Devlet: Mülkiyetin Şu Karanlık Nesnesi
Giriş: Önce Kaos Vardı
Adalet mülkün temelidir!
100 Sene 100 Nesne Ansiklopedisi’ne dahil olmuş a’dan y’ye –ağaçtan yola– hemen her nesnenin bir muhatabı, “nesnelerin nesnesi” devlet, ilişkilenme konumuna göre nesne, özne; bazen de her ikisi birden olabilen gözle görülmez, elle tutulmaz soyut bir varlık. TDK Sözlük’te “toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel kişilik.” Modern ulus-devlet temelli bu tanıma göre, belirli sınırlarla birbirinden ayrılan devletler, sahip oldukları topraklarda yaşayan insanların ve toplulukların, birbirleriyle ve doğa ile olan ilişkilerini düzenler; aslına bakarsanız bazen de düzensizleştirir. Buradaki tanımla imlenen, Batı Avrupa’da kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişim sürecindeki pratikten doğup bugüne kadar farklı formlar almış olan kapitalist devlettir. Devlet, feodal toplumsal ilişkilerin çözülüşünün, en basit tabirle, ölümüne “kim daha çok kapacak” savaşının “kaos ve anarşi” ortamında istikrar arayışına bir cevaptır. İnsanın bencil, çıkarcı, gözü doymaz ve rekabetçi olduğu iddiası/varsayımı temelinde yükselen bu devletin varlık nedeni, ölümsüz Tanrı’nın buyruğu altında, barışın ve güvenliğin kurulması ve sürdürülmesidir (Hobbes, 1993). Bu mutlak devlet, muhtemelen bölüşüm savaşından sonra, klasik ve çoğulcu liberallerin kuramsal katkıları ve toplumsal mücadelelerin zorlamalarıyla sınırlandırılıp daha katılımcı bir görünüm alsa da, devletin asli varlık nedeni bugün de aynı: Mülkiyeti, serbest piyasayı ve yaşamı, anarşiye ve kaosa karşı güvenceye almak.
Diğer yandan dünya tarihi, anarşi ve kaos olarak ifade edilen kriz dönemlerinde sınırlandırılmış devletin, olağanüstü hâl gerekçesiyle, mutlak sıfatını geri almakta hiç gecikmediği konusunda yeterince deneyime sahip. Olağanüstü hâl dönemleri, normal durumdan bir sapma olarak ifade edilse de devletlerin zor ve şiddet araçlarındaki donanımı ve bütçesi, tüm diğer kurumları kıskandıracak boyutta. Bu güvence ve istikrar ortamı, yine bu tarihsel sürecin bir ürünü olan sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet bölünmeleri arasındaki çelişkiler bastırıldığı sürece mümkündür. Bu çelişkilerin sonsuza kadar bastırılması da mümkün değildir: Kapitalist olmayan tüm toplumsal ilişkileri yıkma ihtiyacı, emek gücünü yeniden üreten bir unsur olarak ailenin devamlılığının sağlanması ihtiyacı ile çelişir. Emek gücünün değerini azaltma ihtiyacı, onu yeniden üretme ihtiyacı ile çelişir. Devletin müdahale ve düzenleme yapma ihtiyacı, piyasa istikrarı ile çelişir. Bu yazının sınırları içerisinde, kestirmeden gitmek pahasına, ırk ve toplumsal cinsiyet bileşenleriyle işçi sınıfının serbest piyasa düzeninin somut eşitsizliklerine ve açık sömürüsüne itaatinde sorun olmasaydı devlete gerek duyulmayabilirdi denebilir.1 Somut eşitlik, hak ve adalet taleplerine yönelik toplumsal mücadelelerin veya mevcut düzene itaatsizliklerin neden olduğu krizler ve kaosa karşı kapitalist devletin aldığı önlemlerin, onun biçiminde tarihsel olarak –liberal, sosyal demokrat, neoliberal, faşist, yeni-faşist gibi– farklılaşma olarak görünmesinin nedeni budur. Kapitalist devletin bugünkü formu, a ülkesinden b ülkesine farklı versiyonlarda görünüyorsa ülkelerin kendilerine özgü spesifik farklıklarının bundaki etkisini göz ardı etmemek gerekir. Kültür çalışmalarının bu kadar yüceltildiği bir zamanda, kapitalist devletin hareket ettiği kültür, tarih, ekonomik ve siyasal mekân ve zamanı, mutlak bir türdeşlik içinde ele almak çok da objektif olmasa gerek.
Gerçek şu ki kapitalist devlet kadar gizemli başka bir toplumsal ilişki de yok. Onun bu gizemi, görünümü ile gerçekliği arasındaki geniş açıdan kaynaklanıyor. İnsanın üretim, siyaset ve din gibi birbiri ile ilişkili olan toplumsal oluşumunu birbirinden kopartıp farklı alanların konusu yapmasından. İnsanın üreten işçi, oy veren vatandaş ve inanan olarak bölünüp bu alanların –ekonomik, siyasal, dinsel– birbirinden bağımsızmış gibi gösterilmesinde yatıyor bu gizem. Toplumsal bir varlık olan insanın, cinsiyetten dinine ve diline, özel ve kamusal olarak bölünmesiyle, gerçekliğinin parçalanmasının, mevcut eşitsizlikleri, vahşeti, cinneti perdeleyebileceği varsayılıyor. Kapitalist devletin sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırk temelinde yükselen karakterinin veya her türlü sömürü ve eşitsizliğin, “ortak ulusal çıkar” ve “kutsal aile” çatısı altında gizlenip çelişkilerin geciktirilebileceği hesaplanıyor.
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi2
Türkiye’de de devletin bu gizemli görünümü, onun kapitalist formlarından ayrı düşünülemez. Türkiye, ulus-devletleşme sürecine sonradan dahil olan bir ülke olarak bu tarihsel pratiği kendine özgü koşullarda deneyimledi: Bir asırdır biriktirdiği çelişkileri, bugün devasa bir çığa dönüştürmüş, bunu bastırmak için de faşist formunu her geçen gün derinleştirmiş olarak. Batı Avrupa’da yüzyıllardır süren dönüşümü, bir kapsül halinde topluma verip bu dönüşümün dozuna, yan etkilerine, bünyenin buna hazır olup olmadığına bakmadan ansızın bir istikrar umarak. İkinci yüzyıla girerken iki arpa boyu yol alır gibi yapıp beş arpa boyu geri düşerek. Bir şeyin kopyası ne kadar kötü olursa o kadar. İlk asrında eteğinde biriktirdiği kayaları savura savura ikinci yüzyılına girdiği şu günlerde, ilk yüzyılın tek-ulus hayalinin yerini, öldüresiye bir kutuplaşma almış durumda. İlk yüzyılın tutmayan Türkçülük merkezli birlik, beraberlik, bütünlük ideolojisiyle dışsallaştırılan, sömürülen kesimleri üzerinde, benzer bir pratikle bu sefer de Türkçülük ve İslamcılık kombinasyonunda patinaj yaptırılıyor. İzleyen satırların ilk başlığı birinci yüzyılda tek ulus taşlarıyla döşenen yolun ikinci yüzyıla bıraktığı mirasa odaklandı: Beka. Diğer başlık bir kısım ulusun refahı adına diğer kısımların çapulcu, terörist, sürtük seklinde marjinalleştirdiklerine, suçlulaştırdıklarına: Bekanın borçlandıklarına.
