Giriş
Türkçeye Rumcadan geçmiş tsimpidi’den bozma bir isimle anılan cımbız, vücuttaki istenmeyen ve tek tek alınması gereken ince/zayıf tüyleri, başkasının yardımı olmadan almakta kullanılıyor en çok. Cımbızın önceli ne diye soracak olursanız, eli olan her canlının baş ve işaret parmakları diyebiliriz. Buna, cımbızın geçmişten günümüze sadece tüy almak amacıyla kullanılmadığını da ekleyebiliriz. İnsan türünün önceli sayılan canlıların ve iki ayak üstünde hareket etmeye başlayınca insanların da vücutlarındaki asalakları, tenlerine batan diken ve taş benzeri acı veren, küçük boyutlu objeleri temizlemek için bu iki parmaktan ibaret cımbıza ihtiyaçları vardı. Medeniyet denen evreye geçildiğinde artık çok kıllı insanlar “orman kaçkını” denilerek maymunlara ve ilk insanlara göndermeyle anılmaya başlanınca istenmeyen tüylerden arınmak, sosyal dışlanmadan kurtulabilmek için gerekli hale geldi. Ama kıllı/tüylü olmak erkekler için kadınlar için olduğu kadar tiksindirici değildi. Geçmişte yaygın olarak ve kimi bölgelerde hâlâ kullanılan “Kadınlar almalı/erkekler salmalı” sözü bunun göstergesi. Tabii erkeklerin kılla imtihanı zaman içinde farklı sonuçlar verdi. Bundan daha sonra söz edeceğiz.
Pense, kerpeten ve maşanın akrabası olan cımbız basit bir fizik kanununa göre çalışıyordu ve istenmeyen tüylerden arınmanın yanında tutması zor olan objeleri, elle müdahale etmeden yakalayıp çekebiliyordu. Parmakla tutmanın mümkün olmadığı ya da parmakların baskısının zarar vereceği objeleri uygun yerlere yerleştirmek için de kullanılıyordu. Yani cımbızı sadece parmaklarınız veya başka aletlerle kavrayamayacağınız uzantıları, nesneleri tutmak/çekmek/çıkarmak/yerleştirmek için değil; aynı zamanda parmaklarınız veya cımbızın dokunduğu objeler zarar görmesin diye kullanıyordunuz. Tıp, saat üretimi ve tamiri, pulculuk, gastronomi, dokumacılık cımbızın bu şekilde kullanıldığı alanlardan bazıları.
Cımbızın Tarihi, Ekonomik ve Kültürel Coğrafyası
Neredeyse her sokak başında karşımıza çıkan, güzellik endüstrisinin neferi kurumların olmazsa olmaz gereçlerinden biri olan cımbız, aslında bundan çok daha geniş bir kullanım alanına sahip. Bir bakıma “cımbızın çektikleri” oldukça çeşitli. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, kimi zaman arkeologların “tarihi ayıklarken” kullandıkları cımbız, bazen de bir yaşamın yeniden şekillendiği ameliyat masasında kendine yer bulur. Bununla da kalmaz. Aksesuar veya yemek yapımından tekstil endüstrisine, lehimlemeden saat işlerine ve pul koleksiyonculuğuna kadar pek çok birbirinden bağımsız alan, cımbızın sağladığı incelik ve maharetten yararlanır. Adı ister tıp alanında kullanıldığı haliyle “forcepts,” ister kuyumculukta kullanıldığı haliyle “çift,” ister el sanatlarındaki adıyla “quilling cımbızı” olsun, bu nesnenin fonksiyonelliği, onun milattan önce 3000 yıllarından itibaren kullanılmasını sağlamıştır. Bugünkü Türkiye sınırlarında cımbızın ilk kez ne zaman kullanıldığına ilişkin net bilgilere sahip değiliz. Ancak, yakın zamanda Assos antik kentinde yapılan kazılardan birinde yaklaşık 500 yıl önce kullanılmış bronz bir cımbıza rastlanması bir fikir veriyor bize. Buluntuya ilişkin haber, “Bin beş yüz yıl önce de cımbız eldeymiş,” diye veriliyor. Erkek kazı yöneticisi, kadınların süse düşkünlüğünün kadim bir alışkanlık olduğunu imalı bir tavırla vurguluyor. “Kadınların her zaman kendilerini güzelleştirmek isteyen bir yapıya sahip olduklarını anladık,” diye cımbızı, sadece kadınların kullandığından emin olarak konuşması dikkate değer (Bayer, 2011).
Cımbızın her yıl uğruna milyonlarca dolar ödenen ithal bir ürün olması, kullanımı ölçüsünde geniş bir üretim sektörünün gelişmediğini düşündürebilir (Büyükşahin, 2020). Peki kullanım alanı geniş olmakla birlikte üretim için hiç de karmaşık bir düzeneği olmayan bu nesnenin tarihteki izini nasıl aramalıyız? Bunun için iki temel soruyu sormak, kapıyı aralamamızı sağlayabilir. İlk soru, cımbızın malzemesinin ne olduğudur. Çünkü malzemeye yakınlığın ekonomik coğrafyaları şekillendiren önemli bir etkisi var. Günümüzde farklı malzemelerle cımbız üretimi yapılsa da sağlam bir cımbızın ana malzemesi paslanmaz çelik. Bu haliyle cımbızın kendine bir toplumda yer bulması, paslanmaz çelik üretimini de içeren sanayileşme politikalarından etkilenir. Geç sanayileşmenin sancılarını çeken Türkiye, paslanmaz çelik üretimi için gereken krom, nikel, molibden, bakır, mangan ve silisyum gibi maddelere sahip olsa da ülkede paslanmaz çelik ve dolayısıyla bu çelikten cımbız üretimi azdır. Bu durum, evlerden işyerlerine kadar kullanım alanı oldukça geniş olan bu ürünün dışa bağımlı ürünler arasında yer almasını beraberinde getirir.
Bu durumun, F35’ler için bile parça üreten Türkiye’ye yakışmadığı, “Türk’ün dünyaya meydan okuyan gücü, becerisi ve basireti” söylencesine göndermeyle pek çok haberde yer alır (Patronlar Dünyası, 2020). Diğer taraftan, çok yaygın bir kullanım alanı olmasa da, cezaevi gibi, kesici ve delici aletlerin yasaklandığı yerler için bir alternatif olarak plastik malzemeden üretilen cımbızlar da vardır.
