- Giriş
- Tanım ve Etimoloji
- Zeki Müren Kapısı
- Kapının Önünde duralım!
- Kapıları Çalan Benim
- Aç Kapıyı Ben Geldim!
- Meşhur Ayakkabı Meselesi (Ayakkabı Kutusu ile İlgimiz Yok)
- Kapıyı Açmak
- Aç Kapıyı Bezirgân Başı
- Kapıyı Aralık Tutmak
- Kilitli Kapıları Kırmak!
- Kapı-cı-lık
- Eski Dostun Kapısının Önünde Buluşmak
- Yazının Sonunda Biraz da Devletli Kapılara Temas Edelim!
- Hapishane Kapısı
- Ankara’nın Kapıları
- Hacet Kapısı
- Kapıdan Çıkarken
- Kaynakça
- Dipnotlar
Giriş
Kapı, girişe veya çıkışa ve geçişe getirilen bir denetim aygıtı, mahrem olanla kamusal olan arasında bir sınır çizgisi, ardına kadar açılan ve güm diye yüze kapanan, çok zamansa aralığından konuşulan; ancak, zihinlerde o ilk ev resimlerindeki iki boyutu ile resmedilen bir dikdörtgen. Kapılarla insanların ilişkisini düşünmeye başlarken evle ilgili ne çok şey gelebilir akla. Eğer ev dünyadaki kendi köşemizse, kapı da yuvanın başladığı alanın, yani kendi mahrem alanımızın kontrolünü elimizde tutmamızı sağlayan bir nesne. Gaston Bachelard, “Ev insana istikrarlı olması için nedenler ve yanılsamalar sunan hayaller yekûnudur” (2013: 48) der meşhur Mekânın Poetikası’nda. İstikrarlı bir yaşam için hayal kuracağımız alanımızla, eylediğimiz alan arasındaki geçişin, tabiri yerindeyse, kapısını tutan evimizin kapısı, içimizle dışımızın kesiştiği ve değiştiği bir pasaj da değil mi bir yandan? Freud’a göre eve girerken yetişkin paltomuzu girişe asar, yeniden geçiririz çıkarken üstümüze. Aşık Veysel’in uzun ince bir yolunun iki kapılı hanını anarak, kapının başlangıca ve bitişe işaret ettiğini anmadan başlamayalım.
Ev kapılarının ardının sıcaklığı, sesi, rayihası, ahengi dış dünyanın keşmekeşinden iç dünyanın keşmekeşine taşımakla kalmaz bizleri, bir yandan da kendimize ait mekânın başladığını ve bittiğini imleyen bir sınır olarak işlev görür. Oda kapıları daha da mahrem olanın, bize kapalı olanın ardından ne olup bittiğini “merakla” bilmeye çalıştığımız alanın koruyucularıdır. “Bu evde kapılar açık duracak, kapatma odanın kapısını!” diye bağıran babanın odasının kapısı sımsıkı kapalıdır. Aslında kapı ne tam kapanır ne ardına kadar açıktır; onun hep aralık olduğunu biliriz içten içe. Bachelard ile devam edersek, “Kapı bütün bir aralık kalma kozmosudur. En azından bu kozmosun birincil hayallerinden biridir, arzuların ve yasak olana duyulan eğilimlerin, varlığı en gizli yerine varıncaya kadar açma eğiliminin, sesi çıkmayan tüm varlıkları fethetme arzusunun biriktiği bir düşlemenin kökenidir” (2013: 266-267).
Kapının önü olur, ardı olur; kapılar ardına kadar açık olur, aralık olur; sımsıkı mühür vurmuş gibi kapalı olur. En güzeli, kapının komşusu olur, anahtarı olur, eşiği atlanır, çilingiri olur, kulu olur, tokmağı olur, eee olur da olur. Apartman görevlilerinin, ötesine giremedikleri; ancak, korumakla yükümlü oldukları bir nesne üzerinden “kapıcı” olarak adlandırılmalarıysa ayrı muamma. Kapı bir yandan mekâna, binaya, kente; hatta o ülkeye kimin gireceğinin anahtarını elinde tutan iktidara dair epeyce devletli bir nesne. Kapıları tutan, parmağını yalayan bezirgânbaşılardan, kışla, mahpushane ve üniversite nizamiyelerinde “görev yapan” güvenlik personeline, muktedirin tuttuğu kapılarla sınırlarını anlamak mümkün. Direnenler de kapıların önünde dertlerini dile dökmeye, cümle aleme göstermeye, eylemeye devam ediyorlar elbette.
Tanım ve Etimoloji
Georges Perec (2017), Mekân Feşmekan kitabı nda kapıları tanımlamaya şöyle başlıyor;
Kapı mekânı kırar, onu böler, geçişime müsaade etmez, bölüşümü şart koşar: Bir yanda ben ve benim ev, mahrem, yuva (…), Öbür yanda başkaları, dünya, toplum, politika. Birinden diğerine keyfince geçilip gidilemez, birinden diğerine ne bir yönde ne aksi yönde geçiş yapılamaz: geçmek isteyen parolayı söylemek zorundadır, eşiği aşmak zorundadır, izin belgesini göstermek zorundadır, iletişim kurmak zorundadır, tıpkı dışarıyla iletişim kurmak isteyen bir mahkûm gibi (2017: 60).