Geçtiğimiz Yüzyılın Mirası: Beka
Türk’üz: cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi;
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz!
10. Yıl Marşı
Türkiye devleti uzun bir süredir, hızını alamayan bir otomobil gibi, yoğun bir trafikte hiçbir ışığa ve sürücüye aldırmadan arkasındaki, sağındaki, solundaki devasa konvoyuyla ilerleme inadında. Bir an dursa, sanırsınız imha olacak oracıkta. Buradaki trafik, devletin yurttaşlarıyla karşılaşmasında onlara ait olan kamusal alanı nasıl ihlal ve işgal ettiğine dair hem somut bir durum hem de bunu toplumsal yaşamın en mikro alanlarına kadar nüfuz ederek yapması anlamında bir metafor: Başında, cumhurbaşkanı sıfatıyla Erdoğan’ın bulunduğu AKP’li tek parti iktidarında vücut bulan bu devletin özel olana da kamusal olana da çökmesi. Geçtiğimiz aylarda, İstanbul Fatih Kocamustafapaşa’da AKP plakalı ve çakarlı bir aracın, bir taksicinin yolunu kesmesi üzerine geçen diyalog bunu en çarpıcı bir şekilde özetliyor:
-Sen benim kim olduğumu biliyor musun?
-Sen devlet misin lan yavşak!
146. kuruluş yıldönümünde Danıştay başkanının ayağa fırlayarak düğmesi olmayan cübbesinin önünü, Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın konuşmasına sinirlenip salonu terk eden Erdoğan karşısında iki eliyle kapatmaya çalışması ve daha sonrasında da Erdoğan’a arabasına kadar eşlik etmesi, taksicinin sorusuna verilecek cevaplardan biri gibi. Hak, hukuk, adalet uygulamakla görevli, bağımsızlık iddiasındaki devlet kurumu temsilcilerinin, tam da bu nedenle düğmesiz olan cübbelerine hayali düğmeler dikip iliklemeleri, bugün devletin ne olduğuna dair tarihe geçecek bir cevap olarak da görülebilir. Son zamanlarda çokça duyduğumuz “Nerede bu devlet?”, Devlet benim ben!”, “Sen devlet misin lan!?” gibi isyan cümlelerinin arkasındaki devleti zenginden alıp halka geri verme ihtiyacının da…
Peki kimdi bu konuştuğumuz devlet? Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle Erdoğan’ın “İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’de yönetim sistemi tümden değişmiştir… Artık ülkede ‘fiili gücü’ olan bir cumhurbaşkanı var… Şimdi bu fiili durumun hukuki çerçevesini netleştirmek gerekiyor!” derken aslında demek istediği, benim “fiili gücüm,” benim “fiili hukukum,” benim “fiili anayasam” geçerli, yani “devlet benim!”dir (Cerrahoğlu, 2018).
İkinci yüzyıla girdiğimiz günlerde hikmetinden sual olunma ihtimali şimdilik tümden ortadan kalkmış olan bu devletin mutlak olana dönüşü, Tanrı-devlet özelliğini öldüresiye korumak zorunluluğundan geliyor. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişten önce de hâlihazırda sınırlı olan hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı gibi yasal araçlardan veya oldukça daraltılmış bir siyasal alanın konusu olan toplumsal taleplerden kaynaklı herhangi bir engel ihtimalini dahi kaldırma kuvveti yok mevcut halin. Tam gaz ilerlerken önünden çekilmeyip itaat etmeyeni ya çapulcu ya dinsiz ya terörist ya da sürtük ilan ediyor. Arkasındaki, sağındaki, solundaki konvoyunu hasarsız ilerletmesinin, kendi konvoyunun altında ezilmemesinin koşulu ve zorunluluğu bu. Nitekim devletin başı olarak, ülkeyi yönetme emrini, ana muhalefet partisinin Kandil’den, kendisinin de Allah’tan aldığını her fırsatta dile getiriyor. Hem kendisinden başka bir mümkünün olamayacağının hem de “asrın felaketi” olarak nitelendirdiği Maraş depreminde olduğu gibi, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, siyasal, toplumsal her türlü kötü gidişatın Allah’tan ve kaderden geldiğinin mesajını veriyor. Tanrı’nın yeryüzündeki elçisiymiş gibi davranarak siyasal sorumluluklarını devre dışı bırakıp aşağıdan, kullardan gelecek itaatsizlikleri savuşturamadığı yerde muhalefete havale ediyor. “Çok şükür başımızda bir devlet var” dedirtip ölümü gösterip sıtmaya razı ediyor.3 Deprem bölgesine günlerce gidilmese, on yıllardır ödenen deprem vergileri toz olup çeşitli ceplere kaçmış, dünyanın her köşesinden gönderilen yardımlara el konulmuş olsa da… Yani devlet, devletliğini –mülkiyeti ve yaşamı korumak– yapmasa da devlettir işte. Depremin ilk gününden itibaren bölgeye giden, gece gündüz çalışan gönüllü dernekler ve belediyeler, günlerce kulaklarımızda yankılanan “Nerede bu devlet” çığlıkları bir yana, geç de olsa gidip konut yapacağını, iş ve aş sağlayacağını vaat eden devlet çatısı altında olma beklentisi vardı işte…
22 yıllık tek parti iktidarı döneminin üstüne, sağlık durumu elverirse. bir beş yılı daha garantileyen ülkenin başına sorarsınız, tüm bunların gerekçesi devlet bekası: İç ve dış düşmanlara karşı ülkenin birliği, bütünlüğü, selameti. İktidarı boyunca insanın, doğanın ve toplumun en mahrem, en dokunulamayacak alanlarını konvoy çetelerinin talanına, yağmasına açmışken, buradan dönüşün yol açacağı büyük kazalardan ve felaketlerden korkuluyor asıl. Toplumu önce kutuplaştırıp düşmanlaştırıp sonra da salınan, esasında iktidarın olan, korkunun neden olacağı kaosun üstesinden gelmek için beka hazırda duran bir kart. Kutuplaştırılmış cumhurbaşkanlığı seçimi ortamında, AKP’li bir gazetecinin “Devletin bekası gündemdeyken kimse yediği ekmeği sorgulamaz. Yüzde 48 teröristlerle, FETÖ’cülerle aynı torbaya gireceğime utancımdan ölürüm daha iyi” diyerek en açık şekilde özetlemişti durumu. Aynı nedenle halk, milli birlik ve beraberliğin simgesi, yerli marka otomobil TOGG’u, boş tenceresine koyacağı kuru soğana tercih etmişti.4