Cımbızın tarihteki izlerini aramak için sorulabilecek ikinci soru, bunun kimler tarafından kullanıldığıdır. Elbette cımbızı satın alan herkes kullanabilir. Bununla birlikte kimlerin bu ürünle geçimini sağlayacak işler yaptığı sorusunun cevabı, cımbızın ekonomik coğrafyası kadar sosyo-kültürel coğrafyasını da anlamaya yardımcı olabilir. Bu noktada, el işçiliğinin sanata dönüşmesine aracılık ettiği sektör olan kuyumculuğa bakıldığında, yalnızca cumhuriyetin ilanıyla değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda da Rum ve Ermenilerin bu zanaattaki namının Anadolu coğrafyasına yayıldığı görülür (Berber-Babalık, 2015; Danzikyan, 2020). Anadolu’da ince işçilikli hediye verme, başlık ve düğünde altın takma geleneklerinin de etkisiyle bu sanatın talipleri de çoğalmıştır. Bu durum özellikle Ermeni cemaatinde bir istihdam alanı yaratmıştır. Dünyaca ünlü Ermeni kuyumcu Sevan Bıçakçı’ya göre, Ermeni gençler için kuyumculuk ideal üç meslekten biri haline gelmiştir; diğer ikisi kaportacılık ve tiyatroculuktur. Biz bu mesleklere, terzilik ve yapı ustalığını da ekleyelim. Mücevherlere ilişkin tasarımların yapıldığı kâğıtları alıp onu değerli malzemelerle işleyen bu “sadekârlar,” usta çırak ilişkisi içinde yetişenlerdir (Arman, 2006).
Öte yandan Ermeni kimliğiyle özellikle altının güçlü bir şekilde ilişkilendirilmesi, Ermenilerin zorunlu göçünden sonra Ermeni yerleşimlerinin defineciler tarafından delik deşik edilmesine neden olmuştur. Yıllar sonra köklerinin izinden Ermeni dedelerinin evlerine giden torunların gömülü altınları bu evlerden almalarıyla ilgili hikâyeler veya bu altınları bularak hızla zenginleşen yerli “Anadolu kaplanlarının” hikâyeleri, bugün pek çok Anadolu şehrinde bir söylence şeklinde anlatılır. Ermeni kuyumcular gibi Rum kuyumcular da özellikle 6-7 Eylül olaylarından sonra Beyoğlu’ndaki dükkânlarını kapatmak zorunda kalarak görünmez olurlar. Yine de İstanbul Kapalıçarşı’da Ermeni ustaların ve onların yetiştirdiği kişilerin ürünleri aranır. Hatta benzer bir pratiğin görüldüğü Mardin’de Süryani telkâri ustalarının yetiştirdiği kuyumcular da onlara eşlik eder:
Mardin’de bir ustam vardı. Büyük bir telkâri sanatçısı… Ne yapsa yurt dışından o kadar ilgi vardı ki hemen satılırdı. Ben ilkokuldan sonra aylaklık edince beni onun yanına verdiler. Mardin’de halkların dostluğu vardı, şimdi de var; ama, o zaman daha farklıydı. Benim babam ehli Müslüman ama geçici dünya hayatında onun için emek kutsaldı, o yüzden ustama saygı duyardı, Süryaniymiş, Hristiyanmış hiç bakmazdı. İlk orada gördüm cımbızı. Telkâri cımbızı biraz farklıdır, çift başlı cımbız derler, Osmanlıca vav’a benzer, vav cımbızı da deriz. Sadece telkâride değil de tüm kuyumda kullanılıyor. Gerçi CNC makinası çıkınca el ustalığı azaldı ama gerçek ustalar için eli cımbız tutmayan iyi kuyumcu olamaz. Bu işten de en iyi gayrimüslimler anlar. Çünkü azınlıksanız para kazanmanız lazım. Sanatın para ettiği tek yer bu topraklarda kuyumdur. Niye? Toplumumuz altını seviyor. Gidip müzede resim izlemez ama gider kuyumcu vitrinini izler… Eli cımbız tutan para kazanır. Mesela cımbızla iyi kaş alsın, tek onunla bile para kazanır. Ben yanıma çırak alırken ilk eline cımbızı veririm” (İbrahim Bey’le (79) İstanbul Kapalıçarşı’daki sohbetimizden, 31.07.2022).
Cımbızın kullanıldığı başka bir sektör olan saatçiliğin Türkiye’deki öncüleri arasında da Ermeniler vardır. Malatya’dan İstanbul’a gelen Ermeni kardeşlerden Ohannes ve Kevork Nacaroğlu, İsviçre’de öğrendikleri saat yapımını Türkiye’ye taşır, hatta ürünlerini kısa sürede yurt dışına satmaya başlarlar. Ancak bir süre sonra bu marka, Konyalı Saatçilik tarafından satın alınır. Bugün bir kol saatinin içindeki yüzlerce parça, küçük bir cımbızı tutan maharetli ellerde sökülüp takılmaktadır.
Cımbız aynı zamanda tekstil sektörünün başat gereçlerinden biridir. Büyük tekstil atölyelerinde cımbız işlevini yapan makinalar olsa da, küçük atölyelerde ve evlerde yapılan üretimlerde ince uçlu jüt cımbızı ve eğik uçlu cımbız, terziler tarafından sıkça kullanılır.
Zincir tekstil markalarının sokakları doldurmadığı dönemlerde, evlerde meşhur Singer dikiş makinalarının yanında iğne, iplik, mezura, parmak yüksüğü ve kesme makası gibi malzemelerin tutulduğu kutularda cımbız da kendine yer bulurdu. Bu haliyle cımbız, evde dikiş diken yoksulların hikâyelerinin sıkça yer aldığı Türkiye edebiyatında ve sinemasında hayatta kalma mücadelesi verenlere bir kenarda sessizce eşlik ederdi. Gündelikçi terzi adı verilen ve evlerde konaklayıp tüm ailenin mevsimlik giysilerini prova edip dikenler arasında Ermeni kadın terzileri özellikle anmak gerek. Bir kuşağın bu meslek erbabına Yeşilçam filmlerinden aşina olduğunu söyleyebiliriz. Bürokratların, siyasetçilerin ve ünlü yıldızların terzihanelerinin müdavimi ve aynı zamanda dostu oldukları Ermeni erkek terziler de anılmaya değer.
