllık erimde demir yolu ağlarının ve projesinin epey geri plana itildiğini, ekseriyetle yer altına gömülen boru hatlarının ise uzadığını, genişlediğini, arttığını görüyoruz. O zaman buradan, “borudan” bakalım mı bu kurucu ve yıkıcı yüzyıla? Altta yer alan; ama, yukarıdan aşağı kurulan ağların bir araya getirdiklerine bakalım mı? Onun dinamiklerine, aktörlerine, çelişki ve yönelimlerine dair ne söyleyecek borular, hatları ve muhtevaları bize?
Cumhuriyetin altyapısal tarihi, hatlar üzerinden ilerlediğinde, adım adım mekâna nüfuz eden kapitalizmin merkezlerden çeperlere aktarılmasının, mekanların dizgisinin, bilgisinin ve gündelik hayatının değişmesinin hikâyesini anlatıyor. Boruların yüz yıllık serencamı, iktidar nakil hatlarını ele veriyor.
Cumhuriyet, on dokuzuncu yüzyıldan aldığı sermaye birikiminin “naklettiği” enerjiyi büyütüp irili ufaklı nakil hatlarına dönüştürüyor. Boruların hikâyesi, cumhuriyet hikâyesinin etrafında çatallanıyor. Osmanlı’dan cumhuriyete daralan coğrafyada tehcir, mübadele, göç ile dışlananlar ile burada olanlar ve buraya göçle itilenler arasına, Misak-ı Milli’nin çizdiği sınırlardaki sathı, tedricen tamamlanan bir yapboz gibi okutuyor bize boru ağları. Sathın üzerindeki gündelik hayatta çizgileri birleştirmedikçe görülmez olan güç desenini ele veriyorlar. Hatlar genişledikçe, toplumu toplum yapan dikey taşıyıcılar, boru içlerine alınarak, yer ve deniz altına iniyor. Tabii ki hiç de “sınıfsız, imtiyazsız bütünleşmiş bir kitle” değil bu birleştirilerek oluşan toplum. En başta dik dik, sıra sıra dizilen telgraf ve elektrik direklerinin, Anadolu, Trakya ve Fırat ötesinde “vatan denen sathın” siluetini değiştirirken, adım adım “borulanarak” yer altına inmesi, cumhuriyetin bütününde görünür altyapının yer altına inmesinin de bir tarihidir.
Telgraf Osmanlı’ya, Kırım Savaşı sırasında Kırım-Varna arasına döşenen deniz hattı ile girer (Davison, 2003). Osmanlı telgraf şebekesini kurma imtiyazını alan iki mühendisin şirketi (De La Rue ve Blacque), Karadeniz Ereğli’sinden kesilmiş ağaçların direklerini kullanarak ilk önce İstanbul-Edirne hattını döşettirip hemen akabinde hattı, Şumnu-Varna-Rusçuk-Bükreş-Viyana üzerinden, siyasetin ve sermayenin ana yönelim hatlarını nirengi noktası alarak sabitledi. Analog haberleşmenin bu kuruluş döneminde tellerine kuşlar konan telgraf direklerini (“havai hat genel yollarını”), topografik olarak mecbur olduğu zamanlarda deniz altından borular içerisinden geçirilen telgraf ve telefon hatları tamamlamıştır. Bir sonraki teknoloji etabı olarak telefon tellerinin havai hatlardan, borular içinde yer altına inme süreci cumhuriyet tarihindeki, sermaye, insan, bilgi, para akışlarının geometrik artışını kat eder (PTT Genel Müdürlüğü, 2007). Direkleri telgraf telleri ile paylaşan telefon tellerinin borular içinde yer altına alınması, metropollerde 2000’lerin başında tamamlanmış olsa da, çeperin çoğunluğunda bu süreç 2010’lara dek sürmüştür. Telgraf, cumhuriyet döneminde yerini önce telefon direklerine bırakır, nihayetinde muhtevası katlanarak yer ve deniz altı telefon ve fiber internet kablolarına aktarılır. Zaman gittikçe hızlanmaktadır. Daha 1977’de Antalya-İtalya arasına döşenen deniz altı telefon hattının yerini, 14 sene sonra EMOS İtalya deniz altı fiber kablo bağlantısı alır. Teller ve içinden akan veri ve bilgiler borularda bütünleştikçe akıl almaz ölçekte de artmaktadır. Bugün Türkiye’yi saran deniz altı fiber-optik kablo hatlarına baktığımızda Kırım Savaşı’ndan bugüne kurulan hatlardaki süreklilikleri görmek mümkündür.
Bir başka altyapısal tarih unsuruna bakalım: Enerji. Cumhuriyet kurulmadan sadece on sene kadar önce sathın enerji ile donatılmasında devrim yapan elektrik, aktarıldığı direklerden, tedricen yer altına iner. Odun, kömür sobalarının hane bazındaki boruları, önce apartmanlaşmanın alameti kapıcı dairelerine bitişik kömürlü ve mazotlu kazanlardan peteklere sıcak su pompalayan apartman bazındaki kısa, kentsel borulara, oradan da kırları aşan Rus ve İran doğalgazını kentlerdeki konut, dört yandaki fabrika, OSB (Organize Sanayi Bölgesi) ve santrallere ulaştıran ve kırları kat eden boru hatlarına ve metropollerdeki yer altı borularına dönüşür.