Devletin devamlılığının sürdürülmesi, içerdeki ve dışardaki tehditlere karşı birlik ve bütünlüğün korunması anlamında beka stratejisi, Türkiye devletinin temel yönetme pratiklerinden biri olageldi. Türkiye siyasetinde dinamik bir kavram olarak beka, genelde seçmen kitlesinin bağımsızlık, toprak bütünlüğü gibi varoluşsal korkular etrafında kenetlenmesini ve ekonomik, siyasal temel hak ve hürriyetlerinden feragat etmesini içeren, sağ-siyasi hareketlerin izlediği bir pratik aynı zamanda (Yıldırım, 2023). Siyasal partilerin, devleti yöneten siyasetçilerin ve devletin yeniden üretimini sürdürecek sermaye gruplarının çıkarlarına göre cumhuriyetin her döneminde bu pratiğin muhatapları da değişti. Tarihsel olarak da devlet bekasının yönünün ve içeriğinin belirlenmesinde, cumhuriyetin kuruluş sürecinden bu yana birbiriyle çatışma halinde olan iki baskın siyasal eğilim etkili oldu: Bu eğilimlerden biri, asker-sivil bürokrasi ve aydınlardan oluşan yönetici sınıfın, kapitalist toplumsal ilişkilere eklemlenme sürecinde “Türkiye nasıl kurtulur?” sorusuna verdikleri cevaba göre, korumacı ve devlet merkezli iken; diğeri dışa açık, entegrasyona ve piyasa serbestliğine dayalıdır (Boratav, 2007: 213).5 İlk grup; İttihat Terakki etrafında toplanan ve oradan Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) uzanan kalkınmacı, devletçi, seküler ve aydınlanmacı bir paradigmayı temsil etmiş, monarşiyi devirmek için yabancı müdahalesine karşı olmuştur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka etrafındaki daha liberal olan diğer grup ise serbest piyasa ekonomisinden, ademi merkeziyetçilikten, muhafazakârlıktan ve II. Abdülhamit’i devirmek için yabancı müdahalesinden yana olmuştur (Çulhaoğlu, 2002).
Türkiye üzerine çalışmalarda eleştirel-liberal pozisyonda olan hatırı sayılır toplum bilimciye göre bürokratik elit sınıf olarak nitelendirilen ilk grup, kendi varlığının devamını devletin bekasında görmüş, cumhuriyet öncesinde başlamış olan reformların temel gerekçesini de “Devletin bekası nasıl korunur?” sorusu oluşturmuştur. Kendilerini devletin sahipleri olarak gören bu bürokratik elit sınıf, devletin bekası adına tepeden reformlar ve modernleşmeyi dayatmış, sonrasında da bunların koruyucusu olarak varlığını hep yeniden üretmiştir. Altı oktan biri olan devletçilik ilkesinde de yansıtıldığı gibi devleti kurtarmak adına toplumsal güçleri bastırmış, serbest piyasa ve din gibi çevresel unsurlara özerklik vermemiştir (Heper, 2006; Mardin, 1973). Siyasal yelpazede merkezin sol tarafında yer alan bu ilk grup, bugün büyük ölçüde CHP temsiliyetinde olup kuruluş dönemindeki 27 yıllık tek parti iktidarını saymazsak, çok partili dönemde, 1950’den sonra, kısa süren koalisyon hükümetleri yönetimleri hariç, neredeyse 70 yıl, iktidara gelmemiş, ana muhalefetin temsilcisi olarak kalmıştır. Yüz yılın uzun bir döneminde CHP’nin günah haznesinde baş sıralarda yer alan beka sorunu, devlet yönetiminde üniter-merkeziyetçi, ekonomi yönetiminde müdahaleci ve etnisite ile dini özel yaşam alanının konusu olarak gören pratiği ile ülkenin demokratikleşmesinin ve kalkınmasının önünde engel olarak addedilmiştir.
Merkezin sağ tarafındaki ikinci grubun temsilcisi bugün AKP’dir. Demokrat Parti (DP), Adalet Partisi (AP), Anavatan Partisi (ANAP), Doğru Yol Partisi (DYP) gibi serbest piyasacı, milliyetçi, muhafazakâr merkez-sağ partilerle, Milli Selamet Partisi (MSP), Milli Nizam Partisi (MNP), Refah Partisi (RP), Yeniden Refah Partisi (YRP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) gibi İslamcı-milliyetçi, Anadolu’daki küçük sermaye gruplarını destekleyen siyasal partilerin kurdukları koalisyonların bir sentezi görünümündedir. Bu sentez, cumhurbaşkanlığı sistemi olarak adlandırılan yeni siyasal rejim ve devlette yaşanan kapsamlı dönüşümle merkezîleşmiş, kişiselleşmiş, yasama ve yargı organlarının üzerinde devasa bir yürütme organında somutlaşan 21 yıllık tek parti iktidarı görünümünü almıştır. 2023 seçimleri sonrasında, sağ-İslamcı kanatla kurduğu ittifakla Türkiye siyasal tarihinde meclisteki en radikal ve kutuplaşmış iktidar grubunu temsil etmektedir: AKP, MHP, YRP, VP, HÜDA-PAR ittifakından oluşan bu kombinasyon, III. Milliyetçi Cephe hükümeti görünümündedir ve gerçeklik ile hayalin birbirine karıştığı Türkiye siyasetindeki sisi, daha da yoğunlaştırarak ülkeyi ablukaya almış durumdadır.6
Bu cephenin, 1980’lerde7 yükselen neoliberal-muhafazakâr ittifakın siyasal fikirlerini ve kadrosal zeminini hazırlayarak daha sonra kurulan tüm sağ hükümetleri biçimlendirdiği söylenebilir. İslam’ın toplumsal muhafazakârlığı, 21 yıllık AKP iktidarının da kemikleşmiş tabanını oluşturan, özellikle Anadolu ve büyük şehirlerin iç kesimlerinde yükselen grupların nüfuz ve itibar ağlarının kurulmasında etkili olmuştu. Yarı-formel cemaat ağlarının oluşumu ile hem işçi hem de sermaye sınıfının unsurları içerilmişti. Siyasal İslam’ın kimlik siyaseti etrafında birleşen bu çok sınıflı görünümü, hem neoliberalizmin kaybedenlerini hem de kazananlarını içermekte. “Çatışmalı, kutuplu, istikrarsız” siyasal ortamın, sınıfsal farklılıkların reddedilmesiyle “kültürel bir ortak değerde,” İslam’ın bütünleştiriciliğindeki ortak çıkar illüzyonunda buluşması hedef. Bu, demokratik siyasetin önünü tıkadığı iddia edilen tekçi bir halk/millet iradesi anlayışının, CHP’nin muhaliflerince, DP ile başlamış olan ve bugün AKP ile devam eden, “popülist” bir versiyonda devam etmesi demek. 21 yıldır devleti yöneten siyasal iktidar, devlet iktidarının tüm güçlerini cumhurbaşkanlığı kontrolü altında toplayıp merkezîleştirip, kişiselleştirip, devlet formunda kapsamlı bir dönüşümü gerçekleştirmiş olsa da muhalefete karşı propagandasını beka üzerinden kurmaya devam etmekte.8 Meselenin, devasa çıkarlar silsilesinin, ihalelerin, vergi aflarının, karşılıksız hibelerin, rantların ve bunların kıyısından köşesinden pay kapma ihtimallerinin sürdürülebilirliğinin bekası olduğu açık: Devasa bir borcun ve paranın yönetimini düşünürsek bu bekanın sahipleri, konvoyları var. Bir de borçlandıkları…
Devlet adama ayağıyla gelmez,
Zenginlik ve talih kişiyi kendiliğinden gelip bulmaz,
Çalışıp çabalamakla elde edilir.
