FABRİKA
MUSTAFA KEMAL COŞKUN

İÇERİK

Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne bakıldığında fabrikanın, “işlenmemiş veya yarı işlenmiş maddelerin makine, araç vb. ile işlenerek tüketime hazır duruma getirildiği sanayi kuruluşu, üretimevi” olarak tanımlandığı görülür (TDK, 2022). Ne var ki bu tanım, genel olarak doğru olmakla birlikte fabrikanın gerçekte sahip olduğu işlevlere ve neden olduğu değişimlere ilişkin bize çok bir şey söylememektedir. Zira kendi hesabına çalışan bir marangoz, demirci ya da terzi de aşağı yukarı aynı şeyi yapmakta, yani nesnelerin ya da hammaddelerin biçiminde ve işlevinde değişiklikler yaparak üretimde bulunmaktadır. Ama sadece bu nedenle bir fabrika sayılmazlar. Eğer böyle olmasaydı, Devrim Çağı kitabında Hobsbawm, burjuva devrimlerinin başlangıç tarihi olarak –başka şeylerin yanında– İngiltere Lancashire’da modern anlamda ilk fabrikanın kurulmasını göstermezdi (2003a: 12). Bunun nedeni, 1700’lerin sonlarında kurulan bu fabrikaların bugünkü şekli ile, yani sırf makinaya dayanan bir işletme olmasıydı (Freyer, 2014: 40) ve fabrika böylece tam anlamını kazanıyordu. Bu nedenle fabrika, zanaatkârların kullandığı el araçlarının basit bir biçimde makinelere dönüşmesini değil; yeni icat edilen makineler ve emekçilerin bir bütün oluşturacak biçimde biraraya gelmesini ifade ediyor (Pamuk, 1990: 15); kısaca, zanaatkârlardan farklı olarak emekçilerin kullandıkları üretim araçlarıyla bir araya gelme biçimlerini değiştiriyordu.

Bu noktada işçi, makine karşısında bir özne miydi yoksa nesne konumunda mıydı sorusunu yöneltmek anlamlı olabilir. Söz konusu olan nispeten küçük atölyelerde zanaatçının gerçekleştirdiği üretim olsaydı, çalışanın kullandığı alet karşısında bir özne konumunda olduğunu söylemek mümkün iken; modern fabrika söz konusu olduğunda “işçiler, sadece bilinçli organlar olarak bilinçsiz organlar ile aynı durumdadır ve onlarla birlikte merkezi hareket gücüne tabi bulunurlar” (Marx, 2011: 401). Makinanın kapitalist biçimdeki kullanımı, yani modern fabrika sistemini karakterize eden ve işçi sınıfının ortaya çıkmasını sağlayan da budur.

Türkiye’de Fabrika

Fabrikanın temel üretim yeri olarak yarattığı, yukarıda kısaca bahsettiğimiz gelişim ve dönüşümlerin önemi, Türkiye’de fabrikanın da anlamını daha net biçimde kavramamızı sağlamasından dolayıdır. Nitekim Türkiye’de fabrika, sadece sanayileşmenin değil, aynı zamanda modernleşmenin ve modern yaşam biçiminin yaygınlaşmasının, bir tip olarak işçinin varlık kazanmasının, hem sanayide hem de tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesinin ve fabrikaya bağlı olarak yeni kentlerin ortaya çıkmasının da tarihidir.

Türkiye sanayileşmesini Osmanlı’dan başlayarak karakterize eden ve böylece ülkenin birçok yerinde fabrikaların kurulmasını sağlayan birkaç önemli noktaya vurgu yapmak gerekir. Bunlardan ilki, devletin fabrika açma ve işletme konusunda öncülük etmiş olmasıdır. Gerek Osmanlı’nın son dönemlerinde, gerekse cumhuriyetin ilk yıllarında, her ne kadar özel girişimlerin fabrika kurmaları özendirilmiş ve kimi kolaylıklar sağlanmışsa da, bunun tam bir başarıya ulaştığını söylemek zordur (Özgür, 1976: 167). Dolayısıyla, Tanzimat Fermanı’nın ilanından, 1946’ya kadar devam edecek olan sanayi politikalarına kadar devletin, sanayileşme ve fabrika açma konusunda öncülük yaptığı görülür. Bu erken dönem sanayileşme politikalarının Avrupa sanayileşmesinden farklı olarak bir dizi önemli başka sonuçlar yarattığını söylemek yanlış olmayacaktır. Aşağıda bu sonuçlara kısaca değinilmektedir.

Ziraat Bankası Adana Mensucat Fabrikası işçileri Cumhuriyet Bayramı’nda geçit töreninde, 1930’lar. Kaynak: Salt Araştırma, Fotoğraf ve Kartpostallar Koleksiyonu / AHADAN050 []

Devlet İçin Fabrika: “Her Fabrika Bir Kaledir”

Cumhuriyetin 15. Yılında “hür ve müstakil Türkiye”: Fabrikalar. Kaynak: 15. Yıl Ulus İlavesi (30.10.1938), s. 17.