Cımbız hayatın pek çok alanı gibi mutfağa da girmiştir. Şef cımbızı olarak bilinen ve özellikle lüks lokantaların mutfaklarında kullanılan uzun saplı cımbız, son zamanlarda sosyal medyada mutfaklarını yemek sevdalılarına açan, çoğunluğu kadın olan kişilerin ellerinde yer buluyor. Cımbızın kullanımı ölçüsünde yemek sayfasının da profesyonelleşme eğilimi artıyor, servise hazırlanan bir tabağı süslemek için üzerine cımbızla yenilebilir bir çiçek ekleyen hesapların gönderileri binlerce beğeni alıyor. Bu haliyle cımbız, mutfak malzemeleri arasında giderek kendine daha fazla yer buluyor ve bir türlü mutfaktan çıkamayan kadınların sofraları zarafetle donatmasına yardımcı oluyor.
Cımbız aynı zamanda sağlık sektöründe de kullanılıyor. Cerrahi penset olarak da isimlendirilen farklı uç yapılarındaki cımbızlar, Türkiye’de sağlık eğitiminin kurumsallaşmaya başladığı 1800’lerden beri hem tıp eğitiminin hem de sağlığa ilişkin uygulamaların en önemli gereçlerindendir. Ameliyathanelerde veya diş hekimlerinin muayenehanelerinde sıra sıra dizili cımbızlar, hastaları kaygılandırsa da maharetli ellerle buluştuğunda onlara hayat verir. Öte yandan cımbız, kimi zaman haberlere ve çeşitli davalara konu olan “ameliyatta hastanın içinde unutulan yabancı cisim”lerden biridir. O nedenle hem içindeki cımbızın neden olduğu ağrılarla kıvrananlar hem de cımbızla etleri ve tüyleri yolunarak işkence görenler için bu nesne, bir travma tetikleyici durumundadır. Sadece cımbız değil; onun daha güçlü etki yaratan bir biçimi olan kerpeten de bu işkence anlatılarının eşlikçisidir. Aynı mekanizmayı kullanan, yani kıstıran ve çekip çıkaran bu nesneler işkence sırasında tırnak ve diş sökmek için kullanılır. Türkiye siyasi tarihinde farklı ideolojilerden siyasi tutukluların maruz kalabildikleri bu işkence yöntemi, zihinlerde MHP lideri Alparslan Türkeş’in 1944’teki bir sorgu sırasında tırnaklarının sökülmesi hadisesiyle yer etmiştir. Bizzat Türkeş ve ülkücü hareketin ideologları, hareketin siyasi söylemini inşa ederken bu travmatik olayı bir propaganda malzemesi olarak kullanmışlardır.
Ekmeğini Cımbızdan Çıkaran Kadınlar
Cımbız kadın istihdamının ve kadının kamusal mekâna katılımının sınırını da aşındırmış nesnelerden. Cımbızdan önce iple veya benzer nesnelerle “yüz alan” kadınlar, ev ev dolaşarak geçimlerini sağlıyorlardı. Yüz alma günü evlerden birinde bir araya gelen komşular, akrabalar, ahbaplar homososyal ilişkilerde mahremiyetin muğlaklaştığı bir pratiği tecrübe ediyorlardı. Bu buluşmalar bazen hamamlarda gerçekleşirdi. Anadolu topraklarında Roma hamamları geleneğinden gelen, Selçuklu ve Osmanlı döneminde halkın farklı kesimlerinin erişimini kolaylaştıran mahalle hamamları, varlıklarını cumhuriyetin ilanıyla da devam ettirmiştir. Özellikle klasik ağdanın ana malzemesi olan şekerin çok pahalı olduğu ve ona erişimin zor olduğu bölgelerdeki hamamlarda tüylerden kurtulmanın yolu, ağdadan önce hamam otu olarak bilinen zırnık otundan geçer. Bu ota özellikle Osmanlı döneminde Hürrem otu denildiği de bilinmektedir. Sarayda tüm cariyeleri aşıp Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi olmayı başaran Hürrem Sultan’ın (diğer adıyla Roxalana) çekiciliğinin bir nedeninin vücudunda tüy olmamasından ileri geldiği düşünülmektedir. Tüysüz, parlak ve temizliğe gönderme yaparak akça pakça denilen bir beden, Batılı kadın güzelliğini de temsil etmektedir. Hamam otunun hizmetini bazen karınca yumurtasından bekleyenler de olmuştur.
Bugün hâlâ cımbızla teker teker tüm vücuttaki tüylerden kurtulmak mümkün olmadığından aktarlarda bu tür alternatif ürünler rafları dolduruyor. Bu ürünlere rağbetin giderek artması, son yıllarda yaygınlaşan lazer uygulamaların uzun vadede olası olumsuz sonuçlarından korkulması ve doğala dönüş eğilimi ile bağlantılıdır. Ayrıca doğala dönüşün önemli bir motivasyonu, diğer uygulamaların sonucunun kısa sürede alınmaması ve bu uygulamaların masraflı olmasıdır.
Yüz alma ve ağda günlerine dönecek olursak, bu buluşmalar dertleşme, sosyalleşme ve halleşme imkânı sağlıyordu. Evden çıkmak için meşru bir sebep teşkil ediyordu (Kara, 2017). Bunların bir kısmı, eli bu işe yatkın bir kadın tarafından gönüllü yapılırken; bir kısmı da ücret mukabilinde yapılır hale geldi. Özellikle cımbızın çıkagelmesi “ekmeğin cımbızdan çıkarılmasını” kolaylaştırdı. Şüphesiz metal işlemeciliğinin gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla da ilintiliydi cımbızın yaygın kullanımı. Bu zarif aleti üretebilecek ustalar, demircilik zanaatinde ehil olanlardı. Önceleri demirci esnafının az sayıda ürettiği bu alet, zamanla sanayi tipi üretimle çeşit çeşit hammaddeden üretilecekti.
İple “yüz almak”tan cımbızla “kaş/bıyık alma”ya geçildi. Başlangıçta yine evlerde yapılan bu işlem, zamanla bir iş koluna dönüştü. İstenmeyen tüylerden kurtulmanın ticarileşmesi, eli cımbız tutan kadınların ekonomik alana dahil olmalarını sağladı. Kaş/bıyık alma işi, uzun süre kadın berberi olarak anılan kuaförlerde yapılıyordu ve ustalık gerektiren bu işin ehli olan alaylı kadınlar yıllar içinde açılan kurslar ve yüksek okullarla mektepli kategorisine geçiş yapacaklardı.