Yerleşimlerin yaşamsallığının ilk unsuru su, su kemerleri, bentler, kilden içi sırlı yapboz künkler, kısmen kurşun borularla taşınarak maslaklar ve su terazilerinden geçerek maksemlere, sarnıçlara, ayazmalara, çukur ve çeşmelere, yangın havuzlarına, hamamlara, şadırvanlara; kuyulardan akanlar emme basma tulumbalarla kova kova civara, derelerin suları ahşap su kanallarına dağıtılırken (Karakuş, 2019), cumhuriyet döneminde kırın ve kentin “su iaşesi” uzun, geniş borulara sokulur.
Noktasal su etrafında oluşmuş buluşma mekânları, yer altındaki nakil hatlarına dönüşmüş, peyderpey toprak altına inmiştir. Tatlı su etrafında oluşan maslaklar, kuyu başları ve çeşme başları etrafındaki kamusallığın çözülmesi ve bireyselleşmesinin tarihidir suyun borulanma tarihi. İçinden sürekli su akan boru anlamına gelen m/Maslak, bugün cumhuriyetin finans akışının merkezi olarak isminin kaynağını unutmuş bir mahaldir. Borulanma, kuyular, kent içi tarım, bostan ilişkisini de zayıflatır. Kuyular, artık sadece tehdit altındaki bostanlarda veya bazı koruma altına alınmış Boğaz köylerinde kentsel dönüşüme kurban gitmemiş evlerin arka bahçelerinde kaldı. Kuyuya karşı boru, kapitalist zamana karşı yarışı kazandı.
Cumhuriyetin borudan bakınınca görünen tarihi, aynı zamanda “dere ıslahlarının” yani “inkâr edilen vadilerin” (Pérouse, 2019), betona boğulan akarsuların tarihidir. İstanbul dahil en büyük metropollerde 1940’lara kadar ekseriyetle atık ve dışkılar derelere atılıp şehir sakinlerine sınıf coğrafyaları ölçüsünde kolera başta olmak üzere bulaşıcı hastalık olarak geri dönerken, kentlerdeki akarsuların çoğu cumhuriyetin kanalizasyon tarihi ile yer altına inmiştir. Dere ıslahları ile tatlı, tuzlu ve atıklı sular, borular vasıtasıyla birbirine karışmış, toksik ve akışkan bir kokteyle dönüşmüştür. Bu toksik alaşım, derin deniz deşarjı boruları ile mesela Ergene ağır sanayi havzasından Marmara Denizi’ne aktarıldığında, iki bin yıllık bir denizin tabutuna son çivi çakılacak (Artüz, 2021). Marmara müsilajı, cumhuriyetin son otuz yılındaki derin deşarj atık su boru döşeme teknolojisi ile “çürüyen cesedin su yüzüne” çıkması olarak anılacak. Sanayileşmenin, tarımda kimyasallaşmanın zehirli cürümleri borularla aktarılacak.
“Dere ıslahı” denilen, akarsular, dışkı ve atıkları borularla yer altında birleştirme projesidir. Osmanlı’nın son döneminde başlayan ve cumhuriyet döneminde kentlerde tek dere bırakmamacasına tekamüle eren, “bol müteahhitli” bir cumhuriyet projesi. Zira borusuz olmayacağı gibi müteahhitsiz de cumhuriyet olmaz. Cumhuriyetin en köklü şirketlerinin önemli bir kısmı, devletin bu tip büyük çapta altyapı inşaatlarının ihalelerini “kazanmış” ve müteahhitlik alanında sermaye ve ilişki biriktirerek bu günlere gelmiştir (Türkiye Müteahhitler Birliği, 2006).
Her ay evimize fatura olarak dönenin “altındaki yapıyı” düşünce, alttaki borunun cumhuriyet tarihi için anlamının hikmetine varılır!
Büyük altyapı yatırımlarından kentin altına geldiğimizde, “kabloların toprak içine döşenmesi” kılavuzlarının da arttığını görürüz. Bu kılavuzları uygulayanlar, cumhuriyetin kurucu aktörlerinden kamu ihalelerini alan müteahhitler olduğundan, boru döşeme süreçleri de bu piyasa anarşizminin en belirgin aktörünün bitmeyen iniş çıkışlarına maruz kalır. “Kaldırım mühendisliği,” sürekli birbirinin üstüne döşenen, bir öncekini patlatan kaldırımları, yolları, havalar azıcık ısınınca mevsimsel olarak kazma, kürek, hiltilerle delik deşik eden, o kaldırımları, yolunu değiştiren yayaların parkuru haline getiren faaliyetin adı değil midir? “Majesteleri Kazma,”1 yer altında ve yer üstünde kazarak, deşerek, içini dışına çıkartarak yapılan şehircilik, cumhuriyetin ayrılmaz bir parçasıdır.
Sanayileşmenin ve madenlerin cumhuriyet sathına yayılması ile, boru üreten fabrikaların, fabrikaların ve santrallerin soğutma ve havalandırma borularının, madenlerin aktarım borularının da geometrik olarak arttığını eklemeli. Üretim mahalleri ve araçlarının gündelik görünmezleştirilmesine paralel olarak bu çarpıcı artışın bile, gündelik hayatta borulara dikkatimizi çekmediğini de eklemek gerek.
Şimdi, işte bu cumhuriyeti kuran boruların içinden geçenlere tek tek bakalım.