1937’de Nazilli Basma Fabrikası’nı Atatürk, “Her fabrika bir kaledir,” diyerek açmıştır. Aslında herhangi bir yere fabrika açılmasındaki öncelik, piyasadaki talep değil; devletin talebi, daha doğrusu devletin, fabrikaları kendisi için açmasıydı. Fabrikaların kale olarak görülmesine neden olan da buydu belki. Nitekim Osmanlı’da kurulan ilk fabrikalar, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için değil; çoğunlukla askeri ihtiyaçlar için açılmıştı (Clark, 1974: 75). Aynı mantık kısmen, cumhuriyetin kurulmasıyla da devam etmiştir. Bunun en bilenen örnekleri, özellikle devletçilik uygulamasına geçiş ile birlikte Sümerbank (1933), Kırıkkale Silah Fabrikası (1935), Karabük Demir-Çelik Fabrikası (1938) gibi doğrudan devletin ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan fabrikalardır. Üstelik bu ihtiyaçların öncelikle askeri ihtiyaçlar olduğunu tekrar vurgulamak gerek. Kırıkkale ve Karabük’te kurulan fabrikaların yeri, Genelkurmay Başkanlığı’nın kararıyla belirlenir; çünkü, bu fabrikaların kolay işgal edilmemesi için denize kıyısının olmaması gerekmektedir. Örneğin kurulacak demir-çelik fabrikasının yerinin seçilmesinde, Genelkurmay Başkanı Çakmak’ın “düşman ordusunun top menziline düşmeyecek kadar içerlek, piyadenin ulaşamayacağı kadar kuytu, süvarinin dörtnala kalkamayacağı kadar sarp bir yer” (akt. Aydın, 2018: 269) sözleri etkili olmuş ve o zaman bir yerleşim yeri olmayıp sadece coğrafi bir bölgenin adı olan Karabük, bu koşullara uygun olduğu için, fabrikanın kurulduğu bölge olmuştur. İşin daha da ilginç yanı, Karabük Demir-Çelik Fabrikası’nın açılması planlanırken ülkede henüz demir cevheri madeninin bulunmamasıdır. Demir cevherinin Cezayir’den getirilmesi planlanmıştır. Maden Tetkik ve Arama’nın (MTA) yaptığı çalışmalar sonucu, Divriği bölgesinde demir madeni yatakları bulunur ve 1938’de, fabrika açıldıktan bir yıl sonra, ilk demir cevheri üretilir (Yücel, 2014: 30). Karabük’ün fabrikanın kurulması için seçilme nedeni, Kırıkkale Silah Fabrikası için de geçerlidir. Öncelikle en kolay yatırım yapılabilecek, en fazla kâr getirecek, en kolay işçi bulunabilecek yerlere yatırım yapılarak fabrika açılmamış, daha çok devletin ihtiyaçları gözetilmiştir.

Fabrika
Faaliyete Geçiş Tarihi
Bakırköy Pamuklu Dokuma Fabrikası 1934
Kayseri Bez Fabrikası 1935
Ereğli Bez Fabrikası 1937
Nazilli Basma Fabrikası 1937
Malatya Bez Fabrikası 1939
Bursa Merinos Fabrikası 1938
İzmit Kağıt ve Karton Fabrikası 1936
İzmit Selüloz Fabrikası 1934
Gemlik Suni İpek Fabrikası 1938
Karabük Demir Çelik Fabrikası 1938
Zonguldak Antrasit Fabrikası 1935
Keçiborlu Kükürt Fabrikası 1935
İstanbul Cam ve Şişe Fabrikası 1935
Isparta Gül Yağı Fabrikası 1935

Tablo:1 Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde

İşçileşme

İş gücü bulma sorunu Türkiye sanayileşmesinin başlangıçtaki en önemli açmazlarından biridir. Nitekim 1920’lerde küçük üretim ve geleneksel imalat tarzı, hâlâ hakimdi. 1927 yılında sınai işletme başına düşen ortalama işçi sayısı % 3.9’du (Yavuz, 1998: 177). Bu işletmelerin % 70’i dörtten az işçi istihdam etmekteydi ve sınai işletmelerin sadece % 10’u dörtten fazla işçiyi istihdam eden işletmelerde çalışıyordu (Ahmad, 1998: 136-137). 1930’lu yıllardan sonra uygulanan devletçilik politikası ve sanayi yatırımlarıyla sınai işletme başına düşen ortalama işçi sayısı, 1934’te % 52.8’e çıkacaktı (Yavuz, 1998: 177). Aslında tam da Marx’ın belirttiği biçimde her yeni kurulan fabrika, yüzlerce, her gelişen sanayi kenti binlerce, her sanayi bölgesi de on binler hatta yüz binlerce yeni işçi gerektiriyordu (Freyer, 2014: 58). Bu anlamda, kurulan fabrikalara işçi bulmak, bunun için de köylüyü işçileştirmek, bu erken dönemde devletin işi olmuştu. Devlet, hangi bölgede fabrika kurduysa özellikle o bölgedeki köylüleri alıp işçi yapıyordu ve tekstil gibi sektörlerde buna kadınlar da dahildi.

Ancak sorun sadece nicel bir sorun değil, aynı zamanda bir nitelik sorunuydu. Yani köylüyü topraktan koparıp fabrikaya sokmak yetmiyor, aynı zamanda kalifiye bir eleman olarak yetiştirmek gerekiyordu. Bu sorun ileriki yıllarda fabrikalarda işçilere verilecek eğitimlerle çözülmeye çalışılacaktı. Nitekim İktisat Vekaleti’nde uzman olarak çalışan Von der Porten, bir raporunda şunları yazıyordu.

…gerek Feshane gerek Hereke ve gerekse Bakırköy’de hastalık daima derindir. Muallem [eğitimli] işçi ve ustalara malik değiliz. Mevcutlar aşağı yukarı işi öğrenmiş bazı kimseler ve iplikçilik, dokumacılık ve finişçilik öğrenmiş kimseler değillerdir. …gençleri iyi ve istifadeli teknisyenler olarak yetiştirmek için …politekniğin ehemmiyeti dergârdır. Fakat burada en aşağı 3 ve belki de 4 sene çalıştıktan sonra asıl öğreneceğine başlamak lazımdır. Halbuki bütün mensucat fabrikalarımız, muhtelif sanayi sahada vasi [yetkin] bir bilgi sahibi kimseler değil, bir işte bilgili işçi aramaktadırlar (akt. Aytemur, 2007: 141).

Ancak bundan önce gelen bir başka sorun, köylünün işçi disiplinine sahip olmasını sağlayacak bir çalışma disiplininin oluşturulmasıydı ki bu sorun, özellikle fabrika kentlerinde halledilmeye çalışılacaktı.