Homososyal ilişkilerin kamusal alana taştığı kadın kuaförlerindeki “kaşçı kadınlar,” artık kentlerin en işlek caddelerindeki güzellik merkezlerinde ellerindeki cımbızlarla “ifade danışmanı” olarak çalışıyorlar. Çünkü kaşlar, yüze ifadesini veren önemli unsurlardan. Duyguları, yargıları sözsüz dile getiren, bazen de sözlere eşlik eden mimiklerin tamamlayıcısılar. “Kaşı, gözü, geri yanı sözü” denilerek bir insana, özellikle de kadına güzelliğini verenin kaşları ve gözleri olduğu belirtilir. Kimi zaman “kaşın gözün hatırına” iyilikler yapılır, kimi zamansa bir halk türküsünün sözlerinde olduğu gibi “bir kara kaş, bir kara göz değer dünya malına.” Kaş göz ederek birini ikna etmenin, tavlamanın veya uyarmanın mümkün olduğu düşünülür. Kaş kaldırarak muhatabını hizaya getirmek de mümkündür mesela… Yahut kaş çatarak teessüfünü layıkıyla ve çalımlı bir şekilde belli edebilir insan.
Bir iş koluna dönüşen, cımbız kullanılarak yapılan estetik müdahalenin hedef kitlesi her zaman olduğu gibi önce kentli kadınlardı. Cımbız kullanmak veya kuaförde kaşa şekil verdirip yüzdeki gereksiz tüylerden kurtulmak aynı zamanda Avrupai kadınlığa öykünmekti. Taşrada kadınlar, kent insanına göre, bir süre daha kalın kaşlı, ince bıyıklı ve hatta sakallı olarak hayatlarını sürdüreceklerdi. Tabii bir de kendisini “davasına adamış” ve her türlü estetik müdahaleyi “küçük burjuvalık” olarak gören politize kadınlar vardı.
Devirden Devire Cımbıza Düşen İşler
Kaşlarının biçimiyle moda ikonu olmuş veya bazı kaş modellerine ismini vermiş ünlüleri bilirsiniz. 20. yüzyıl başında Marlene Dietrich’in incecik, yay gibi kaşları yıllar boyu kadınların cımbızla uzun mesailer yapmalarına, hatta kaşlarının seyrekleşmesine sebep oldu. Çünkü kontrolsüz alınırsa “kaşlar küser” ve bir daha çıkmazdı. 80’lerde çocuk yıldız olarak sinema sektörüne bomba gibi düşen Brooke Shields’in cımbız görmemiş gür kaşları Dietrich’i tahtından indirdi. Ama bir süreliğine… 90’larda inceltilmiş kaşlar yeniden moda olacaktı. Örneğin ülkemizde Ebru Gündeş’in önünü açtığı ince üçgenler, bir hayret ifadesi katarak yerleşeceklerdi gözlerin üzerine. 80’lerde ise parlayan arabeskin prensi, acıların çocuğu Küçük Emrah’ın kalın kaşları, sahnede acılı şarkılarını söylerken ve filmlerde mağduriyetini beyan ederken burun üstünde birbirine yaklaşıp aşağı doğru sarkardı. Kaşların yardımıyla ifade edilen acı, mağduriyet ve yardım çağrısını Emrah’tan sonra Küçük Ceylan ve Azeri kızı Günel’de de görmüştük. “Emrah kaşı”nı bugün bile hatırlayıp espri konusu yapanlar var. 2000’lerin ortasında ise kalın kaş, televizyon başta olmak üzere popüler kültür içeriklerinde tekrar moda olmuş, özellikle Z kuşağı bu trendi sokağa taşımıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün gür ve uçları yukarı kıvrık kaşlarının yüzüne verdiği caydırıcı, otoriter ifade, yıllarca üst rütbeli subayların kaşlarına ayrı bir özen göstermelerine ve uçlarını yukarı doğru taramalarına sebep olmuştu. Hâlâ benzer örneklere rastlayabiliriz. Günümüzde ise kaşlar başlı başına tasarımın ve küçük çaplı estetik operasyonların ilgi alanı. Kaş ve kirpik tasarlamak için turneye çıkan “sanatkârlar”ın randevu defterleri aylar öncesinden doluyor. Ve bunların kayda değer kısmı da erkek. Özellikle microblading kıl tekniğiyle kaş tasarımı yapan ve “kaş prensi” gibi lakaplarla piyasada kendine yer edinen bu kişiler, aynı zamanda kendi yüzlerini de yaptıkları uygulamaların bir vitrini olarak kullanıyor. Bu durum sıklıkla kadınların kaşlarını şekillendiren erkeklerin gay olduğuna ilişkin görüşleri de besliyor. Bunda hizmet sağlayıcının bir heteroseksüel erkeğe kıyasla fazla bakımlı bulunması kadar, müşteri olarak yakın temas edilen heteroseksüel kadınların erotik gerilim yaşamamaları için gay gibi davranmaları da etkili.
Nihayetinde neredeyse göz göze bakma düzeyinde bir yakınlıkla şekillenen kaş tasarımı aracılığıyla alanının ünlü isimlerinden randevu almak ve kaşları bu kişilere “emanet etmek” bir prestij göstergesi. Özellikle Avrupa ülkelerinde Türkiye kökenli ailelerin çocukları olarak doğan ve ana vatanda yaz tatiline türlü estetik uygulamaları da sıkıştıran göçmen kadınlar ve giderek artan oranda erkekler, erken rezervasyonlar ve ön ödemelerle bu prestijli hizmetten nasiplenenler arasında yer alıyor. Bu uygulamalar cımbızın çok da kullanılmadığı; ama, işlevini başka elektronik aletlere devrettiği uygulamalar olsa da kaşlara son halin verilmesinde yine toparlayıcı ve şekillendirici olarak cımbız devreye giriyor. Hatta son dönemlerde led ışıklı ve hareketli başlıklı otomatik cımbızlar oldukça popüler.
Bu uygulamaların tamamı sağlık turizminin bir parçası olarak sunuluyor ve özellikle İstanbul, Antalya gibi şehirlerde hastane/güzellik merkezi uygulamaları, konaklama, hava alanı transferleri, alışveriş turları, diğer turistik faaliyetleri de içerecek şekilde bir paket program olarak satılıyor. Sosyal medya fenomenlerinin, bu hareketliliği duyurarak veya konu mankeni olarak bir anda güzellik uzmanına ve marka yaratıcısına/pazarlamacısına dönüştüğü bir süreç yaşıyoruz.
“Caiz Midir?”