Suyu Nakletmek
Su-boru-devlet ilişkisi, cumhuriyete Osmanlı’dan aktarılan ideoloji tartışmalarında önemli yer tutmuştur ve bu ilişkinin her türlü toplumsallaşmada ne kadar belirleyici olduğu, Asya’nın büyük ırmakları için merkezi sulama sistemleri kurarak “hidrolik toplum”ları yöneten devlet yapıları olarak özetlenebilecek ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) tezinin (Divitçioğlu, 1971) gördüğü rağbetten de bellidir.
İlk yerleşim emareleri sekiz bin yıl öncesine tarihlendirilen, büyük tatlı su kaynağı bir ırmak veya kaynaklar barındıran engin dağların dibinde değil; kocaman bir tuzlu su kenarında kurulmuş İstanbul’un su ile iaşesi ve boruların bugünkü coğrafyası, artık Kuzey Ormanları sistemini çoktan aşmış, kent, Trakya Istırancalar ve Sakarya Melen’den gittikçe daha da uzak coğrafyalardan borular vasıtasıyla su taşıyan bir “parazitopolis”e (Mumford, 1964) dönüşmüştür. 1970’lerde Anadolu Yakası’ndaki su kaynaklarından Boğaz’ın altından boru geçirerek “asıl” Avrupa’daki İstanbul’u beslemek için düşünülen deniz altı boru hattı, azmanlaşan kentin, su için Anadolu’da Melen’e kadar 2012’de çok daha uzamasıyla hayata geçmiş. Bugün Beykoz-Sarıyer hattında Boğaz’ın dibinde dört metre çapında bir borunun yosun tutarak yatıyor olması, cumhuriyetin kurduğu kentlerin su kadar yaşamsal bir unsur açısından bile sürdürülemez olduğunun en açık göstergesi değil de nedir?
Cumhuriyet tarihi, aynı zamanda kentlerde büyüyen sermayenin “kır” adı verilen ekosistemlere duhulünün tarihi ise, bu belirleyici cumhuriyetleştirici unsuru gene borular, hem de “ölümcül” borular üzerinden takip edebiliriz. Şebeke suyu, doğa içindeki en ücra yerleşme alanlarına, merkezi bir şekilde Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) planları öncülüğünde ve İller Bankası’nın kısmen üretilmesinde öncü olduğu, kısmen de dışarıdan aldığı AÇB, yani asbestli çimento içerikli su boruları ile bağlandı (Atabey, 2020). Asbest, yani endüstriyel olarak yüz yıldan fazla süredir envai izolasyon metası ve mukavimleştirici malzemede kullanılan, 2000’lerde ise mutlak kanserojen olduğu için Avrupa Birliği’nde ve Türkiye’de yasaklanan2 “mucizevi kanserojen lif.” Asbest o kadar ince ki, özellikle vücudun zar ile kaplı alanlarına solunum yolu ile saplanınca ölümcül kanserlere yol açabiliyor. Türkiye’nin tüm kır-kent su hattı boruları İller Bankası eliyle, ithal asbest lifi işleyerek Erzincan, Niğde, Mardin, Yalova, Kartal vb. fabrikalarda kanser tehlikesi ile iç içe yaşatılan, kaydı hiç bir zaman yapılmayan meslek hastalıkları ile ürettirildi veya ithal edildi (İller Bankası, 2005). Kırlar, kentlere asbest lifli çimentodan dökülen su boruları ile bağlandı. Gecekonduları formel kent alanlarına, yani yerel ve merkezi iktidara bağlayan imar afları ile örülü süreci de, mahalleye “su” bağlatmak etrafında örülen hareketleri de –daha sonra lifsi malzemesinin solumasının ölümcül olduğu ortaya koyulan– bu borular üzerinden anlatabiliriz. İstanbul’da dahi 2000’lere kadar su şebekesine bağlı olmayan Rumelifeneri’nde olduğu gibi, kuyularının köy hayatında önemli rol oynadığı kuzey köyleri vardı. Cumhuriyet kırları, kentlere bu AÇB su boruları ile bağladı. Bunların ölümcül üretimine şahit olamadığımız gibi şimdilerde köyler hızla mahalleye dönüştürülür, büyükşehir ve bütünşehir yasaları ile kent, kırı yutarken, ölümcül sökümüne karşı mücadelenin öznesi de olamıyoruz. Halbuki asbest içerikli su boruları kepçelerle, seyircileri eşliğinde bir belediye icraatı olarak sökülürken, döşendiğinden daha fazla tozu dumana katarak, ölümcül lifleri ortaya çıkarıyor.