Kentleşme ve Fabrika Kentleri

Alpullu Şeker Fabrikası’nın yapımından hemen sonra hazırlanmış olan albümünden, 1928. Kaynak: Salt Araştırma, Fotoğraflar ve Kartpostallar Koleksiyonu / AHTURAL013 []

Yukarıda aktarılan biçimde fabrikanın nerede kurulacağının devlet tarafından ve devletin ihtiyaçlarına göre belirlenmesinin doğrudan bir sonucu, İstanbul, Bursa, İzmir gibi kentler dışında, özellikle Anadolu’daki kentleşmenin, bir kapitalistin ekonomik olarak en kolay ve akılcı biçimde nereye yatırım yapılabilir diye düşünmesiyle başlamamasıdır. Feroz Ahmad’ın deyişiyle “…fabrikalar aklı başında her kapitalisti isyan ettirecek şekilde Anadolu’nun dört köşesine yayılmıştı” (1998: 148). Çünkü devlet için fabrika, sırf kârdan ibaret bir şey değil; aynı zamanda ekonomiyi ve toplumu dönüştürmenin bir yoluydu. Zamanında her ikisi de çok küçük birer köy olan ve bugün birer endüstri bölgesi haline gelen Kırıkkale ve Karabük, açılan bu fabrikalarla oluşmuş kentlerdi. Daha fabrikaların inşa sürecinde, inşaatta çalışmak üzere bu bölgelere dışarıdan işçi göçü yoğunlaşmış ve kent aslında yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Dolayısıyla hiç de ekonomik içerikli olmayan bu zorlama, bu iki yerleşim yerini uzun vadede gerçek bir kente dönüştürmüştür. Elbette ileriki dönemlerde kentler gelişecek, fabrika kentleri yutacak ve ortadan kaldıracaktı. Ama bu projeler, Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal yapısını çoktan değiştirmişti. Nitekim, durmadan ilerleyen kentleşme ve kentlileşme sürecinde, büyük bir kent nüfusu içinde sanayi işçilerinin sayısı ne kadar artarsa, orta burjuva tabakadan olanların sayısı da o derecede artacaktır. Çünkü her yeni dış mahallede dükkânlara, zanaatkârlara, sigorta doktorlarına, eczanelere vb. ihtiyaç duyulacaktır. Bu durumda, orta tabakalar gittikçe küçülen bir kalıntı değil; sanayi toplumunun tabakalar sistemi içinde sağlam bir blok oluşturur (Freyer, 2014: 62).

Alpullu Şeker Fabrikası yerleşim vaziyet planı. Kaynak: Ayşe Durukan Kopuz, “Alpullu Şeker Fabrikası ve İşçi Konutları” METU JFA c. 35 no. 2 (2018), s. 37. / © Ayşe Durukan Kopuz

Bazı durumlarda ise tarımsal üretimi hammadde olarak kullanan fabrikalar için kaçınılmaz olarak ya o tarımsal ürünün üretildiği bölgelere ya da ulaşım ağı ile ulaşmanın kolay olduğu (örneğin demiryolu olan) bölgelere gidilmiştir. Sümerbank öncülüğünde kurulan Kayseri Bez Fabrikası ve Nazilli Basma Fabrikası buna örnek olarak verilebilir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi, sadece bölgenin kalkınmasını sağlamak amacıyla bir kapitalist için hiç de akılcı olmayan yerlere de yatırım yapılmıştır. Örneğin şeker pancarı üretimi yapılmamasına rağmen Trakya bölgesine Alpullu Şeker Fabrikası (1926) kurulmuştur. Bu aynı zamanda Türkiye’deki ilk fabrika kentidir, daha sonra açılan Karabük Demir Çelik fabrikası da bu türden bir fabrika kenti niteliği taşır. Cumhuriyetin erken döneminde kurulan Erzincan ve Erzurum şeker fabrikaları, birer fabrika kenti niteliği taşımasa da bu bölgelerde birer “fabrika yerleşkesi” oluşturulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Fabrika kenti ve fabrika yerleşkeleri, üretimin gerçekleşeceği fabrikalar için yerleşim alanlarına ve doğal olarak o fabrikalarda çalışacak iş gücünün yaşayacağı toplu konutlara gereksinim duyduğu andan itibaren, hem kent mekânını düzenlemeye başlamış hem de düzenlenmiş mekânlar yeni toplumsal yaşam alanları yaratmıştır (Tunçer, 2019: 167). Nitekim bu bölgelerde fabrikanın yanında işçiler için konutlar ve sosyal tesisler inşa edilmiştir ve bunlar işçileri de disipline edici yerlerdir. Bu anlamda bu fabrikalar, modernleşme sürecinin kentsel yapı ve sosyal yaşama dair etkilerinin güçlü bir endüstrileşme programı üzerinden aktarıldığı bir kompleks olarak değerlendirilebilir. Örneğin Alpullu Şeker Fabrikası’nda, sosyal amaçlı yapılar arasında sinema ve lokanta, hastane, revir, ecza deposu, satış mağazası, okul, cami, yatakhane ve hamam bulunur. Ayrıca stadyum, basketbol ve futbol sahası, yüzme havuzu ve küçük bir golf sahası yapılmıştır (Kopuz & Tetik, 2016). Ayrıca Sümerbank tarafından açılan bütün diğer fabrikalar benzer koşullara sahiptir.

Böylece fabrika kentleri ve yerleşkeleri, bütün bunlara yabancı olan Türk köylüsünü sanayi işçisine dönüştürüyor, geleneksel tarımsal disipline ve yaşam biçimine sahip insanları –sabah namazı vakti kalkıp güneş tepeye çıkana kadar çalışmak gibi– işçiye özgü bir yaşam biçimine –saatle işe başlayıp saatle işe son vermek gibi– ve disiplinine sokmaya çalışıyordu. Öncelikle köylüler, topraklarını işlemeyi bırakarak yaşadıkları bölgede kurulmuş fabrika yerleşkelerine geliyor ve köylü yaşamını bırakıp yavaş yavaş sanayi işçisi haline geliyordu. Yani bu fabrikalarda sadece üretim yapılmaz, işçinin nasıl davranacağı, işçi ailesinin nasıl yaşaması gerektiği gibi konular da gündeme gelirdi. Bir yerleşke olarak fabrika, köyden gelmiş topluluklar için yeni bir yaşam biçiminin oluştuğu bir mekân haline gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye modernleşmesinin, bu fabrikalar aracılığıyla etkili bir disiplin rejimiyle kurulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hobsbawm köylü yaşamından işçileşmeye doğru giden süreci İngiltere için şöyle anlatır:

Sanayi işgücü… mevsimlerdeki ya da hava koşullarındaki değişimlere bağlı olan, rasyonel işbölümü uygulanmamış mesleklerde çalışanların çok çeşitli işlemleri yaptıkları, diğer insanların ya da hayvanların akıllarına estiği gibi davrandığı… sanayi öncesi çalışma düzeninden farklı olarak, bir düzenliliği, rutini ve monotonluğu dayatır. Bu, usta zanaatkarlar gibi sanayi öncesi dönemin ücretli işgücünü oluşturan unsurlarda bile geçerliydi. Bunların çalışma haftasını Salı günü başlatma konusundaki (‘Kutsal Pazartesi’) kökü kazınamaz alışkanlıkları patronlarının başının belasıydı. Sanayi saatin, çalışma temposunu belirleyen makinelerin, karmaşık işlem süreleri dikkatlice belirlenmiş üretim süreçlerinin baskısını getirir: Hayatın mevsimlerle… ya da hafta ve günlerle bile değil, dakikalarla ölçülmesini ve her şeyden önce, yalnızca geleneklerle değil, henüz bu baskıya alışmamış insanların tüm eğilimleri ile çelişen bir makineleşmiş çalışma düzenini. Ve insanlar bu yeni biçimlere kendiliğinden alışmadıklarından çalışma disiplini ve para cezalarıyla, sözleşmelere riayet edilmemesi durumunda hapis cezasıyla… tehdit eden 1823’teki gibi Efendi ve Hizmetçi yasalarıyla, onların yemek yeme, uyuma ve… dua etmeleri için verilen Pazar günü dışındaki tüm zamanlarını alan çalışmaları karşılığında, yaşamlarını sürdürmelerine ancak yeten bir parayı aralıksız ve kesintisiz sürdürülen bir çalışma karşılığında sağlayan, çok düşük ücretlerle buna zorlanmaları gerekiyordu (2003b: 89).

Elbette İngiltere ve Türkiye sanayileşmesinde belirgin ve çok önemli bir fark, ilkinde bunun kapitalist girişimciler tarafından, ikincisinde ise çoğunlukla devlet tarafından gerçekleştirilmesiydi. Zira Türkiye’deki bu fabrika yerleşkeleri, işçileşmeyi teşvik etmenin yanında işçileri korporatist biçimde içermeyi sağlayan bir Fordist-Taylorist düzenin mekânları olmuştu. Bu nedenle Hobsbawm’ın anlattığından farklı olarak sömürünün ağırlıkla tarımda gerçekleştiği bir toplumsal formasyonda, Fordist kitlesel üretimle devlet kapitalizmi çerçevesinde yaşam bulmaktaydı. Buradaki emek disiplin rejimi, daha fazla rıza üretir ve işçileşen kitleleri, kırsal sınıflar üzerinde kurduğu egemenlik ve sömürü üzerinde yükselen, geç kapitalistleşen devletin sosyal müttefiklerinden biri kılar. Ama çalışma koşulları, dönüştürülmek istenen alışkanlıklar, Hobsbawm’ın anlattıklarına benzerdi. Buradaki diyalektik çelişki, devletin bir taraftan bir işçi sınıfı yaratırken, ki ileride kendisine karşı mücadele etmesi gereken bir sınıftır bu, diğer taraftan kendi kurallarına uygun “makbul vatandaş” yetiştirme çabasıdır (Üstel, 2005: 138).

Fabrika ve Tarımsal Üretim

Cumhuriyetin erken döneminde kurulan fabrikalar, o bölgenin kapitalist tarıma geçmesine de ön ayak olmuş, devlet bunun için özel bir program uygulamıştır. Örneğin şeker fabrikasının kurulduğu yerlerde şeker pancarı üretimini başlatması yanında devlet, bu üretimi yapan köylülere hangi tohumu kullanacaklarını tanımlamış, tohumu da kendisi vermiştir. Çiftçi toprağı talimata göre sürmektedir. Fabrika hem tohumu hem tohum dikme makinesini hem de bu makineyi işletecek adamı, çiftçi de cer hayvanlarını temin etmektedir (Tekeli & İlkin, 2009: 128). Yani, fabrikanın kurulmasıyla daha önce üretilmeyen bir sanayi bitkisi, üretim alanına sokulmuştur. Tıpkı Alpullu Şeker Fabrikası kurulduktan sonra bölgede şeker pancarı üretiminin artmasında olduğu gibi, yeni bir fabrikanın kurulmasıyla pamuk üretiminin başladığı başka bölgeler de vardır. Pamuk üretimi yapıldığı için Nazilli’de açılan Basma Fabrikası (1937) da aynı işlevi görmüş, o bölgede üretilen pamuğu ticarileştirecek bir olanak olarak görülmüştür. Fakat Malatya Bez Fabrikası, bunun en iyi örneklerinden biridir. Fabrika ilk dönemlerinde ihtiyaç duyduğu pamuğu, özellikle Ege ve Çukurova’dan, kısmen de Elazığ ve Iğdır’dan karşılamıştır. Ancak daha sonraları Malatya bölgesinde pamuk üretimi yapılmaya başlanmış ve fabrika ihtiyaç duyduğu pamuğun bir kısmını kendi bölgesinden karşılamıştır. Burada amaç, ülkenin doğu bölgelerini de kalkındırmak ve modernleştirmektir.

L’Illustration de L’Orient’in 1949 tarihli Malatya Özel Sayısı’ndan: Malatya Mensucak Fabrikası, 1949. Kaynak: Salt Araştırma, Osmanlı İmparatorluğu’nda Fransızca Basın Koleksiyonu / PFILORS01949 []

Devlet Fabrikası Özel Fabrikaya Karşı

Buraya kadar anlatılanlardan, ülkede kapitalist girişimciler tarafından kurulmuş fabrikalar olmadığı anlamı çıkmamalıdır. Zira 1923-1931 dönemi, özel girişimcilerin desteklendiği yıllardır. Ancak zamanla devletçilik politikası gereği, devletin kurduğu fabrikalar çoğalmış ve bir noktadan sonra devlet ve özel sektör fabrikaları arasında belirgin bir fark ortaya çıkmış, modern sanayi ve yönetim teknikleriyle işleyen devlet işletmeleri daha geleneksel yöntemlerle yürütülen sanayi işletmelerinde değişimi zorunlu kılmıştır.