Cımbız marifetiyle kadın emeğinin sermayeyle ilişkilenmesi Diyanet’i de tartışmalara çekti. Cımbız Fetvası’yla kamusal tartışmalara dahil olan Diyanet İşleri Başkanlığı, “psikolojik rahatsızlığa sebep olacak ölçüde anormalliğin söz konusu olması halinde kadının kaşlarını uygun hale getirmesinde yüz veya dudak üstü kıllarını almasında dinen sakınca olmadığı” görüşünü bildirdi. Bu görüş, aynı zamanda İslam’ın makbul kadın imajının aşınmasına da gönderme yapar. Zira “Süslüman” olarak isimlendirilen varsıl muhafazakâr kadınların gösterişleri kadar bakımlı olma halleri de erkek egemen dini otoritelerce makbul kabul edilmemektedir. Müslümanlık öncesine tekabül eden Cahiliye devrinde kadınların “Tabi yapıyı bozan, fıtrata aykırı bir görüntü olmadığı durumlarda dahi sırf daha güzel gözükmek için yüzlerindeki tüyleri aldıklarını, kaşlarını incelttiklerini” söylüyor Hazreti Peygamber Döneminde Kadınların Süslenmesi (2019) kitabında Fatımatüz Zehra Kamacı. Halil B. Ahmed’e dayanarak, “bu işin esas olarak cımbız benzeri bir alet ya da ip kullanılarak yapıldığını” ekliyor (Kamacı, 2019). Kılları almak yanında vücuda batan dikenleri çıkarmak için de kullanılan bu alete o dönemde mizec adı veriliyor. Ucunda bir demir parçası olan bu ince, uzun alet kaşları yaya benzeyecek şekilde inceltebiliyor.
Bu tür kaşlara da mukavvis veya müstakvis deniyor. Bu kaynağa göre, bir mısrada şarkı söyleyen kadınlar tasvir edilirken “Kaşları mizec ile alınmış yay gibi, gözleri sürmeli” deniyor (Kamacı, 2019: 37-38). Derinin soyulması, dişlerin uçlarının keskinleştirilmesi ve benzer başka acı verici uygulamalar gibi yüzdeki tüyleri sırf daha güzel görünmek için almak da Cahiliye devrine ait acımasız ve akıl dışı uygulamalar olarak görülüyor Müslümanlıkta. Hazreti Muhammed’in derinin soyulması gibi yüzdeki tüylerin alınmasını da hoş görmediği belirtiliyor. Yüzdeki kılları almak ancak kadının bizzat kendisi veya eşini rahatsız eden, tabi yapısına aykırı görüntülerin oluştuğu durumlarda caiz sayılıyor (Kamacı, 2019: 51). Buradaki çelişki de ilk bakışta göze batıyor: Kıllar zaten kadını erkeksi gösteren, ona yönelik talebi azaltan, tensel temasta rahatsızlık yaratan bir unsur olduğu için yüzden temizleniyor. Hal böyle olunca cımbıza oldukça fazla iş düşüyor ve cımbızın çektikleri dinen caiz oluveriyor. Dini otoritelerin kaşların alınmasına ilişkin tutumu tarikat ölçeğinde de değiştiğinden, bazen bir kadının kaşlarının şekli, onun hangi tarikata mensup olduğunun bir sembolü haline de gelebiliyor.
Yüzden temizlenen kılın vücuttan temizlenmesi konusunda da görüşler çeşitleniyor. Bazı gruplar vücuttaki tüylerden kurtulmayı beden temizliğinin (taharet) bir parçası olarak görürken, bazıları ise tüylerin beden bütünlüğünün bir parçası olduğunu ve alınmaması gerektiğini “Temizlenmesi gerekseydi, Allah insanı tüysüz yaratırdı” söylemiyle savunmaktadır.
Cımbızın çektiklerine ilişkin bu tartışmalar, cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanıyor. İlginç olan gazete arşivlerinde hem cımbızın kaşın kuvvetini azalttığına ilişkin görüşlere (19 Nisan 1934 tarihli Akşam Postası) hem de münasebetsiz tüylerden kurtulmak isteyen kadınlar için yol gösterici içeriklere ulaşılması (27 Haziran 1933 tarihli Akşam). Hatta gazetelerin kadınlara özel tavsiyeler içeren sayfalarında yüzdeki kılların giderilmesiyle ilgili okur sorularına yanıt olarak ideal bir yöntem olarak cımbızın önerildiği de görülüyor (24 Kasım 1932 tarihli Son Posta).
Cımbıza ve cımbız üzerinden kadın bedenine ilişkin bu tartışmalara ve nihayetinde cımbızın yaygın kullanımına rağmen, kadınların cımbıza ulaşma ve bunu deneyimleme biçimleri içinde bulundukları bağlama göre değişmiş. Taşrada kadınların kaşlarıyla kentlerdekilere göre daha geç ilgilenmeye başladıklarını söylemiştik. Kırsal alanlardaki kadınların cımbızla tanışmalarında, kente gidenlerin dönerken yanlarında cımbız getirmeleri kadar, at arabalarına takılı römorklarda taşıdıkları eşyalarla köyleri periyodik olarak ziyaret eden ve çeşitli ürünleri satıp karşılığında para veya muadil eşya alan çerçilerin de rolü var. Özellikle Kürt illerinde “mırtıf” olarak isimlendirilen göçebe topluluklar, halı veya peynir gibi ürünler karşılığında kadınlara cımbız satmışlar:
İki ayda bir mırtıf çerçiler bizim köye de uğrarlardı. Ha bugün ha yarın gelecekler diye yollarına bakardık. At arabasının arkasında bizim buralarda hiç olmayan şeyler bulunurdu… Geldiklerinde köy bir bayram yeri… Diş de çekerlerdi, sünnet de yaparlardı… Kalaycılık da onlarda en güzel çeyizlik de… Bir gün reisin karısı bir köşede bekleyen köylü kadınlara bir küçük sandık getirdi… İçinde bir göz sürmesi, bir ruj, bir de cımbız… Biz ecnebi diyarlara da gidiyoruz, artık güzelliğin makbulü budur… Bedava değil elbet, karşılığında kocalardan gizli bir koca tulum peynir verdik… Hepsini birden işlemeyin yüzünüze, önce erkekleri alıştırın. Alıştıracağız ama bir evde kaynana, kayınvalide… Kadınlar sırayla uyumadan kocalarının yanında sürme çektiler, bir akşam ruj sürdüler… O sürme, o ruj tüm köyü dolaştı… Dayak yiyen de oldu, kumadan kurtulan da… En son bir garibin kaynanası ikisini de aldı, kırdı, attı… Kaba elimize en son cımbız alıştı. Önce yekpare kaşları ayırdık, sonra biraz alttan biraz üstten… Onu da aradılar da bulamadılar. Bir gün köyde bir bağırış çağırış… Koştuk bir de ne görelim! Komşunun çocuğu elini camla kesmiş, camlar kıymık kıymık etinin içinde… Hastane yok, doktor yok. Aklıma cımbız geldi, dedim getireyim kıymıkları çekelim… Çocuğu kurtardık da kendim yandım. Cımbızı bende gören kayınbabam köyde kadınları bu Ermeni tohumu tarumar etmiş diye beni bir dövdü, ben 1 hafta ayağa kalkamadım… İşin tuhafı cımbızı da kendi cebine koydu, tarağının yanında taşıdı… Yıllar sonra ilk İstanbul’a göçtüğümüzde evimizin karşısında bir kadın kuaförü gördüm… Cama yakın sandalyede ne zaman cımbızla kaş alınsa, yediğim dayak aklıma gelirdi (Izgayra Hanım’la (82) Antalya’da bir sohbetten, 05.08.2022).