Suyun borulaştırılması hikâyesi sahnelenirken şahit olamadığımız irili ufaklı aktörleri sıraladığımızda cumhuriyetin oluşturucu unsurlarını yan yana görüyoruz: Süleyman Demirel’i devletin başına taşıyan Devlet Su İşleri, Devlet Planlama Teşkilatı, İller Bankası, Nafia/Bayındırlık Bakanlığı, şifalı ayazma, kuyu ve çeşmeleri kent dokusundan silmeye yol açan yatırımları ile imtiyazlı Fransız Terkos Su Şirketi, belediyelerin borulayan ve şişeleyen su şirketleri… Bir de eskiden bu kadim su altyapısından noktasal olarak suya kavuşan sokak hayvanlarına artık kesilmiş plastik su damacanaları ile su yetiştirmeye çalışan kentliler, döşeyici müteahhitler, akan su üzerinden yerel politika yapan muhtarlar, akan suya muhtaç ev emeği sırtına yüklenen kadınlar, leğende yıkananlarından duşa itilenlerine çocuklar, su borusu üreten fabrikalarda çalışan meslek hastası işçiler ve patronları, susuz mevsim ve coğrafyalara sulama kanalları kuran, işleten marabalar ve köylüler, kanallar üzerindeki mülkiyet hakları tesis ederek bu köylüleri mülksüzleştirip kendileri toprak sahibi haline gelenler… İşte bunlar cumhuriyet sahnesinin kurucu unsurları değil mi? “Yavru vatan” Kıbrıs’ın, ana vatana bağımlılığının altındaki unsurlardan birinin, Mersin’den Ada’ya çekilen içme suyu boru hattı olması da manidar. Merkezin çeperler üzerinde kurduğu kontrol, aktardığı artı değer ve tahkim ettiği bağımlılıkların niteliğini anlamak için söylemler ve ideolojiler kadar boruları da takip etmek gerekmez mi?
Cumhuriyetin kentleşme tarihi, akarsuların borularda boğulması, kentsel akarsuyun tam da bu soruna çözüm olarak önerilen “dere ıslahları” ile kanalizasyona ve kokar suya dönüşmesi, (Kentel, 2023; Soyer, 2008), 1970’lere dek İstanbul’a musallat olan kolera gibi bulaşıcı hastalıkların kurbanlarının yerini, borularda boğulmaya çalışılan derelerin şiddetli yağmurlarla canlanmasına kapılan kent içi taşkın kurbanlarına bırakması değil midir?
100 yıllık cumhuriyetin zaman çizelgesinin bize yakın ucunda, iklim değişikliği ile artan olağanüstü hava olayları, borulara gömüldüğü düşünülen akarsuları ölümüne coşturuyor, “Hıfzıssıhha Siyaseti” gereği dereler ıslah ediliyor ve ekosistemin sıhhati, uzun erimli, geri dönüşü zor bir bozulmaya uğruyor. Sellerle borusundan taşan dereler, kentleri tarumar ediyor.
Metropolleşen yerleşimlerde kanalizasyonlarda boğdurulan derelerden, nispeten kırda kalan ekosistemlere geldiğimizde ise kır ve kentlerin kaderinin, birbirine borularla bağlandığını görüyoruz. Kırda ağırlığın Devlet Su İşleri’nin, Dünya Bankası gibi büyük küresel finans kurumlarından ciddi bağımlılıklar yaratan fonlar alarak, çoğunlukla Fırat ve Dicle coğrafyasında kurduğu 1970 ve 80’lerin barajlı HES’lerinden (Keban, Karakaya, Güneydoğu Anadolu Projesi’nin ikonik barajı Atatürk), yaklaşık son yirmi beş senede dere-tipi, borulu HES’lere geçiş yaşandığını, bununla boruların nicelik ve niteliğinin değiştiğini görüyoruz. Sulama kanallarına yoğun ve büyük ölçekli tarım için su pompalayan, tarlaların tuzlanmasına, suyun eşitsiz dağılımına ve buharlaşmaya yol açan, akarsuları göllere çevirerek iklimi değiştiren, yerleşimleri su altında bırakan büyük HES’lerin yoğun olarak inşa edildiği dönem yerini, doğrudan dar alanda bir dereyi yerinden onlarca kelepçeyle alan dere tipi HES’lere bırakıyor. “[D]ereleri bir tünel sistemine alarak ‘bypass’ edip, yüksek bir yardan cebri borular vasıtasıyla serbest düşüş ile bırakmak suretiyle enerjiye çevir[en]” (Erensü) ve sarp coğrafyalara inşa edilen HES’ler, yapım aşamasında iş cinayetlerinden doğaya atılan hafriyata, tarımsal suyun azaltılmasından mikro-iklimlerde dönüşüme, derelerde yaşayan canlıların hayatını tehditten alüvyon taşınmasını engelleyip denizin ırmaklara yürümesine yol açarak kıyıların tahribine kadar sayısız kümülatif etkiye sahip. Ufak HES’lerin boruladığı sulardan artakalan can suyu derelere yetmiyor, onları kurutuyor ve doğada aşılmaz setler oluşturuyor. Borular, sarp coğrafyaların bağrında, milli sınırlardan daha katı binlerce çizik açıyor. Cumhuriyetin son çeyreğinde özel şirketlere sağlanan imtiyazlar ve ruhsatlarla doğa yağmasının “hukuksallaştırılması”, ahtapot gibi birçok farklı sektörde yatırım yapan bu şirketler tarafından, ekseriyetle Karadeniz, Doğu Anadolu gibi dağlık coğrafyalarda yüzlerce HES’in inşa edilmesine yol açtı. Bu dönemde nehir tipi HES’ler kapasitesini üçe katladı. Bu boru tipi HES’ler, AKP’li tek parti yıllarında “becerilen” elektrik üretimi ve dağıtımı özelleştirmelerinin alametifarikası olacak, “Artık su akar, Türk bakar devri bitti” diye en “devletlû” erkan tarafından savunulacaktı.
Boru, ekosistemin öz kaynaklarını toplumun örgütlendiği sistem ne ise ona aktarmanın en önemli vasıtası olmaya ve böylece cumhuriyet döneminde insan-ekoloji ilişkisinin değişimini, tüm boyutlarıyla okumaya elverişli bir nesne. Kentlerdeki dere ıslahlarında, sarp dağa dere tipi HES yapılırken, koca göller ve sulak alanlar drenaj boruları ile kurutulurken bunların vasıtası hep boru olacak. Boru, cumhuriyetin yer altından “kuruluşuna” şahit olacak.