Bununla beraber, hâlâ modern üretim tekniklerine direnenler de vardır. Nitekim Orhan Kemal’in ilk kez 1952’de yayımlanan Cemile romanında, kapitalist gelişme ile birlikte fabrika sisteminin modern ile geleneksel yönetimi arasındaki çatışma oldukça belirgin biçimde işlenmiştir. Romanda işçiler, boş bir kadro buldukları anda Sümerbank’a kaçmanın yollarını aramaktadır. Bunda Sümerbank’ın bir devlet işletmesi olarak modern üretim yöntemlerini uygulamasının yanı sıra çalışma koşullarının ve aldıkları ücretlerin de görece daha iyi olmasının etkisi vardır. Fabrikanın iki ortağından biri olan Numan Bey, Avrupa ve Amerika görmüş, modern biridir. Modern üretim ve yönetim tekniklerine yönelmiş, bu sistemi fabrikaya yerleştirmesi için de bir İtalyan mühendis getirtmiş, fabrika yönetimini yüksek eğitimli yöneticilere; mali işleri ise muhasebecilere bırakmıştır. Ne var ki diğer ortak olan Kadir Ağa, geleneksel yönetim sistemlerinden yanadır. Bu nedenle modern üretim ve yönetim tekniklerini fabrikaya getiren İtalyan’ı ve muhasebecileri fabrikasında istememektedir. Hatta bir yolunu bulup Numan Bey’den de kurtulmak, fabrikaya tek başına sahip olmak ister. Bunun için birkaç dokuma ustasıyla anlaşır, ipliklerin kopması için içlerine zımpara tozu katar. Böylece sürekli ip koptuğundan doğru dürüst iş yapamayan ve parça başı çalışan işçilerin ücretleri düşer, suçu fabrikaya yeni bir düzen getiren İtalyan mühendiste bulan işçiler, mühendise karşı ayaklanır. İşçiler, kendi sınıfsal çıkarlarının farkında değildir, hâlâ geleneksel zihniyete sahiptir ve patronlara değil; İtalyan mühendise itiraz ederler. Ancak süreç içerisinde yenilecek olan, işçiler ve modern üretim tekniklerinin karşısında Kadir Ağa’nın geleneksel zihniyeti olacaktır (akt. Coşkun, 2016: 25-26). Bu anlamda devletin açtığı fabrikalar ve oralarda işçiler için kurulan yaşam biçimi, sermaye sahibi kapitalisti de değiştirip dönüştürecek, modern teknikleri uygulamaya zorlayacaktır.

Devletçiliğin Sonu, Mücadeleler ve Fabrika

II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra sanayide devletçilik uygulaması sona erer. Ancak çoğu zaman sanıldığı gibi devlet tarafından işletilen fabrikalar özelleştirilmez ya da özel sektöre devredilmez. Hatta “devlet işletmelerinin özel sektöre devri” sloganı ile iktidara gelen Demokrat Parti bile kamu yatırımlarını genişletmek zorunda kalmıştır. Ancak özel sınai üretimde de önemli bir genişleme olduğu gözlenmektedir (Boratav, 2003: 108). Yani bir taraftan, daha önce kurulan devlet işletmeleri işlemeye devam etmekte ve devlet yeni fabrikalar açmakta, diğer taraftan da özel girişim desteklenmektedir. Burada şu noktayı unutmamak gerekir: Marshall Planı’nın parçası olarak geç kapitalistleşen pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye sanayisine de ABD ve müttefiklerinden ciddi bir sermaye ihracı gerçekleşti. Emperyalist hegemonyanın temelini oluşturan bu ihraç sayesinde 1950’lerden başlayarak ve 1960’larda hızlanacak şekilde, sanayiye ciddi bir yabancı sermaye girişi söz konusu oldu. Türkiye de dahil pek çok ülkede bu hızlı sanayileşme döneminde kurulan özel fabrikaların çoğu, ABD’li ya da Batılı ortaklarla kurulmuştu. İthal ikameci birikim ve ona dayalı sanayileşmenin önemli boyutlarından biri de budur. Dışa bağımlı özel sermayeyi sanayileşmenin ve kapitalistleşmenin öncüsü haline getiren bu birikim rejimini ve getirdiği hızlı sanayileşme-kapitalistleşme sürecini not etmek yerinde olur.

Ancak 1960’lı yıllar iki açıdan Türkiye sanayileşme tarihinin önemli bir dönemini oluşturur. Birincisi, sermaye birikiminin belirleyici alanı olarak ithal ikameci birikim rejimi ve hızlı sanayileşme ve sanayi sermayesinin iktidar blokunun yönetici gücü haline gelmesi, ikincisi, işçi sınıfının ilk kez siyaset sahnesinde kendini göstermesidir (Savran, 2010: 168-169). Nitekim 1963-1975 arasında tarımın, gayri safi milli hasıla (GSMH) içindeki payı düşerken; sanayinin payı aynı yıllar içerisinde % 15.6’dan % 23.7’ye yükselmiştir (DİSK, 1997: 127). İç pazara dönük bu sermaye birikimi sürecinde, çok sayıda işçi çalıştıran büyük işletmelerin sayısı giderek artmaya ve 1950’lerden itibaren artan göç ile işçileşme süreci de hızlanmaya başlar. Bu gelişmeyle birlikte işçi sınıfı da gelişecek ve daha 1960’lı yılların başında giriştiği mücadelelerle sermaye birikiminin önünde önemli bir engel olarak sahneye çıkacaktır.