Bekanın Borçlandıkları: Sen, Ben, O, Biz….
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Ece Ayhan, “Meçhul Öğrenci Anıtı”
İkinci yüzyıla girerken cumhuriyetin kurucu aktörlerinin, asker-sivil bürokrasinin iki kanadı arasında süregeldiği söylenen çatışmada ikinci grup, galip gelmiş görünüyor. İlk grubun Türkçülük temelli ideolojisinin toplum söyleminin, laik ve modern niteliğinin geleneksel değerleri ve mahalli bağları dışarıda bırakarak, “cemaat” ile millet özdeşliğine yol açtığı ve mahalli farklara izin vermediği temel eleştirilerdendi. “Batılı-olmayan” karakteriyle İslam, gelenekler, değerler, kurallar ve normlar setiydi ve tıpkı hem gayrimüslimlerin dillerinin hem de Kürt dilinin kamusal alanda ve eğitimde kullanılmasının yasaklanması gibi İslam dini de özel alanın bir konusunu oluşturmuştu (Toprak, 1996: 40; Keyder, 1987).
Türklüğün İslamiyet ile sentezine dayalı 1980 sonrası siyaset pratiği,9 sınıfa, etnisiteye, toplumsal cinsiyete dayalı çelişki ve çatışmaları, ilk gruptan farklı bileşenlerle; ama, benzer bir pratikle sürdürdü. Türk-İslam sentezi ideolojisinin “toplumsal birleştirme-bütünleştirme” stratejisi; kitlelerin sınıfsal kimlikleri ile dinsel (İslam) ve etnik (Türklük) olanlarının yer değiştirmesine odaklandı. “Milli birlik ve bütünlük” için emekçilerin, farklı dinsel ve toplumsal cinsiyet aidiyetlerinin, gayrimüslimlerin ve Kürtlerin hak arayışlarının kısıtlanması, toplumsal taleplerin politizasyonunun disiplin altına alınması, gençlik hareketlerinin bastırılması ve sol-sosyalist yükselişin engellenmesi amaçlandı (Yaşlı, 2010). Toplumu homojen bir kültürel-ekonomik bütünlük olarak kavrayan ve “ulusal-birlik” esasında birleştiren “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle” (Köker, 2008: 245) ideolojisi, çubuğu bu kez İslam’a daha fazla bükmüştü. Amaç yine “ortak çıkar” vurgusu ve “ortak gelecek” iddiasıydı. Sınıf, etnisite ve toplumsal cinsiyet farklarının tek seferde atlanarak tek bir ulus, tek bir bayrak, tek bir din içinde, Türkçülük ve İslamcılık retoriğinde eritilmesiydi.
1980 askeri darbesi, dünyada esen neoliberal rüzgârların işçi örgütleri başta olmak üzere, toplumsal hareketlerce savuşturulması nedeniyle Türkiye’yi pas geçmek üzereyken yapılmıştı. Hemen öncesinde imzalanan ve toplumun büyük kesimini oluşturan ücretli ve emekçilerin ekonomik, siyasal, toplumsal yaşamlarında büyük bir dönüşüm öngören makro-ekonomik istikrar programının uygulanması, bu sayede, mümkün olmuştu. Tüm siyasal hareketlerin, derneklerin faaliyetlerine son verildiği, daha fazla sol siyasetle ilişkili örgütlere ve politikacılara baskı uygulayan, sayısız faili meçhulle çevrili neoliberal otoriter siyasete geçişte, darbenin yüzünü güldürdüklerinin başında sermaye örgütleri vardı.
Haksız da değillerdi! Darbe sonrasında neoliberal serbest piyasa düzeninin kurumsallaşmasına yönelik kapsamlı bir neoliberal otoriter dönüşüm sürecine devam edileceği duyuruldu. Devletin ve sermayenin maddi yeniden üretimi, uluslararası uzmanlaşma modellerinden, çalışma ve tüketim kalıplarına, toplumsal yeniden üretimin bütün formlarında, emek gücünün sermayeye tabiiyeti için fırsattı. Esnek-emek ve sendikasız işçi tercih eden sermaye için bundan daha iyi bir başlangıç olamazdı. Askeri yönetim sonrası ANAP’ın başlattığı, emekçilerin tarih boyunca kazanımlarını süpürmeye yönelik özelleştirme, esnekleştirme furyasına işçi sınıfını “kan emiciler” olarak suçlayan Refah-Yol’un Çiller’iyle11 Doğadan kamu varlıklarına tüm ülkeyi iktidarın ve sermayenin talanına açanlar kendileri değilmiş gibi “Devletin malı deniz, yemeyen domuz devri bitti” diyerek bu anlayışı Tekel işçilerinin üzerine yıkan AKP döneminde neoliberal politikaların zirvesine ulaşıldı. 20 yılı aşkın süredir tek parti olarak iktidarda olan AKP’nin ilk yıllarındaki önemli faaliyetlerden birisi, 2003’te neoliberal otoriter İş Yasası’nı yürürlüğe koymak oldu.