Enerjiyi Nakletmek
Nasıl ki cumhuriyet, insan-ekoloji ilişkilerinin niteliksel olarak değişmesi ve cumhuriyet-içi mekâna, her manada tedrici; fakat, şedit müdahaleler anlamına geliyorsa, bunun aracısı borular üzerinden onun “jeopolitik” konumundaki dönüşümleri okumak da mümkün. Karbon bazlı enerjiye geçiş döneminde kurulup serpilen cumhuriyet, hidrokarbonların arz edildiği coğrafyalar (İran, Rusya, Ortadoğu) ile ağırlıklı olarak tüketildiği ileri kapitalist coğrafyalar (Avrupa Birliği, NATO ülkeleri) arasında bir transit mekan olmuş. Cumhuriyet, Batı’nın Karbon Demokrasilerinin (Mitchell, 2019) kurulmasında nakil hattı olmuş, bu hatların akış düğüm ve rotaları, cumhuriyetin dış siyasetinin serencamını da “noktaları birleştirerek” anlatan kanvaslara benzemiştir. Soğuk Savaş’ın iki bloklu dünyasından, Sovyetler’in dağılmasına evrilen dönemde Türkiye, transit enerji boru hatları açısından stratejik güç toplamış, bu ise sınıf savaşında, yerel siyasi elitler ile şirket elitlerinin elini güçlendirmiştir. Sovyetler’in çözülmesine, Ortadoğu’da İsrail, Mısır, İran-Irak, akabinde Irak savaşları ile Libya ve Suriye savaşına paralel olarak, boru hatları ve muhtevalarının yoğunluk akışı da değişmiştir. Savaş coğrafyasına eşlik eden, boru hatlarıdır. Gömülü olduğumuz cumhuriyet coğrafyasında da savaşlar, boru hatlarını takip etmeden okunamaz. Anadolu’dan geçen Rus-Azeri ve İran petrol ve doğalgazı (Avrasya), en çok da boru hattı demektir. Cumhuriyetin Avrasyacı siyasi projelerine zemin veren akımlar, kapitalizmin vazgeçemediği karbon yakıtların aktarım borularıyla ilişki içinde oluşmuştur. Kendinde olmayanın aktarımına bakmadan cumhuriyetin “zenginlikleri” okunamaz. Boru hatları, cumhuriyetin uluslararası ilişkilerinin medcezirleri ile orta vadede döşenir, dönüşür, farklı hatlar, rotalar oluşturur, düğüm noktaları, jeostratejik kiriş mahaller, marjlar yaratır; diplomasi, çokça boru hatlarının çizgisine hizalanır. Bu enerji boru hatlarının etrafında ulusal ethosu aşan bir çevre mücadelesinin olmaması da kayda değerdir.3
Cumhuriyet coğrafyasından geçen transit petrol ve doğal gaz hidrokarbon boru hatlarına kronolojik olarak bakıp düğüm noktalarını birleştirdiğimizde, siyasi elitlerin dış siyasetten beslendiği pazarlık masalarını sezebiliriz:
- Kerkük-Yumurtalık Irak-Türkiye Ham Petrol Boru Hattı (ITP) 1977
- Bulgaristan Sınırı’ndaki Malkoçlar-Ankara Rusya-Türkiye Doğalgaz Boru Hattı (Batı Hattı) 1987
- Doğubeyazıt-Ankara-Seydişehir Doğu Anadolu Doğalgaz Ana İletim Hattı (İran-Türkiye) 2001
- Samsun -Ankara Mavi Akım Doğalgaz Boru Hattı (Mavi Akım) 2002
- Bakü-Tiflis-Ceyhan Ana İhraç Ham Petrol Boru Hattı (BTC) 2006
- Bakü-Tiflis-Erzurum Doğalgaz Boru Hattı (BTE) 2007
- Şahdeniz/Azerbaycan’dan Yunanistan’a Türkiye-Yunanistan Doğalgaz Enterkonneksiyonu (TYE) 2007
- Ardahan-Edirne arasından geçen Trans-Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) 2018
- Anapa-Karadeniz-Kıyıköy’ü bağlayan Türkakım Doğalgaz Boru Hattı (TÜRKAKIM) 2020
Sınırları dahilinde karbon enerjisi arzına dahil olmayan cumhuriyet iktidarlarının, özellikle seçimlerden önce “petrol bulundu, doğal gaz bulundu” şeklindeki propagandaları sondajdan çok, kamuoyu sondajına hitap eder. Kontrolündeki mekânın derûnunda karbon enerji kaynakları bulunmayan cumhuriyet, hidrokarbon arz ile talep coğrafyası arasındaki transit konumu ile karbon bazlı kapitalizmin savaşlarla bezeli diplomasisinde, borular aracılığı ile ayrıcalıklı bir konum elde eder. 1974’te kurulan ve özelleştirilmemiş nadir kamu iktisadi teşebbüslerinden (KİT) olan BOTAŞ, bu transit konumun bekçisi olarak borular kadar kurum tarihi ile cumhuriyetin nesnelerini takip etmek için önemlidir.