Tüm bunlara karşın “Gulyabani’yi Venüs’e çevirebilecek kudrette olan” malzemelerden biri olan cımbız (14 Ekim 1937 tarihli Son Telgraf), tutanın eline yakıştıkça ve cımbızı tutan el ustalaştıkça onun çektikleri de kadın dünyasından öteye geçer. Bir başka deyişle, kaşlarıyla “derdi” olanların çoğu kadın gibi gözükse de son yıllarda giderek daha fazla erkeğin kaşına cımbız değiyor. Bazıları yalnızca “martı” kaşlarının ortasını alırken, bazıları ise 4D anatomik erkek kaş tasarımı tekniği gibi patentli uygulamalarla kaşlarını tümden şekillendiriyor. Özellikle 2000’lerde başlayan metroseksüel erkek modası, kozmetik endüstrisinin ihmal ettiği erkeklere ulaşmayı hedeflemiştir ve başarılı da olmuştur. Mahsun Kırmızıgül ve Özcan Deniz yekpare kaşlarının ortasını alarak metroseksüel evrimin öncüleri olup karikatürize edilen “kıl yumağı, keko, kırsal kökenli erkek profilini” aşındırmaya çalıştılar. “Kırsal kabalığın kentli nezakete devrinin” sembolü olan bu yeni erkek imajının özellikle genç erkekler arasında popüler olması, cımbızın erkek bakım ürünleri arasında yer almaya başlamasını ve daha da önemlisi erkeklerin ücret karşılığı kaş almasını beraberinde getirmiştir. Bugün erkeklerin kaşlarını basit düzeyde alan mahalle berberlerinin yanı sıra daha profesyonel araçlar kullanarak kaş tasarımı yapan erkekler de var.
Bir yandan erkekler yüzlerinde kurtulmak istedikleri tüyler için cımbız kullanırken; kafa derilerinde sahip olmak istedikleri kıllara da yine cımbızla benzer bir çalışma mantığına sahip araç gereçler vasıtasıyla ulaşıyorlar. Bugün büyük şehirlerin sokakları, saç ektirme operasyonu sonucu sargıyla dolaşan yerli veya yabancı erkeklerle dolup taşıyor.
“Umurunda mı Dünya?”
Kıllara şekil verilmesiyle yaratılan tasarımlanmış görünüm, dünyada olan bitene karşı kayıtsızlığı pekiştiren bir ben-merkezci imajı pekiştirmiştir. Nitekim kendiyle meşguliyet için gereken boş zamana sahip olma, politik-ekonomik istikrar hissini bireysel düzeyde arttırmakla mümkün olmuştur. Bu görünümle, kendini politik meselelere adamış solcu kadınların “dava”ya tutkuları ölçüsünde kalınlaşan kaşları, solcu kadın prototipinin başat unsurlarından biri olmuştur.
Necdet Şen’in Hızlı Gazeteci serisinin “Bacı” başlıklı serüveninde uzun süreli bir mahpusluktan sonra dışarı çıkan Fazilet’e herkes “bacı” diye seslenmektedir. Onu cinsiyetsizleştiren bu tavır, kendisini davasına adamış ve dünyevi hazlardan, estetik kaygılardan, küçük burjuva duyarlıklarından azade bir figüre gönderme yapmaktadır. Fazilet, Hızlı Gazeteci’ye olan hayranlığının, cinsiyet kimliğinin bastırılmasına yönelik öfkesinin ve en önemlisi, 80’lerde güçlenen kadın özgürleşmesi mücadelesinin etkisiyle bedensel hazların, cinsel cazibeye sahip olmanın politik kimliğine ve mücadelesine halel getirmeyeceği gerçeğinin farkına varır. Saçlarına modern bir şekil verir, kalın kaşlarını inceltir. Bunu, kendisine bacı diye seslenip ona bir kalıp rol ve kimlik atayan dava arkadaşlarına, alaycı bir meydan okumayla beyan eder.
Popüler Cımbız
Kadınların cımbız ve aynayla mesaileri her dönemin güzellik idealine erişme kaygısı taşıyorduysa da aynı zamanda bu uğraş, eril sistemin eleştirisine de uğruyordu. En eski ve ünlü örneği Orhan Veli’nin Cımbızlı Şiir’i olan bu eleştiri sağanağı cımbız/ayna ikilisini kullanan kadınları umursamazlık, tembellik ve bencillikle itham ediyordu:
Ne atom bombası
Ne Londra Konferansı
Bir elinde cımbız, bir elinde ayna
Umurunda mı dünya?