“Karanlıkta Uyananlar”

Senaryosunu Vedat Türkali’nin yazdığı, yönetmenliğini Ertem Göreç’in yaptığı Karanlıkta Uyananlar (1964) filmi, sendikalaşmayı ve ülkeyi dışarıya bağımlı kılan yıkıcı nitelikteki montaj sanayiine karşı ulusal sanayiyi savunan işçileri anlatır. Bu senaryonun kendisi ve elbette film, aslında dönemin ithal ikameci birikim ve iç piyasaya dönük politikasını da yakından aktarmaktaydı. Yine bu dönemlerde Diyet (Ömer Lütfi Akad, 1974), Maden (Yavuz Özkan, 1978) ve Demir Yol (Yavuz Özkan, 1979) gibi grev, örgütlenme ve sendikalaşmaya odaklanmış filmlerin yapılması hiç tesadüf değildir; zira, dönemin sınıf mücadelesinin ruhuna oldukça uygundur. Gerçekten de 1960’lı yıllardan başlayarak özellikle büyük kentlerde önemli bir dinamik haline gelen işçilerin, bu yıllardan itibaren büyük mücadelelere giriştikleri görülür. 1961 yılında neredeyse ülkenin her yerinde işçiler arasında çeşitli biçimlerde sürekli bir kıpırdanma vardır. Dönemin ilk ve önemli eylemlerinden biri, 1961 Anayasası’nda grev ve toplu sözleşme hakkının tanınmasına rağmen bu haklara ilişkin yasaların çıkarılmaması üzerine 31 Aralık 1961’de gerçekleştirilen “Saraçhane Mitingi”dir. Bu mitingin önemli tarafı, o zamana kadar daha sınırlı biçimlerde kendini gösteren işçi sınıfının, kitlesel olarak toplumsal alana müdahale etmesinde önemli bir başlangıç olmasıdır. 1962 yılında artarak devam eden mücadelelerle birlikte düşünüldüğünde işçi sınıfı, sadece ekonomik değil; aynı zamanda, siyasal mücadelenin de içindedir artık. Bu grevlerin arasında Kavel Kablo Fabrikası (1963), Paşabahçe (1966), Derby Lastik Fabrikası (1968) ve Türk Demir Döküm Fabrikası (1969) grevleri en bilinenleridir. Mücadelenin doruk noktası ise 15-16 Haziran direnişi olacaktır. Thompson’un vurguladığı biçimiyle ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir yerinde işçi sınıfı, kararlaştırılmış bir zamanda güneş gibi doğmamış, kendi oluşumu içinde her zaman zaten var olmuştur.

Fabrika, işçileri ve işçileşmeyi, işçilerin mücadelesi de işçi sınıfını böylece yaratmıştır.

Vedat Türkali’nin senaryosunu kaleme aldığı Karanlıkta Uyananlar (1964) filminden grev sahnesi. Kaynak: Ertem Göreç, Karanlıkta Uyananlar (Ömer Lütfi Akad, 1964)

1980 Sonrası Fabrika: “Devletin Kaleleri”nden “Sanayisizleşmeye”

Bilindiği üzere 80 sonrası yıllar ithal ikameci birikim rejiminin yerine ihracata dayalı dışa açık birikim rejiminin geçirilmesinin tarihidir. Hatta tam da 1980 tarihi, 24 Ocak Kararları ile ekonomik, 12 Eylül darbesi ile de politik açıdan çok önemli bir yıldır Türkiye tarihinde. 12 Eylül darbesi, 24 Ocak Kararları’nda öngörülen ihracata dayalı dışa açık birikim politikasının uygulanabilmesinin yolunu açmıştır. Bu dönem, yukarıda anlattığımız fabrika modelinin artık ortadan kaldırılmaya başlandığı, yani devlet fabrikalarının özel girişime peşkeş çekildiği yıllardır. Ancak gerek işçi sınıfının 1989 bahar eylemleri, gerekse aynı tarihlerde kamu emekçisi çalışanların sendikalaşma mücadeleleri, özelleştirme furyasını biraz geciktirmiş olmakla birlikte 90’lı yıllar, özelleştirmenin zirvesi olmuştur. Bu dönemde fabrikanın başına iki şey gelmiştir: Devlet tarafından işletilen fabrikalar ya bir özel girişimin eline geçerek işlemeye devam etmiş ya da tamamen kapatılmıştır. Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin özelleştirilmesi de bu yıllarda yoğunlaşacaktır.

Malatya Bez Fabrikası yerine Malatya Park AVM. Kaynak: Pinterest / @iremkaya1996 []

Kapatılan fabrikalar da işlevini değiştirmiştir. Beykoz Kundura Fabrikası bir etkinlik mekânı, Ankara Et Balık Kurumu ve Malatya Bez Fabrikası bir alışveriş merkezi, Bomonti Bira Fabrikası bir eğlence mekânıdır artık. Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası ve Nazilli Basma Fabrikası, bulundukları kentlerdeki bir üniversiteye tahsis edilmiştir örneğin. Yapılan bazı saha çalışmaları, İstanbul’da cumhuriyetin ilanıyla beraber kurulmuş birçok fabrika alanının, 1980’den sonra hızlı bir şekilde farklı işlevlere dönüştüğünü göstermiştir. Nitekim İstanbul’da 291 adet sanayi fonksiyonunu terk etmiş fabrika alanının % 48’i marka gayrimenkul yatırımlarına dönüştürülmüştür ve projelendirilen; ancak, dönüşümün henüz gerçekleşmediği alanlarla birlikte bu oran % 55’e çıkmaktadır (Ayık % Avcı, 2018: 1284). Ama özellikle 2000 yılı ve sonrası sadece özelleştirme değil; aynı zamanda, bir sanayisizleştirme sürecidir. Bunun en güzel örneği TEKEL fabrikalarıdır. Nitekim bu fabrikalar özelleştirilmiştir: ancak, fabrikaları satın alan Amerikan şirketi aslında sadece fabrikaları değil, bu fabrikalarda üretilen sigaraların isim hakkını satın aldığından fabrikaları kapatmıştır. Zira kendi fabrikalarında üretim yapılmaktadır. TEKEL işçilerinin 2010 yılındaki mücadeleleri tam da bu sanayisizleştirmeye karşı gerçekleşmiştir.