Bu gücü kesintiye uğratmanın sembolü olarak mezkur boru hatları, merkezi kontrole karşı bir tehdit algısı üzerinden şekillenen sabotaj eylemleri ile hatların kurulduğu dönemden çok daha fazla kamuoyu ilgisine mazhar olur.4
Boruların Malzeme Tarihi
Haberleşme unsurlarını, suyu, petrolü, doğal gazı ve atığı yer altına indiren borular hangi malzemeden yapılır peki? Malzemelerin dönüşmesi, cumhuriyetin birbirinden farklı niteliksel dönemlerini de birbirinden ayırıyor olabilir mi?
Ahşaptan, kilden ve kurşundan künk tipi boru veya yarım borulardan, asbestli çimento ile üretilen su borularına, demir, kimya sektörünün ilerlemesi ile (çinko ile çeliğin birleşimi) galvaniz, alüminyum, bakır, nikel, çinko borularına, en nihayetinde demir çelik borulardan, plastik PVC borularına malzeme bilimleri üzerinden de cumhuriyet tarihini anlatan bir yol var. Yüksek dayanımlı plastik borular 1990’lı yıllarda, galvaniz ve çelik boruların yerini almaya başlayarak “Plastik Cumhuriyeti”nin tahkim edilmesinde önemli bir rol oynadı.
Boruların üretildiği malzeme ile ilgili her yenilikçi (“inovatif”) adımın, işçi, halk ve çevre sağlığı sorunu yaratarak atıldığını görüyoruz. En kadim dönemlerden beri kullanılan kurşun borular nedeniyle özellikle çocukları kurban eden hastalıkların yoğun olarak görüldüğü dönemlerden, asbestli su borularının asbeste maruz kalmaktan kaynaklı ciddi sağlık sorunlarına yol açtığı için yasaklandığı dönemlere, buradan da plastik çöplerinden oluşan cumhuriyete doğru ilerliyoruz.
Orijininde olan üflemeli çalgıları içeren bir filarmoni orkestrasını finanse edecek kadar “boru üreterek” irileşmiş Borusan gibi bir şirketi büyüten cumhuriyete, çocukluk anılarımızda yer eden bir küçük borudan da bakabiliriz: Pipet. Tabii bu çocukluk belleği, kolektif belleğin önüne geçer. Daha büyük boruları üreten fabrikalarda, boru hatları boyunca çalışan işçilerin kurucu grevlerinin belleğinin önüne: 1966’da başlayan, İskenderun-Batman boru hattı işçilerinin eylemleri hakkında hazırlanmış bir metin olan ve serencamı Hikmet Kıvılcımlı tarafından kaleme alındığı söylenen “Petrol, Kan, Ter, Ecel” başlıklı broşür, toplu sözleşme imzalamaya götüren bir sürece evrilir (Türk Müteahhitleri Birliği, 2006).
Modern boş zaman kullanımının alametifarikası içecek pipetlerini, spontane olarak hatırladığımızda ise ne mi olur? Çocukluğumuzda dede ve ninelerimizi ziyaretlerimizde, o ziyaretleri özel kılan meyve suyu ve gazozları tükettiğimizde “evden başka, özel bir yerde” olduğumuz hissini veren, bizi normal hayatımızın dışında hissettiren pipetler gelmez mi aklımıza? Cumhuriyetin hızlı akışında artık avamlaşan ve yeni avam anlamlarıyla çocukluk anılarımızı “düşünmeden erişilebilirlikleriyle” ezip geçen metalardan pipet… İnsanın yaşarken tükettikleri içinde, işlevsel olarak en manasızlarından biri olup reklamlar ile doğal kılınmış içecek pipetleri, dünyadaki plastik kirliliğinin yüzde onunu oluşturuyor. Türkiye’de kişi başı aylık pipet tüketimi beşe ulaşmış durumda. Ve artık bu pipetler hiçbir çocukluk anısının parçası değil. Sadece kullanıp atılıyor.
Cumhuriyet coğrafyasını oluşturan boruların plastikleşmesini en iyi anlatan ikonik reklamlardan biri de budur. Misak-ı Milli sınırlarına fitlenmiş borularla vatan bütünleşmiştir. Reklamın sloganı “Bu işte bizim borumuz öter” ise bir güç gösterisi olarak plastiğin tüm satha duhulü ile çarpıcı bir toplumsal cinsiyet analizi de sunar bize.
Boruların plastikleşmesiyle ilgili bir kilit ifade de, gene 1990’ların sonunda ikonik hale gelmiş bir reklamda vardı. Bu PVC boru reklamında işçiler, kendi güvenliklerini hiçe sayarak, şevk ile bir apartmana boru döşerler. Reklam seti olarak düzenlenmiş şantiyede, işçi sağlığını ve iş güvenliğini temin edecek hiçbir önlem görünmemektedir. Gıcır bareti dışında koruması olmayan, düşse kafası kırılacak işçi, elden kayıp düşüveren boruya dair iş arkadaşını avutur: “Merak etme Fırat bu, bir şey olmaz bu boruya abi!” Borular dün de bugün de, plastikleşmeden önce de sonra da, hep döşeyenlerin canı ve sağlığı pahasına uzayarak döşenedurur.