Uzun ve esnek çalışma saatleri, yüksek işsizlik oranları, kayıt dışı istihdam, iş kazaları/cinayetleri, iş gücü piyasasının belirleyici özellikleri haline geldi. 2014’te Soma’daki maden faciası, Türkiye tarihinin en fazla can kaybı ile sonuçlanan iş cinayetiydi. Çalışma koşullarının güvenliğinin araştırılması ile ilgili verilen teklif, faciadan sadece 20 gün önce reddedilmişti. Çalışma koşullarının güvencesizliği, işçilerin kolektif varlığı ve gücünü kısıtlayan politik ortamla desteklenmekteydi.12 Sendikalar zayıfladıkça, bireysel iş gücü politikası gündemleri, kamuoyunun müzakeresinden ve kolektif/kurumsal katılımdan daha kolay dışlanır hale gelmekteydi (Bozkurt-Güngen, 2018: 4). Devlet, yasalarıyla ve kurumlarıyla, sermaye ile eş değer olmayan bir biçimde emek gücünün karşısındaydı. Emek gücü, ürettiği ürün üzerinde hak iddia ederek kolektif gücünü kullandığı an, devletin yasasını, zor gücünü karşısında bulmaktaydı.13 Hem üretim, yeniden üretim (ekonomik) hem de örgütlenme ve demokratikleşme (siyasal) talepleri için mücadelede, emek gücü üzerindeki dolaylı ve doğrudan zorlamalar devletin bir numaralı gündemine oturdu. 301 işçinin öldüğü maden kazasından sonra eylem yapan maden işçisine AKP`li yöneticinin attığı tekme de bizlerin böğrüne…
Soma işçilerinin Ankara yürüyüşü sırasında, Salihli’de jandarma tarafından gözaltına alındığı sırada, Kamil Kartal’dan, devlet-sermaye-emek ilişkisi üzerine, cumhuriyet tarihinin en etkili konuşmasını dinledik:
“Sanki suçlu bizmişiz gibi, sanki hırsızlığı namussuzluğu arsızlığı biz yapmışsız gibi, hesabı bizden sormaya çalışıyorlar. Yani hesabı sorulması gerekenlere gidip hesap sormayanlar, bize hesap sormaya çalışıyorlar. Oysa bizim haklılığımızı herkes biliyor. Bir işverene, tek bir adama gücü yetmeyen devlet, şimdi gücünü bizde sınıyor. Biz bir kere daha bağırıyoruz buradan. Devletin gücünü bizde sınamayın. Yerin yedi kat altında alin teriyle yaşamını devam ettirmek durumunda kalıp kör edilenlerden, sakat bırakılanlardan, ciğerleri çürütülenlerden hesap sormasın devlet. Devlet bunu yapanlardan hesap sorsun gücü yetiyorsa. Bir tane kıçı kırık patrondan hesap soramayan devlet, gücünü biz de sınayacak öyle mi? Öyle mi alay komutanı?!”
Devlet bekasının diğer alacaklıları, Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslimler ve Kürtlerdir. 1980`li yıllarda milliyetçilik ve siyasal İslam’a dayalı ideolojik kuşatmada, özellikle Kürt ve Alevi kökenli kent yoksullarının sahip oldukları etnik ve kültürel temelli dayanışmanın sol hareketle yakınlaşmasının kontrol altına alınması temel hedeflerdendi (Öngen, 2004: 85). Türk dili dışındaki dillerin kamusal alanda ve eğitimde kullanılmasının ve her türlü ayrılıkçılığın yasa dışı olması ve Kürt, Ermeni olmanın özel alanla ilgili bir mesele olarak görülüp kamusal alanda herkesin Türk olması gerekliliği, cumhuriyet kurulduğundan beri devam etmekteydi. Hâlihazırda Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslimlerin mal varlıklarına çökülüp bu insanlar tehcir ettirilmişlerdi). 1990’larda bir yandan Kürtlerin kendi yaşadıkları bölgelerin dışında da kimlik politikaları ve kültürel tanınma talepleri yaygınlaşırken; diğer yandan da kitlesel tutuklamaların, işkencenin, zorla yer değiştirmelerin ve köy boşaltmaların devam etmesi, Kürt hareketinin yükselişini ve siyasallaşmasını beraberinde getirdi. “Ulusal güvenlik devleti” yaklaşımıyla ordunun ayaklanmalara cevabı, “askeri zafer önce, kültürel özgürlük sonra” şeklindeydi (Toprak, 1996:113; Keyder, 1987).
Bugün mecliste radikal sağ-İslamcı, Kürt partisi HÜDA-PAR’ın temsil ettiği stratejinin arka planı bu yıllara uzanır: Kürt hareketini, yükselen siyasal İslam’a eklemleyerek hareketin, ekonomik ve siyasal haklar temelli bir sol siyasette siyasallaşmasının önüne geçmek.14 Diyanet İşleri’nin güçlenmesi, imam hatip okullarının ve kuran kurslarının artması, Alevi köylerine cami yapılması ve tarikatların buralarda desteklenmesi, bu pratiğin bir parçasıydı. 12 Mart 1995’te ve 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta, kontrgerilla tarafından şeriatçı-faşist güçlerin kullanılarak Alevilere ve Kürtlere yönelik katliam ve provokasyonların da.
Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde yıllarca devam eden sıkıyönetim uygulamaları ile Kürt sorunu, salt askeri önlemlerle çözülebilecek bir “terör” sorununa indirgenmişti (Köker, 2008: 245). Bugün Erdoğan iktidarının destekçisi konumunda bulunan Mehmet Ağar’ın, Çiller döneminde kontrgerilla ve JİTEM tarafından yapılan operasyonların baş sorumlusu olduğunu, devlet hariç, herkes kabul etmiş durumda. Geçmişte DEP ve BDP, bugün ise HDP milletvekillerinin, “terörün meclisteki uzantıları” olmakla suçlanıp AİHM kararlarına rağmen, yıllarca hapiste tutulmaları, belediyelere (seçilmişlere) atanan kayyumların yanı sıra her türlü demokratik hak ve özgürlük talebinin “terör” parantezine alınıp yasaklanmasının amacı, yine Kürt hareketinin sol-siyasetle birleşmesinin engellenmesi, hareketin marjinalleştirilerek meclis-siyaset dışında bırakılması. Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız”15 sözünün damga vurduğu Haziran 2015 seçimlerinin ardından tek başına iktidar olamayan AKP, çözüm sürecini sona erdirip Ulusal Güvenlik Konseyi’nin acil eylem planı kapsamında sistematik gündelik şiddeti devreye soktu. Sivil itaatsizlik, sosyal medya aktiviteleri gibi muhalif hareketler ulusal birliğe karşı faaliyetler kapsamına alındı. Seçimlerin yenileneceği 1 Kasım’a kadar “geçici hükümet” sıfatıyla AKP, “siyasal birliğin” tehlikede olduğuna sürekli vurgu yaparak toplumu kaos ve istikrarsızlıkla tehdit etti.16 İki seçim arası dönemde HDP seçim bürolarına yönelik saldırılar ile Türkiye’nin stratejik kentlerinde meydana gelen patlamaları, 20 Temmuz Suruç ve 10 Ekim Ankara katliamları izledi. İzleyen 1 Kasım seçimleri dahil, sonraki yıllardaki seçim stratejisi, Kürt politikacıların dokunulmazlıklarının kalktığı, hatırı sayılır kadrosunun hapiste tutularak siyaset dışına itildiği bir atmosfer yaratmak/o atmosferi sürdürmek ve şiddet, korku, kutuplaştırma ve etnik-dinsel çatışmayı körüklemek temelinde kuruldu.
Toplum kutuplaştıkça, Kürt düşmanlığı gündelik hayatın her alanına yayıldı. 2023 seçimlerinden hemen önce, sokak müzisyeni ve HDP gönüllüsü Cihan Aymaz, Ölürüm Türkiyem şarkısını söylemediği için ırkçı Mehmet Caymaz tarafından öldürüldü.
Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar!
Turgut Uyar, “Yokuş Yol’a”
Devlet elini bedenimden çek!
Yurttaşlık sözleşmesinin bir diğer eşit olmayanı, ya da bekanın diğer bir alacaklısı, toplumsal cinsiyet alanıdır. “Mal’ın tahıl, mülkün değirmen olduğu bir devirden eser kalmadıysa da devlet”in oğlu, yani erkek karakteri güçlendirilmiş olarak devam ediyor. Kemal Tahir’in Türk kadınındaki cesaret ve yiğitliği vurguladığı Devlet Ana romanındaki “Bacıbey” karakterini “devlet gibi kadın” olarak nitelemesinde de daha erkeksileşmiş bir cins tarif edilmektedir. Modern devletin toplumsal cinsiyete dayalı kurulumu, ataerkil ilişkilerle bağlantılıdır ve onunla birlikte gelişir. Devletin eril hegemonya ve eril tahakkümle tarihsel olarak birlikte gelişmesi, işleyiş düzeninin kamu-özel ayrımı ile şekillenmesine neden olmuştur (Wöhl, 2014: 90). Devlet kurumları, normatif heteroseksüel aile yaşamı, cinsiyetçi iş bölümü ve kurumların cinsiyet seçiciliği, toplumsal cinsiyet ilişkilerini belirgin bir şekilde yönetmekte ve yeniden kurmaktadır çünkü (Jessop, 2004). Erkeklerin nominal olarak daha yüksek pozisyonları işgal etmesi, erkekleri ve erkekliği destekleyen çıkarlarla devlete entegre edilmiş durumda. Kadınların ailenin merkezine konulması, nüfusun üretimi ve ücretsiz bakım işine dayalı iş bölümüne tabi kılınmaları, onların özel; erkeklerinse kamusal alanın konusu olmaları için oldukça işlevsel bir ortam sunmaktadır.
Türkiye devletinin kadın politikasında da ailenin önemi, yeni ortaya çıkan bir durum olmasa da, neoliberalizm içindeki krizler nedeniyle daha önemli bir hale geldi. Diğer yandan feminist ve LGBTQ hareketin yerel ve küresel düzeyde politikleşmesinin, kadınların güçlü erkeklerin ise klasik görevlerini yerine getiremediği bir süreçle ilerlemesi hem ataerkil pazarlığın sarsılmasını hem de ailenin çözülmesini beraberinde getirdi (Hülagü, 2021). Devlet bu sarsıntıları bugün muhafazakâr bireyci aile anlayışına dayalı politikalarla aşmaya çalışıyor. 2011 yılında Kadın ve Aile İşlerinden Sorumlu Bakanlığın adından “kadın” ifadesinin çıkartılarak, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB) olarak değiştirilmesi bu politika değişikliğinin bir sonucu olup heteronormatif, evli, çocuklu, geleneklere bağlı bir aileyi esas almaktadır. Farklı etnik kökenden gelenler, cinsel yönelimi farklı olanlar, evlenmeyip beraber yaşayanlar, dul ve boşanmış olanlar, anneliği kabul etmeyenler bu formun dışında kalanlardır.17 Devlet, bir yandan merkezine, makbul kadını oturttuğu aile merkezli politikalarını doğurganlık ve evlenme temelli ekonomik-sosyal teşviklerle daha da kutsallaştırırken; diğer yandan da kadın cinayetleri, pedofili ve namus cinayetlerini önlemeye dönük politikalar yerine “iyi hal indirimi” ile bu suçların faillerini ödüllendirici bir eğilimde. Kızlı-erkekli kalmalara müdahaleler, kürtajın defacto yasaklanması, cinsel suçlar yasasının teşvik edilmesi, tecavüze uğrayan doğursun gerekirse devlet bakar anlayışı ile hayatı ve bedeni kuşatan politikalarını yaygınlaştırıyor (Kutun, 2023). Uygulanmakta olan uluslararası sözleşmelerin Türkiye toplumunun değerleriyle, gerçekliğiyle örtüşmediği iddiasıyla İstanbul Sözleşmesi’nden kısa bir süre önce çekildi. Bugün iktidar ittifaklarından YRP ve HÜDA-PAR’ın İstanbul Sözleşmesi’nin bir parçası olan 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un tümüyle kaldırılması yönünde yaptığı pazarlığa AKP içinden birçok milletvekilinin de destek verdiği bilinmekte.
Sonuç: Ya istikrar ya kaos ya da ya devlet başa ya kuzgun leşe!
Aynı yoldan geçmişiz biz, aynı sudan içmişiz biz.
Yazımız bir, kışımız bir, aynı dağın yeliyiz biz.