Bu tasasızlık, kadınları çekici de kılıyordu bir yandan. Bu yüzden bu dizeler, tasasız kadın güzelliği ve evcilliğine övgü de içeriyordu. Eril sistemin ikiyüzlü yapısı, kamusal alandan ve düşünsel faaliyetlerden uzak tuttuğu kadını, arzularının nesnesi haline getirmeye çabalarken; aynı zamanda bu durumu kadının yetersizliğine, zaaflarına bağlıyordu. Nükhet Duru’nun seslendirdiği ve sözlerini resmi tarihin en ünlü kurgusal anlatıcılarından olan Turgut Özakman’ın yazdığı Mahmure, yine siyasal alandan ve söylemden uzak bir konfor ve haz ile sarmalanmış bir kadın prototipi çiziyordu. Orhan Veli’den ilham aldığı açık olan bu sözlerde güzelliğine düşkün bir kadın tasvir ediliyordu. Her iki kadın da belli ki üst sınıfa mensuptular. Ev içi emeği üstlenen başka kadınlar sayesinde bedensel bakıma, el işi ve seyir gibi küçük keyiflere zaman ayırabilecek kadar da boş zamanları vardı:
Elinde cımbızı aynası, cumbada oturur mahmure
Çıktı mı akşam ayazı, tumba da yatar Mahmure
Rastık çekerek Mahmure, yastık dikerek Mahmure
Yaşar yuvada kuş gibi, sek sek sekerek Mahmure
Olurken her şey tarihin tenceresinde aşure
Kahve de içer keyifle, penceresinde Mahmure
Kendisi de güzellik salonları sahibi yeni nesil şarkıcılardan Neslim Güngen, cımbız ve aynayla özdeş, dünyayı umursamayan süslü kadın imgesine Ben Varım şarkısıyla meydan okuyordu. Orhan Veli ve Turgut Özakman’daki kadınların aksine özel alanını idame ettirecek ve kamusal alanda kendisini güçlendirecek sosyal konumu ve maddi gücü kendi emeğiyle kazanan ve bu sebeple de idealize edilmiş beden imgesine aykırı düşen bir kadındır şarkıdaki.
Fakat o da bakım/güzellik ile entelektüel birikim ve mesleki becerinin bir arada olamayacağı kanısındadır:
Elimde ayna, elimde cımbız
Yok vallahi, yok billahi
Çalış çalış hepsini ben yaptım
Çatır çatır yerim neme lazım.
Serdar Ortaç’ın Cımbız adlı şarkısında cımbız, erkeklerin alışkın olmadıkları acı verici bir faaliyet olan tüylerden arınmaya göndermeyle bir işkence aletine dönüşür. Aşkına karşılık bulamayan erkeğin, kaşlara şekil veren aletle âşık olduğu kadına kendi istediği şekli verme, onu kendisine bağlama arzusunu dile getirir. Tarihte de bir işkence aleti olarak kullanılmış olan cımbız, aşk acısı çeken bir erkeğin muhatabına fiziksel acı çektirme fantezisini dillendirir:
Aşk olsun hiç değerim yok
Sanırım sen bir bakar körsün
Yeri dolmadı müsterih olsun
Ama geri dönmem, yok
Kime nispet bu havalı halin?
Canım aşkım, bir düşünebilsen
Neler hissettin bana karşı?
Bir konuşabilsen
Cımbız, cımbız çekeceğim kaşını
Belki bir anda şeklin değişir
Feministler kendine vakit ayırmanın, özen göstermenin mecazı olarak kullanmayı tercih ettikleri cımbız-ayna metaforunu İzmir’de 1994’te çıkardıkları Cımbız dergisinde işlediler. Topluluk önce İzmir’deki yerel radyo kanalı Radyo Fon’da bir program yapmaya başladı. Programın adı “Cımbız”dı. Sonra aynı kadınlar, dergi çıkardılar. Sahibi ve yazı işleri müdürü Alev Girli idi. Cımbız dergisi tek bir çıkış yazısıyla yayımlanmadı. Cımbız kolektifinde yer alan feministler, derginin ilk sayısında yazdıkları yazılarda, Cımbız dergisinden ne beklediklerini kendi dilleriyle aktarmaya çalıştılar (Karakuş, 2022):
Kadınlar olarak yazmayı öğrenmeliyiz. Yazmak demek düşünmek demek… Farklı bir tarzda üretmek demek… Bizi boğan pratik işlerden bir parça uzaklaşmak; derin bir nefes almak… Düşünmek… Düşünmeye vakit ayırmak (Nergiz).
Feminist kelimesi bizleri korkutmasın. Feminist sözcüğünün benimsenmesi kadın sorunlarına köktenci bir bakışı simgeliyor (Fatoş).
Son olarak da günlük dilde cımbızlı tabirlere bakalım. “Cımbızlamak” çok kullanılan bir deyimdir. Bağlamından koparmak, meram edilenden farklı ve daha sansasyonel bir unsuru öne çıkarmak anlamında kullanılır. Medya sektöründe tirajı veya izlenme/tıklanma oranını arttırmak için uzun bir beyanatın, söyleşinin veya basın bildirisinin içinden bir ifadeyi seçip öne çıkarmak yaygın bir alışkanlıktır. Kaynağın niyetini, fikrini tahrif eden ve olumsuz sonuçlara yol açabilen bir uygulamadır bu ve cımbızlamaya örnektir. Aynı zamanda çalmanın argodaki karşılıklarından biridir “cımbızlamak.”
“Ağzından cımbızla laf almak,” pek de konuşkan olmayan kişilere; “burnundan kıl aldırmamak” ise tavizsizliğe, hatta kibire gönderme yapar. Öğrencileri sürekli tedirgin eden ve iğneleyici sözlerle aşağılayan kadın öğretmenlere de “cımbız” lakabı takılır. Genç yaşta yitirdiğimiz Filiz Bingölçe’nin Kadın Argosu Sözlüğü’nde ise yanağını kıstırmak, bir kimsenin canını yakacak şekilde sıkıştırarak sevmek, “cımbız almak” olarak adlandırılır.
Barış Bıçakçı, Aramızdaki En Kısa Mesafe, “Pul Biriktirenler,” 2015, İletişim
Kemal ile aynı sınıftaydık. Arada sırada birbirimizin pul albümlerine bakıyorduk. Pullarını öve öve bitiremiyordu. Değerli bir pul gösterirken, gol attığı zamanlardaki gibi ellerini yumruk yapıp karnına dayıyor ve “Ho, ho, ho, ho!” diye gülerek zıplıyordu. Bizim iki pul albümümüz, onunsa tam beş albümü vardı. Pulları tutmak için özel cımbız, incelemek için de büyüteç kullanıyordu. Albümlerinden birinin ilk sayfasına tek bir pul koymuştu. Üzerinde en eski telefonla en yeni telefonun yan yana resmi olan bir Finlandiya pulu. Damgasızdı. Kemal çok değerli olduğunu söylüyordu. Fareye benzeyen, uzun ve kalın kuyruklu bir hayvan ile kırmızı bir kuşun olduğu Avustralya pullarını kardeşim çok sevmişti. Üzerinde kuyruğu ve sırtı dikenli bir dinozor resmi olan Kenya pulu, saksının içinde küçücük bir ağaç resmi olan Tayland pulu, karlı dağlarıyla bir İsviçre pulu, bisikletlerine binmiş bir kadınla bir erkeğin resmi olan bir İngiliz pulu gerçekten güzeldi. Ama ben en çok yolda yürüyen iki kişinin pulunu seviyordum. Etekli bir kadın ve çanta taşıyan bir erkek. Yalnızca ayakları ve yere düşen gölgeleri görünüyordu. Alman puluydu. Gizemli bir puldu.