Konut ve Boru: Kapıcı Aidatından Doğal Gaz Faturasına
Cumhuriyetin dönüşümünü konut tipleri üzerinden anlatırsak gene boruların dönüşümüne bakarken buluruz kendimizi: Az katlı evlerin, yağmur serptiği zaman çıkardığı müzikler nice kitaba, şiire konu olmuş, ses belleğinin parçası teneke/çinko yağmur borularından, plastik PVC’lerin upuuuuzun ses çıkarmayan borularına dek, konutlardaki borular bellek virajlarımızın parçasıdır. Orta sınıf apartmanların kazan dairelerindeki kömür kazanlarında ısıtılan su ile dolan borular, metropoliten sistemler doğal gaz ile ısınmaya geçtikçe ortadan kayboluyor. Onlarla beraber “kapıcı daireleri” ve “kapıcıların baktığı apartman kömür kazanları” da tarihe karışıyor.
Cumhuriyet tarihinde yaşanan kırdan kente göçü en iyi anlatan romanlardan biri olan Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünde Dirmit’in abisi Seyit, büyükşehirde iş ararken kalorifer boruları döşeyen bir ustaya çırak olur:
Bahar geldi. Seyit kelepçelenmedik boru, altına radyatör yatırılmadık pencere bırakmadı. Takım tezgahlarını son kez açıp borulara su bastı. Su kıvrak bir gelin gibi, boruları döne dolana geçti. Borular bir homurtuyla suyu belinden kavrayıp içine aldı. Suyun bir damlasını bile dışarı akıtmadı. Seyit bir o katta, bir öbür katta sırtını duvara verdi. Suyun borudan boruya geçerken hızlı hızlı soluk alıp vermesini dinledi. Ne sevindi, ne sevindi! Sevinci ciğerine vurdu. Seyit takım tezgahlarını toparlarken, içinde birden bir sızı duydu. Elini sızlayan yerinin üstüne koydu. “Bileğimi kimse bükemez, artık usta oldum” deyip durdu. Durduk yerde hasta oldu. O yataklarda döndü; sıcak su, borularda; o, yataklarda döndü; ev tepesinde. Derken su soğuyup borulardan çekildi, yaz geldi (Tekin, 1983: 86).
Apartman ölçeğindeki merkezi ısıtma sistemleri, cumhuriyetin barınma tarihinde, ancak, apartmanlardaki borular kadar görünmez olan “kapıcı”ların ve ısınma tesisatını kuran ustalar ile çırakların emeği ile var oldu. 2000’lerden itibaren ülke ölçeğinde, yurt dışına bağımlı doğal gaz enerjisi ile ısıtma sistemlerine geçiş, orta sınıf olmanın alametifarikalarından olan “kapıcılık” kurumunu inkıraza uğrattı. Kente entegre olmamış soba ile ısınan hanelerde görülen, hissedilen, çocukluk anılarına kazınan soba boruları ve orta sınıf hanelerde kapıcıların döndürdüğü apartman ölçeğindeki boruların ısıttığı petekler, jeopolitik pazarlıklarla transit doğal gaz hatlarına eklemlenen şehir ısınma coğrafyası ile radikal olarak dönüştü. Bugün cumhuriyetin metropollerinde büyümekte olan çocukların, fatura ödeme sıkıntıları açısından ayrışsalar da, ısınmanın borulardan aktarılan hikâyesine dair hiçbir anısı yok. Sobanın nasıl canlı tutulacağına, o günkü baskın rüzgâra bakarak sobanın nasıl bir ihtimama ihtiyacı olduğuna, soba borusunu uzun tutmanın ısınma konforuna etkisine dair ebeveyn aktarımları yerini, yer altından doğal gaz boruları ile aktarılan, borcunun ödenip ödenemeyeceğine dair lakırdılar hariç, izi olmayan borusuz bir ısı hissine bıraktı. Haneler dışında kıraathanelerin, balıkçı barınaklarının olmazsa olmazı soba boruları, cumhuriyetin inkişafı ile yok oldu. En fakir, en çukur mahallelerde doğal gaz faturalarını ödeyemeyenlerin, mahallenin artığını, “yardım” diye dağıtılan ucuz ve tüten kömürü yaktığı sobaların boruları “arkaik bir görünüm” olarak istisna denilip, kenara itiliverdiler.
Galatasaray Meydanı’nda “Boru” Heykeli
Aktarabildiysek, hiç de “boru değil” bu boru mevzu. İçinden geçen muktedir enerjiler ile cumhuriyetin yüz yılını bir de buradan okumaya davet ediyor. Bu davete icabet ederken, hafızam harekete geçiyor ve beni, son otuz yılda kaybedilenlerin ailelerinin, “Cumartesi Anneleri”nin kamusal mekân olarak benimsediği, Galatasaray Meydanı’na götürüyor. Cumhuriyetin en canlı caddesinde, pek çok sosyal hareketin kamusal alanı olarak benimsenen meydancığa… Bu meydanda bir heykel var: Cumhuriyet 50. yıl anıtı. Şadi Çalık’ın borulardan ürettiği som bir heykel. Cumhuriyetin ilerlemeye olan kavi inancını temsil eden, paslanmaz çelikten üretilmiş ilk “fütüristik” heykellerden. Ok gibi göğe yükselen, birbiriyle yarışan paslanmaz, ucu kapalı çelik borulardan oluşan bir heykel. Bir nevi endüstriyel boru sanatının, cumhuriyetin en işlek caddesine bırakılan izi. Seçilen sembol, kadın değil, çocuk değil, insan değil, ağaç değil, çiçek değil, borular… Ve cumhuriyetin ellinci yılının enerjisini düşünerek yaratılan bu sanat eseri, bugün tüm kamusal mekân kullanımlarından yalıtılmış, polis barikatlarının arkasına sıkıştırılan, kolluk kuvvetleri tarafından gözlemlenen bir odağa dönüşmüş. Velhasıl, boru nesnesi üzerinden cumhuriyet toplumsallaşmasının açtığı kanallar tükeneceğe benzemiyor.