Kaynak: Dünya Bankası, World Development Indicators

Grafik, bu sanayisizleştirme sürecini açık biçimde göstermektedir. 1989 yılına kadar artan imalat sanayi katma değer payı, özellikle 2000’li yıllarda giderek düşmeye başlamış, 2010 yılında en düşük seviyeyi gördükten sonra bir miktar artmaya başlamakla birlikte; 1980’li yılların sonundaki seviyesine ulaşamamıştır. Aslında sanayi sektörü ekonominin en dinamik, formel ve örgütlü kesimidir. Sanayisizleşmenin artması, bu nedenle, enformalleşmeyi ve güvencesiz çalışmayı beraberinde getirmiştir. Böylece iş gücü piyasası da bireyselleştirilip esnekleştirilmekte, bu da örgütsüzleştirilmiş bir toplumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

1970’de tekrar yayınlanmaya başlayan DİSK gazetesi’nin 4. sayısı (13.11.1970). Kaynak: Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı / Süreli Yayınlar Arşivi [https://bit.ly/3YaHtTb]

Diğer taraftan sanayisizleşme süreci işçileşmenin de ortadan kalkması anlamına gelmemelidir. Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak köylü nüfusun topraktan kopma süreciyle başlayan işçileşme, cumhuriyetin kuruluşu ve fabrikaların kurulmasıyla devam etti. Bu dönemler hem ekonomik kalkınma hem de modern yaşam biçiminin topluma yayılma hedefinin, fabrika aracılığıyla gerçekleştirildiği yıllardı. Buradaki paradoks, üretim araçlarından tümüyle kopmuş bir kitle yaratmanın, politik sonuçları açısından istenmeyen, tehlikeli bir durum olmasında yatmaktadır. Ne var ki izlenen ekonomik politikalar, objektif olarak işçileşmeyi peşinden getirecekti. 1960’lı yıllar işçileşme sürecini, dolayısıyla topraktan kopma sürecini artırmış ve bu durum 1960-1970 arasında gerçekleşen işçi eylemleriyle sınıfın politik olarak ortaya çıkışına neden olmuştu. Ancak 80’li yıllar işçileşme açısından bir başka sıçrama anıdır. Bu dönem büyük bir mülksüzleşme dalgasına da şahitlik etmektedir. Bu sefer 60’lı yıllardan farklı olarak üretim araçlarından kopanlar arasında formel ve örgütlü kesimde iş bulanlar daha az olacaktır, zira büyük tesislerin eriyip dağılması, küçük üretimin yaygınlaşması, enformel ve kayıt dışı olanın desteklenmesinin sonucudur bu. Dolayısıyla bugün ortaya çıkan sonuç, büyük fabrikaların kapanmasının ve bir kısmının dönüşmesinin işçileşmeyi azaltmaması; fakat, güvencesizlik ve örgütsüzlüğü arttırmasıdır.

Yukarıda da vurguladığımız gibi bunun sonucu, özellikle 1990’lı yıllar itibariyle fason ve merdiven altı üretimin, kamuda taşeronlaşmanın ve kayıt dışı çalışmanın artması, bu türden üretimlerin fabrikanın yerine geçmesidir. Fason üretimle bir mal üretebilmek için yapılması gereken iş ve faaliyetler, bunun için gerekli kaynaklar artık tek bir işletmenin bünyesinde toplanmıyor, bunun yerine farklı işletmelere dağılmış biçimde gerçekleştiriliyor. Günümüzde Türkiye’de özellikle uluslararası tekeller ve büyük şirketler için organize sanayi bölgeleri ve küçük sanayi siteleri, fason üretim veya taşeron işletme yönteminin en uygun odaklarıdır (Bayülken & Kütükoğlu, 2012: 47). Diğer taraftan, bazı sektörlerde fason üretim, özellikle 2005 yılından itibaren Çin, Bangladeş, Vietnam gibi iş gücünün daha ucuz olduğu ülkelere kaymıştır ve giderek yoksul Afrika ülkeleri de buna dahil olmaktadır (Özbek, Esmer & Şaylan, 2018: 91).

Bu bağlamda, sanayisizleşme ve sonuçları sadece Türkiye için geçerli değildir. Nitekim İtalya’da büyük firmalar, fabrika boyutlarını küçültmüş, üretim döngüsünü fabrikalar arasında bölüştürmüş ve işi, geniş ve büyüyen bir küçük firmalar, zanaatkâr atölyeleri ve yerli fason işçiler ağına bırakmıştır. Japonya’da ileri üretim teknikleri kullanan büyük firmalar, küçük tedarikçi firmalarının teknolojik yenilikler yoluyla üretkenliklerini arttırmaları konusunda ısrarcı olurken, küçük firmaları bilgisayar aracılığıyla büyük firmalara bağlama ve böylece büyük şirketlerin üretim üzerindeki kontrolünü büyük ölçüde arttırma yönünde adımlar atılmaktadır (Murray, 1983: 74). Bu durum bir grup araştırmacı tarafından “esnek uzmanlaşma,” başka bir grup araştırmacıya göre ise “neo-Fordizm” olarak adlandırılmaktadır (Smith, 1994: 40). Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, işçi sınıfı açısından bunun sonucu daha yoğun bir işsizlik, parçalanma, çok daha düşük ücretler, yoksullaşma ve örgütsüzleşme olmuştur. Hatta sanayiden uzaklaşmanın ve modernleşme projesiyle birlikte anılan demokratik kurumların gelişiminin duraksamasının, küreselleşmenin 21. yüzyılda ilk elde gözlenen ana eksenini oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz (Yeldan & Yıldırım, 2015: 73).

Türkiye açısından sanayisizleşmenin bir başka sonucu taşeronlaşmadır. 1985 yılında dönemin ANAP’lı devlet bakanı Tınaz Titiz, taşeronluğun işsizliğin çözümü olduğunu savunarak şunları söylemişti:

Bugün işsiz olanların içinde yüksek tahsil yapmış olanların sayısı da büyüktür. Biz vasıflı işçilere, gidin kendi adınıza bir şirket tescil ettirin, diyoruz. Kendi adına şirket tescil ettirmek 3-5 bin liranın içindedir. Ondan sonra bir sirküle mektup hazırlatarak bütün kamu kuruluşlarına başvurun. Ben şu şu hizmetleri kuruluşunuza vermek istiyorum; ben teknik resim çizmek istiyorum; ben raporlarınızı yazmak istiyorum; ben form dizaynı yapmak istiyorum, gibi iş tekliflerinde bulunun. Böylece tam gün istihdam edilemeyen kişi, part-time istihdam edilebilir, iş esasına ve kontrol usulüne göre iş verilebilir (akt., Koç, 2001: 3).