Şarkılar bir, türküler bir, hep beraber söyleriz biz
Halaylar bir horonlar bir aynı sazın telliyiz biz
Has bahçemiz yurdumuzdur has bahçenin gülüyüz biz18
Devleti çalışan disiplin olan siyaset bilimindeki siyaset sözcüğünün kökeni ile bitirelim. Siyaset ya da “politika’ sözcüğünün kökeni, Yunancada polis denilen kent devletlerine verilen isme dayanır. Politika ise devlete ait işler anlamında polisin yönetimi ile ilgilidir. Arapça kökenli siyaset sözcüğü ise seyislikten gelme ve at terbiyesi, tımar etmek anlamındadır (Kışlalı, 2008). Seyislik mesleğinin nesnesi at, terbiyecisine itaat ettiği sürece sevilir, korunur, beslenir. Ölümü itaatsizlikten ve hastalıktan olur. Siyasetin yalnızca yönetmek anlamına değil; toplumu terbiye ederek, güya niteliğini yükselterek, geliştirerek yönetmek anlamına gelmesi demektir bu (Bora, 2023). Kimisini önünde “hazır ol”da bekleten, önünü iliklettiren; kimisini devlet kapısında işin var diye başına talih kuşu konacakmış sandıran, kimisine de devlet artık düş yakamdan dedirten bir pratik. Politika ve siyaset sözcükleri arasındaki bu etimolojik farklılık, geldikleri toplumlardaki devlet pratiğinin de bir parçası. Doğu-Batı, modern-geleneksel gibi ikilikler ve karşıtlıkların ötesinde, kurulmakta olan bir ulus-devletin, kapitalist toplumsal ilişkilere eklemlenme sürecinde ortaya çıkan çözülmeleri ve çelişkileri yönetirken içinden geçtiği kurumsallaşma süreci, bu pratikten azade değil. Devlet iktidarının yeniden üretiminin de bu ilişkilerin istikrarlı biçimde sürmesine göbekten bağlı olması, mistik bir beka sorunu icadıyla gerçekliğin gizlenmesini kolaylaştırıyor. Kaosun bizzat yaratıcısı olarak devlet, ya devlet başa ya kuzgun leşe misali varoluşsal her türlü dayatmayla toplumdaki kutuplaşmayı mobilize ediyor. Toplumsal demokrasi taleplerinden gelen baskılara karşı kendi bağımsızlığını koruyor. Demokratik mücadelelerden kendini koruyarak ve toplumun politikleşmesini engelleyerek iktidarını garantiliyor.
Yazı burada durmak zorundayken tekrar soralım o halde: Kimdir bu devlet? Maraş merkezli deprem sonrasında “Biz hepimiziz, hepimiz biriz” diyerek bir depremzedeye düşüncelerini soran muhabire, “Devlet olarak bir s.k.m yaptıkları yok” ise cevap, toplumsal ilişkilerin politik bir biçimi olarak devleti oluşturan bu ilişkileri dönüştürmek, bir alternatif oluşturmak için elzem.
Birkaç ağaçla başlayıp sonra bir parka, bir şehre ve son olarak da tüm ülkeye yayılan ve onca devlet şiddetine rağmen aylarca süren Gezi isyanı bunun bir kalkışmasıydı. Alevilerden, anti-kapitalist Müslümanlara, feministlere, Kemalistlere, Kürtlere, LGBTQ’lara, tek parti AKP iktidarının yol açtığı tahribata karşı tüm muhalifleri içeren bir isyandı. Devleti yönetenlerin, aile ve yakınlarının karıştığı, bugün üstü kapatılan büyük yolsuzluklara, doğanın sermayeye talanına, işçi ve kadın cinayetlerine, çocuk tacizlerine, her türlü ayrımcılığa ve her geçen gün kapsamı genişleyerek gündelik yaşamın en mahrem alanlarına nüfuz eden devlet kontrolü ve şiddetine karşı, insana, topluma, doğaya yaraşır bir yaşam için doğrudan demokrasinin, bu ilişkileri dönüştürmeye kalkışmanın bir umuduydu… Beka ile ileri sürülen korkunun kaynağı buydu işte, bu umuttu. Bu umut;
Soma faciasından sonra ölenlerin hesabını soran işçilerdi…
Türk, Kürt, Ermeni, Alevi, Sünni ayrımı yapmadan inadına halkların kardeşliği için mücadele edenlerdi…
Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet, gelsin cop, inadına isyan, inadına özgürlük pankartlarıyla 8 Mart’ları şölene çevirenlerdi…
Karadeniz’de doğal talanı durdurmak için kendilerini buldozerlerin önüne atanlardı…
Yeşil yol çalışmaları için komando eşliğinde bölgeye gelen iş makinelerine direnen Çamlıhemşinli Havva Ana idi:
Kimdir bu devlet!
Devlet bizim sayemizde devlettir
Devlet benim ben halkım!
Halkın ta kendisiydi…
Bora, T. (2023). Siyaseti Siyasallaştırmak. Birikim. https://birikimdergisi.com/haftalik/11314/siyaseti-siyasallaştırmak
Boratav, K. (2007). Türkiye İktisat Tarihi. Ankara: İmge.
Bozkurt-Güngen, S. (2018). Labour and Authoritarian Neoliberalism: Changes and Continuities Under the AKP Governments in Turkey. South European Society and Politics, 23(2).
Cerrahoğlu, N. (2018). Devlet Benim. Cumhuriyet.
Clarke, S. (2001). State, Class Struggle, and Reproduction of Capital. S. Clarke (ed.) içinde. State Debates. Palgrave.
Çulhaoğlu, M. (2002). Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu. İstanbul: YGS.
Heper, M. (2006). Türkiye’de Devlet Geleneği. N. Soyarık (Çev.). Ankara: Doğu Batı.
Jessop, B. (2004). The Gender Selectivities of the State. Journal of Critical Realism, 3(2).
Hobbes, T. (1993). Leviathan. S. Lim (Çev.). Ankara: YKY.
Hülagü, F. (2021). Toplumsal Yeniden Üretim Krizi ve Kapitalist Devletin Erkek Sorunu: Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet Faili Erkekleri Cezalandır(ma)ma Politikaları Bağlamında Bir Değerlendirme. Praksis, 157.
Keyder, Ç. (1987). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar. İstanbul: İletişim.
Kışlalı, A. T. (2000). Siyaset Bilimi. Ankara: İmge.
Köker, L. (2008). Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye. Ankara: Dipnot.
Kutun, M. (2023). A theoretical understanding the ‘right-wing populist’ abortion politics in
Turkey: Symbolic violence of the state, Intersections. East European Journal of Society and Politics (IEEJSP), 4.
Mardin, Ş. (1973). Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics? Daedalus, 102(1).
Öngen, T. (2004). Türkiye’de Siyasal Kriz ve Krize Müdahale Stratejileri: ´Düşük Yoğunluklu Çatışmadan ‘Düşük Yoğunluklu Uzlaşma Rejimine.’ N. Balkan & S. Savran (Haz.) içinde. Sürekli Kriz Politikaları. İstanbul: Metis.