Atabey, E. (2020). Asbestli İçme Suyu Boruları, AÇB, Sağlığa Zararlı. http://www.asta.org.tr/2020/05/15/asbestli-icme-suyu-borulari-acb-sagliga-zararli-esref-atabey-12-05-2020/
Davison, R.H. (2003). Osmanlı İmparatorluğuna Elektrikli Telgrafın Girişi. D.M. Burak (Çev.). OTAM, 14, 347-386.
Divitçioğlu, S. (1971). Asya Tipi Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu-Marksist Üretim Tarzı Kavramı. Köz.
Erensü, S. (t.y.). HES’lerin ne zararı var ki? https://deretepe.org/heslerin-ne-zarari-var-ki/
İller Bankası. (2005). 2005 Yılı Faaliyet Raporu
Karakuş, F. (2019). İstanbul’daki Osmanlı Dönemi Tarihi Su Sistemleri’nin İncelenmesi. Türk Hidrolik Dergisi, 3(1), 14-30, 7.
Kentel, M. (2023). Pera’nın Atığı, Kasımpaşa’nın Salgını: 1893-1894 Kolera Salgınını ve Çevre Adaletsizliğini Haritalandırmak. Toplumsal Tarih Akademi, 2, 52-71.
Kostof, S. (2007). Majesteleri Kazma. Yıkımın Estetiği. Z. Çelik, D. Favro & R. Ingersoll (Der.) içinde. Şehirler ve Sokaklar. İstanbul: Kitap.
Levent Artüz ile mülakat. (2021, Mayıs 28). Cesedin Çürümesidir Bu. bir+bir. Mülakatı gerçekleştirenler: A. Olcan & S. İdemen.
Mitchell, T. (2014). Karbon Demokrasi. Petrol Çağında Siyasal İktidar. F. Berksun (Çev.). Açılım Kitap.
Mumford, L. (2013). Tarih Boyunca Kent. G. Koca & T. Tosun (Çev.). İstanbul: Ayrıntı.
Nişanyan Sözlük. (t.y.). Boru. https://www.nisanyansozluk.com/kelime/boru
Pérouse, J. F. (2010, Eylül-Ekim). İnkar edilmiş vadiler, parçalanmış dereler: Tehlike altındaki sürdürebilirlik. İ. Kurşunlugil (Çev.). Urbanisme, 374.
PTT Genel Müdürlüğü. (2007). Geçmişten Günümüze Posta. Ankara.
Soyer, E. (2008). Kasımpaşa Deresi Islah Çalışmaları. Toplumsal Tarih, 169: 66-80.
Tekin, L. (1983). Sevgili Arsız Ölüm. Adam.
Türkiye Müteahhitler Birliği. (2006). İnşaatçıların Tarihi. Türkiye’de Müteahhitlik Hizmetlerinin Gelişimi ve Türkiye Müteahhitler Birliği. E.Ş. Batmaz, K. Emiroğlu & S. Ünsal (Haz.). Ankara: Tarih Vakfı.
Kapak görseli: Konya Göksu Santrali cebri boru, 1959. Kaynak: Salt Araştırma / Fotoğraf ve Kartpostallar Koleksiyonu / AHKON047 []
- “Majesteleri Kazma” atfını, Mussolini 1932’de yaptığı bir radyo konuşmasında kullanmış. Attığı nutukların “sağaltan kazma” göndermeleri ile dolu olduğunu Kostof’dan öğreniyoruz (2007).
- Asbestin Türkiye’de yasaklanış tarihi 2011’dir.
- Günaydın Gazetesi Haber Eki 22 Mart 1974 – Türkiye-Irak Boru Hattı Anlaşmasını Hükümet Yeniden Ele Aldı
Günaydın Gazetesi 9 Ocak 1977 – Türk- Irak Boru Hattı Yüzünden Suriye- Irak İlişkileri Sertleşiyor
Kerkük-İskenderun Petrol Boru Hattı
İran-Türkiye boru hattı (Hürriyet Bölge Gazetesi 1 Ağustos 2000 – İran’dan Gelecek Gaz İçin Doğubeyazıt- Erzurum Boru Hattında İnşaata Yönelik Çalışmalar Bitti)
Son Havadis Gazetesi 5 Aralık 1966 – Petrol Boru Hattı Bu Ay Açılıyor,Türkiye’nin Elektrik Enerji Takati 2 Milyon KW ya Çıkıyor
Milliyet Halk Gazetesi 6 Ekim 1967 – NATO Petrol Boru Hattında Yangın Çıktı
Dünya Gazetesi 15 Nisan 1970 – Reşit Akif Atasoy, Türkiye İran Petrol Boru Hattı . Apollo 13 Arıza Yaptı
Milliyet Halk Gazetesi 27 Temmuz 1977 – Türk – Irak Boru Hattı Mardin’de Patladı , Petrol Tarlalara Yayıldı
DÜNYA GAZETESİ ( 17 EKİM 1978) PETROL ARTIK TANKERLE DEĞİL BORU İLE TAŞINACAK - Bkz. How to blow a pipeline (kitap ve filmi)