Fason üretim ve taşeronluk sisteminin özellikle işverenlere önemli bir esneklik getirdiğini söylemek yanlış olmaz. Büyük şirketler artık küçük bir iş gücünü işyerinde tutarken; önemli bir kısmını ise, özellikle durgunluk ve kriz dönemlerinde kolaylıkla işten çıkarılabilmektedir. Böylelikle iş gücü maliyeti de düşürülmekte, rekabet gücü ve kâr artırılmaktadır (Koç, 2001: 10).

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hem kalkınmanın hem modern yaşam biçiminin hem de işçi sınıfının gelişiminin itici gücü olan fabrika, Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreciyle birlikte yerini küçük işyerlerine bırakıyor görünmektedir. Tüm bu nedenlerle eğer fabrikanın geleceğine yönelik bir öngörüde bulunabilirsek, bunun derin bir belirsizlik içerdiğini söylemek yanlış olmaz.

KAYNAKÇA

Ahmad, F. (1998). Cumhuriyet Türkiye’sinde Sınıf Bilincinin Oluşması, 1923-1940. D. Quatert & E. J. Zürcher (Der.) içinde. Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1839-1950. C. Ekiz (Çev.). İstanbul: İletişim.

Aydın, B. (2018). Karabük’te Fabrikanın Kuruluşu ve İlk İşçiler: 1940’lı Yıllarda Çeltik Tarlasından Sanayi Kentine Dönüşüm. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 6 (65).

Ayık, U. & Avcı, S. (2018). Ekonomik ve Mekânsal Boyutlarıyla Sanayisizleşme. TÜCAUM 30. Yıl Uluslararası Coğrafya Sempozyumu. 3-6 Ekim 2018, Ankara.

Aytemur, J.Ö. (2007). 1930-1945 Yılları Arasında Türk Yönetim Düşüncesi: Sümerbank Örneği Üzerinden Tarihsel Bir Çözümleme, (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Antalya: Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimeler Enstitüsü.

Bayülken, Y. & Kütükoğlu, C. (2012). Organize Sanayi Bölgeleri, Küçük Sanayi Siteleri, Teknoparklar. Ankara: TMMOB, Makine Mühendisleri Odası.

Boratav, K. (2003). Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002. Ankara: İmge.

Clark, E. C. (1974). The Ottoman Industrial Revolution. International Journal of Middle East Studies, 5(1), 75.

Coşkun, M.K. (2016). Orhan Kemal’in Romanlarında Toplumsal Dönüşüm ve Sınıflar. Devrimci Marksizm, 26, 25-26.

DİSK (1997). 6. Genel Kurul Çalışma Raporu. İstanbul: Gözlem.

Eldeş, I.Y. (2019). Sümerbank Dokuma Fabrikalarının Dönüşümü (1935-2019): Kayseri, Ereğli, Nazilli, Bursa ve Malatya Örnekleri, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü.

Freyer, H. (2014). Sanayi Çağı. B. Akarsu & H. Batuhan (Çev.). Ankara: Doğu Batı.

Hobsbawm, E. (2003a). Devrim Çağı. B. S. Şener (Çev.). Ankara: Dost.

Hobsbawm, E. (2003b). Sanayi ve İmparatorluk. A. Ersoy (Çev.). Ankara: Dost.

Koç, Y. (2001). Taşeronluk, Fason Üretim: Sorunlar, Çözümler. Ankara: Türk-İş Eğitim.

Kopuz, A. D. & Tetik, T. (2016). Trakya’da modern yaşamın izleri; Alpullu Şeker Fabrikası ve işçi konutları. A+Arch Design Int. J. Architecture Design, 2(3).

Kopuz, A. D. (2018). Alpullu Şeker Fabrikası ve İşçi Konutları. METU JFA, 35/2.

Marx, K. (2011). Kapital I. M. Selik & N. Satlıgan (Çev.). İstanbul: Yordam.

Murray, F. (1983). The decentralisation of production–The decline of the mass-collective worker? Capital and Class, 7(1).

Özbek, A., Esmer, Y. & Şaylan, O. (2018). Türkiye Hazır Giyim Sektöründe E-Girişimcilik Bağlamında Yeni Ürün Geliştirme İçin Bir Model Önerisi. Iconsr 1th International Conference on Social Science Research. 5-9 September 2018, Prizen, Kosovo.

Özgür, Ö. (1976). 100 Soruda Sanayileşme ve Türkiye. İstanbul: Gerçek.

Pamuk, Ş. (1990). 100 Soruda Osmanlı-Türk İktisadi Tarihi 1500-1914. İstanbul: Gerçek.

Savran, S. (2010). Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri, 1908-1980. İstanbul: Yordam.

Smith, T. (1994). Flexible Production and the Capital/Wage Labour Relation in Manufacturing. Capital and Class, 18(2).

TDK. (2022). Fabrika. https://sozluk.gov.tr/

Tekeli, İ. & İlkin, S. (2009). Uygulamaya Geçerken Türkiye’de Devletçiliğin Oluşumu. İstanbul: Bilge Kültür Sanat.

Tunçer, A.S. (2019). Kentbilim Eğitiminde Edebi Metinleri Kullanmak. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, XLVI.

Üstel, F. (2005). Makbul Vatandaşın Peşinde. İstanbul: İletişim.

Yavuz, E. (1998). Sanayideki İşgücünün Durumu, 1923-1940. D. Qoatert & E. J. Zürcher (Der.) içinde. Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler, 1839-1950. C. Ekiz (Çev.). İstanbul: İletişim.

Yeldan, E. & Yıldırım, D. (2015). Küreselleşme ve Sanayisizleşme Sanayisizleşme Bağlamında Türkiye’de ve Dünyada Demokrasi Açığı. Çalışma ve Toplum, 2.

Yücel, F. (2014). Cumhuriyet Türkiye’sinin Sanayileşmede İlk Önemli Adımı: Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı 1934-1938. Ankara: TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası.

Kapak görseli: Erken cumhuriyetin ikilisi: Fabrika ve tren (Karabük, 1992). Kaynak: ETH-Bibliothek Zürich, Bildarchiv / Fotoğraf: Bärtschi, Hans-Peter / SIK_03-08812 / []

İLGİLİ NESNELER