Toprak, B. (1996). Civil Society in Turkey, Civil Society in the Middle East. A. Richard (Ed.) içinde. E. J. Brill. Social, Economic and Political Studies of the Middle East and Asia (Vol. 2).
Wöhl, S. (2014). The State and Gender Relations in International Political Economy: A state-
Theoretical Approach to Varieties of Capitalism in Crisis. Capital & Class, 38(1).
Yaşlı, F. (2010). Bir Uzlaşmanın Tarihçesi: Türk Sağı, Devlet ve AKP. Ç. Sümer & F. Yaşlı (Der.) içinde. Hegemonyadan Diktatoryaya AKP ve Liberal-Muhafazakâr İttifak. Ankara: Tan.
Yıldırım, D. (2023). Beka Stratejisinin İşlevi. Cumhuriyet. https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/deniz-yildirim/beka-stratejisinin-islevi-1233321
Kapak görseli: “Tek Devlet”: Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Binali Yıldırım 15 Temmuz Şehitler Anıtı’nda, 2017. Kaynak: Twitter Görseli []
- Nihayetinde serbest piyasa liberallerinin, devletin hem minimal hem de güçlü olmasını istemelerindeki amaç, serbest piyasa işleyişini aksatacak itaatsizleri bastırmaktır. Tam da bu nedenle radikallere göre devlet, tümüyle ortadan kaldırılması gereken bir varlıktır.
- Kanuni Sultan Süleyman’ın hasta yatağında söylediği bilinen bu söze göre, insanlar arasında devletten daha saygın bir şey yoktur; ama, cihanda bir nefeslik sağlık gibi de devlet yoktur. Burada devlet mutluluk, talih anlamında kullanılmıştır. Bkz. https://www.aydin24haber.com/olmaya-devlet-cihanda-bir-nefes-sihhat-gibi-3318yy.htm
- Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı romanı, devletin topluma yaydığı bu sinmişlik üzerinedir.
- Tencerenin boş olmadığı; ama, dolu da olmadığı, AKP`nin yoksulluğu tabana yayıp ülkeyi, yardımların hiç olmamasındansa azıcık olsun şükürcülüğünde (neoliberal refah sistemi) yönettiği üzerine analizler bu bakımdan önemli.
- Boratav (2007), bu iki farklı yaklaşımın Türkiye’ye özgü bir çatışma içinde olmadığını, serbest ticareti ve piyasa mekanizmasını yücelten klasik, neoklasik iktisat okulları ile kapitalizmin gelişimine geç katılan kıta Avrupası ülkelerinde, özellikle Almanya’da yeşeren korumacı müdahaleci okullar için de geçerli olduğuna dikkat çeker.
- Emin Alper’in yönettiği 2015 yapımı Abluka filmi, bu sis altındaki gerçeğin rahatsız edici bir temsilidir.
- Türk-İslam sentezi ideolojisi, 1960’larda milliyetçi-muhafazakâr kesimin yükselmekte olan solu hedefine alarak bir karşı hegemonya oluşturma arayışının bir sonucudur ve 1967’de Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) öncülüğünde toplanan “Birinci Milliyetçiler Kurultayı”nda temeli atılan ve AP’nin iktidar olduğu 14 Mayıs 1970’de kurulan “Aydınlar Ocağı”na dayanmaktadır (Yaşlı, 2010: 211).
- 2014’te Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne (CHS) fiili geçiş, 2016’da askeri darbe girişimi sonrası OHAL yönetimi ve 2018 seçimleri ile kurumsallaşan rejim değişikliğinin hepsi birden bu kriz sürecinin yönetimiyle ilgilidir.
- Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde sol, sosyal demokrat, Alevi, Kürt her kesime karşı aşırı şiddet uygulanarak öğrenci ve isçi hareketlerinin sol siyasetle bütünleşmesine engel olunmaya çalışılmıştı. Komünist tehdide karşı devletin birlik ve bütünlüğünün ve milli bağımsızlığın kaybolacağı korkutmasıyla toplum sol-sağ olarak kutuplaştırılmıştı. Darbe sonrasında Malatya, Sivas ve Böngöl’deki Alevi cemaatlere saldırılara, Maraş olaylarına kadar geniş çaplı faili meçhullerin arkasında bu İslami sağ-siyasal pratiğin yer aldığı bilinen bir gerçek.
- TOBB ve TİSK lobilerinin görüşlerinin sadakatle izlendiği 1980 askeri müdahalesinin hemen ardından TİSK Başkanı Halil Narin, darbeyi bu cümle ile karşılamıştır.
- Dönemin DYP-RP (Refah-Yol) koalisyon hükümetinin başbakanı Tansu Çiller.
- Soma faciasından sonra Taksim 1 Mayıs’a kapatıldı.
- Emek, sermaye ve devlet iliskileri üzerine kapsamli bir teorik cerceve icin bkz. Clarke, 2001.
- Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince ile kimdir vatandaş, kimdir soydaş, kim bizden, kim bizden değil soruları bir yana, İslam ortak paydasında Suriyelilere yönelik açık kapı politikası ve ardından verilen vatandaşlıklarla kucak açan AKP’nin mülteci politikası da bu çizgidedir. Mülteci meselesinde AKP, Türklük temelli kimlik söylemi yerine İslam’ı temel alırken, CHP Türklüğü temel almaya devam ederek ırkçı bir pozisyonda kalmıştır.
- Çözüm sürecinde AKP ile yapılan ittifak döneminde, Kürt hareketinin demokratik talepleri Türkiye toplumunda geniş bir karşılık bulmuştu. Türkiye tarihini değistirecek bu sürece, AKP’nin neolberal otoriter yönetiminin derinleşmesi karşısında HDP’nin sol siyasetle bütünlesmis muhallafeti nedeniyle son verildi.
- “(…) Tek millet olmanın gayreti içindeyiz (…) 78 milyon olarak ve biz tek bayrak, onun peşindeyiz. Unutulmasınki devletin olmadığı yerde ne özgürlük, ne demokrasi, ne hak, ne hürriyet olur. Sadece kaos olur, kan olur” (Erdoğan, 2016). Bkz. https://www.ntv.com.tr/turkiye/kilicdarogluna-tepki-gosterdi,nntjpw3d20KmPY3jmWOKbw
- AKP’nin sağlıkta reform anlayışının temelinde olduğu iddia edilen “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” politikası, sadece makbul, AKP’ye oy veren vatandaşı kapsıyor.
- Tarihin en kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı, ötekileştirici seçim kampanyası olan 2023 cumhurbaskanlığı seçimlerinde AKP’nin şarkısının sözleri.