Gaye Boralıoğlu, Meçhul, 2015, İletişim
– Evladım açıklayayım. İbrahim’i bana göndermelerinin sebebi –Antalya’da oteli olan eski bir arkadaşım var, o göndermişti– çocuğun bir illeti vardı, bu illeti önce tarif, sonra da mümkünse tamir etmem isteniyordu. Tarif deyip geçmeyin, öyle bakılıp da şudur, şöyle böyle olur denebilecek türden, basitçe adlandırılacak bir vaka değildi. Çok daha derinde, büyük bir mesele vardı. – Demek biliyorsunuz. Evet, acı hissetmiyordu İbrahim. Tenine ateş tutun, cımbızla tek tek tüylerini yolun, etleri şişinceye kadar sopa atın, gık demiyordu. Önce inat ediyor, numara yapıyor sandım. Ama numara yaparak ne gibi bir kâr sağlıyor olabilirdi. Düşündüm: Hiç! Biz onun ağzından laf almak ya da ceza vermek istemiyorduk ki, dolayısıyla bu işkencelere katlanmasının, durun yapmayın, canım acıyor yahu dememesinin hiçbir anlamı yoktu. Bunca eza cefa karşısında suskun kalmasının tek bir anlamı olabilirdi: İbrahim sahiden hissizdi. Yani tatlıyı ekşiden, acıyı tuzludan ayırt edebiliyordu ama ağrı, yanma, batma, sızlama, kuruma, kısaca insana ah dedirtecek, of dedirtecek hiçbir acı hissi duymuyordu. Gözleri kısık, yüzünde belli belirsiz bir tebessümle öyle duruyordu. Birden korkuya kapıldım. Belki de insanüstü bir canlıyla, bir melekle, bir cinle, kimbilir belki de azraille karşı karşıyaydım. Bunu düşününce sahiden yüreğimi ağır bir sıkıntı kapladı. Ya Allahü Taalâ’nın beni sınamak için gönderdiği bir kutlu kişiye eziyet ettiysem. Ya bir cinle, Azrail’le oynaşıp onu ateşlendirdiysem.
(…) Herkes söyleyeceğini söyledi. Markası okunmaz hale gelmiş bir teyp bütün söylenilenleri kaydetti. Kayıtlar dinlendi, bir bir kâğıda döküldü. Kâğıda dökenler kimini yanlış duydu, kimini eksik aktardı. Bazen de kendi kelimelerini ve hatta kendi cümlelerini araya kattı. Böylece yalan ve dolan iyice birbirine karıştı, sahte ve gerçek sessizce örtüştü. Her şeyi birbirinden ayırmak isteyenler, eğri ve doğruyu bir bakışta anlayanlar küçük dillerini yuttu, gözleri yuvalarından uğradı, akılları apışıp kaldı. Zavallıcıklar çaresizlikten küçüldüler küçüldüler, karafatmalarla birlikte tahta döşemelerin aralıklarından geçip karanlık köşelere sindiler. Sessizce kaosun bitmesini beklediler. Bütün maşalara, bütün cımbızlara, bütün büyüteçlere, bütün eleklere ve her nevi en modern ilmi cihazlara rağmen birini diğerinden ayırt etmek gittikçe daha zor oldu; kaos büyüdü de büyüdü.
Arman, A. (2006). Yüzüklerin yeni efendisi Sevan Bıçakçı. Hürriyet. https://www.hurriyet.com.tr/yuzuklerin-yeni-efendisi-sevan-bicakci-5054420
Bayer, M. (2011). 1500 yıl önce de ”cımbız” eldeymiş. Anadolu Ajansı. www.aa.com.tr/tr/yasam/1500-yil-once-de-cimbiz-eldeymis/414679
Berber-Babalık. B. (2015). Osmanlı Kuyumculuğunda Ermenı̇ler ve Bı̇r Ermeni Aı̇lesi Örneği: Arslanyanlar, (Yüksek Lisans Tezi). Aydın: Adnan Menderes Ünı̇versı̇tesı̇, Sosyal Bı̇lı̇mler Enstı̇tüsü.
Bingölçe, F. (2001). Kadın Argosu Sözlüğü. İstanbul: Metis.
Büyükşahin, T. (2020). İthal toplu iğne ve cımbıza 9.3 milyon dolar ödüyoruz. Sözcü. https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/ithal-toplu-igne-ve-cimbiza-9-3-milyon-dolar-oduyoruz-5559733/amp/
Danzikyan. (2020). Bir zamanlar Beyoğlu’nda Ermeni ve Rum kuyumcu ustalar vardı. Agos. https://www.agos.com.tr/tr/yazi/23577/bir-zamanlar-beyoglunda-ermeni-ve-rum-kuyumcu-ustalar-vardi
F35’e parça üreten Türkiye, toplu iğne ve cımbız ithalatı için 9.3 milyon dolar harcıyor. (2020). Patronlar Dünyası. https://www.patronlardunyasi.com/haber/F35-e-parca-ureten-Turkiye-toplu-igne-ve-cimbiz-ithalati-icin-9-3-Milyon-Dolar-harciyor/230242
Kamacı, F. Z. (2019). Hz. Peygamber Devrinde Kadınların Süslenmesi.
Kara, N. (2017). Gel de Kıl Olma. F. Şenol Cantek (Der.) içinde. Aynanın Önünde, Cımbızın Ucunda: Kuaför Kitabı. (91-96), İstanbul: İletişim.
Karakuş, F. (2022). 1 Ekim 1994: Küçük gruplar, feminist yayınlar- Cımbız dergisi çıktı. Çatlak Zemin. https://catlakzemin.com/1-ekim-1994-kucuk-gruplar-feminist-yayinlar-cimbiz-dergisi-cikti/
Yeni Moda dergisinde yay gibi kadınlarıyla çağdaş kadın imgesi. (2020). Kadın Eserleri Kütüphanesi. http://kadineserleri.org/wp-content/uploads/2020/04/Hanımlar-Aleminden-Rozaya-Kadın-Süreli-Yayınları-Bibliyografyası-1.pdf
Kapak görseli: Kadın sayfasında güzellik derslerinden: Kaş ve kirpiklerimiz, 1932. Kaynak: Son Posta no. 623 (21.04.1932), s. 9