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nün çeşit çeşit anlamı olan kelimelerinden biri, kapı:
1. Bir yere girip çıkarken geçilen ve açılıp kapanma düzeni olan duvar veya bölme açıklığı 2. Bu açıklıktaki açılıp kapanan kanat 3. Tavla oyununda iki pul üst üste getirilerek karşı oyuncunun o haneyi kullanmasına engel olunan yer. 4. Devlet dairesi 5. Osmanlı Devleti’nde resmî görev yeri. 6. Sadece bir konuda yoğunlaşmış bilgilerin yer aldığı genel ağ sayfası, portal 7. Gelir, geçim, kısmet sağlayan yer, kaynak veya imkân 8. Gidere yol açan gereksinim 9. Ev gezmesi için gidilen yer.
Kapı çokça deyime de kapı açıyor: Kapı almak (veya yapmak), kapı aralamak, kapı kapı aramak, kapı baca açık (olmak), kapıda kalmak, kapıdan çevirmek, kapıdan kovsan bacadan girmek, kapı dışarı etmek (veya atmak), kapı gibi, kapı kadar, kapı kapı aramak, kapı kapı dolaşmak (veya gezmek), kapıları açık tutmak, kapıları kapamak, kapılar yüzüne (veya üzerine veya üstüne) kapanmak, kapısına kilit vurmak, kapısını aşındırmak, kapısını çalmak, kapıya dayanmak, kapı yapmak, kapıyı açmak, kapıyı büyük açmak, kapıyı göstermek…
İsmet Zeki Eyüboğlu (1988), Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü’nde, kapı kelimesinin Hint-Avrupa dillerinin ortak köklerinden biri olan ve örtmek, kapamak, kuşatmak anlamlarına gelen “kap” kökanlamından geldiğini söylüyor ve Hint-Avrupa dillerinde kapı anlamına gelen sözcüklerin kökeninde geçmek, bir yere gitmek anlamının saklı olduğunu ve kapının geçit niteliği taşıdığını hatırlatıyor. Bülent Aksoy (2022), etimoloji ışığında Latincede portus’un liman, port’un da kapı olduğunu açıkladıktan sonra port ile ilişkilenen Türkçe kelimelerde gezintiye çıkarıyor bizi: Transport, portal (mimarlıkta ana kapı, bilişim dünyasında da yaygın olarak kullanılıyor), portör (taşıyıcı), oportünist (fırsatçı), portmanto, rapor (geriye taşıma, bilgi getirme), röportaj, porte, portatif, portföy, spor ve Babıali (Yüce Kapı).
Kelimelerin dünyasında gezintiyi bırakıp kapının önünde soluklanmadan önce “sanat güneşimiz”i özlemle anarak devam edelim yazımıza…
Zeki Müren Kapısı
Kapı derken elbette sadece bir nesneden söz etmiyoruz. Kapı tavlada da güvenliğin baş unsurlarından. İki taşınızı üst üste yığıp bir kapı oluşturduğunuzda, rakibiniz o kapıdan geçip de taşınızı elinizden alamaz. Tavlada ilk ellerde 6-4 gelirse kişinin kendi hanesine, rakibin taşlarının bitişiğine aldığı kapının ismi ise “Zeki Müren Kapısı.” Acaba neden bu kapının adı Zeki Müren kapısı? İnternet rivayetlerine göre “Rahmetli bu kapıyı pek severmiş…” Bazı ustalar ise bu kapıyı pek işlevsiz buluyor: İlk ellerde rakibin hanesinin içindeki en uzakta bulunan taşlarınızdan birini, kendi hanenize doğru hareketlendirmek lazımken pek ahmakça bu hamlenin diğer adları bu yüzden “acemi kapısı,” “enayi kapısı.” “Aman pek ZEKİ müren çıktın!” diyerek ahmaklığa mı işaret ediyorlar bilinmez; ama, homofobinin hiç mi payı yok ahmak kapısını Zeki Müren’le özdeşleştiren, tavla oynayan yurdum erkek zihninin bilindik işleyişinde? Eh yeter bu kadar serzeniş, biz en iyisi mi….
Kapının Önünde duralım!
Bir kapının önüne geldiğimizde kapı bize içeride olan bitenle, içerisinin nasıl düzenlendiğiyle ilgili ipuçları vermeye başlar. Dış kapıda kapı kolu olması nasıl bir anlam taşır? Teklifsiz bir şekilde komşuların içeri girdiği kilitsiz kapılar bu devirde hâlâ kaldı mı? Birbirinin aynısı çelik kapılarla kaplanmış şehirlerde bu tek tipin üstüne asılan bir süs, yanına asılan bir ekmek-gazete kutusu neler söylemeye başlar içerisi hakkında?
“Deveciyle konuşan kapısını büyük açar” der atasözleri. Kapınız ne kadar genişse, ne kadar heybetliyse varsıllığınızın o kadar fazla olduğunu söyler bize halkın bilgeleri. Eski Türk evlerindeyse hane içi, oda kapılarının yüksekliği 150 cm. civarındadır. Seyhan Kurt, “Buradaki temel espri, bu basık kapılardan mekâna giren kişinin başını eğmek durumunda kalmasıyla saygının ve tevazunun gündelik hayatta olağan birer ritüel halini almasıdır” (2021: 56) dedikten sonra, 18. yüzyıldan itibaren kapıların yüksekliğinin yavaş yavaş iki metreyi bulduğunu anlatır. Kapıya giriş içerideki ile kurduğumuz ilişkinin hiyerarşik boyutlarını ve saygı-tevazu gibi kavramları temsil etse de, modern/post modern zamanların sürekli daha “özgüvenli” olmayı, daha da “özgüvenli” çocuklara sahip olmayı arzulayan yeni insanı için eski makbullüğünü korumamaktadır.
“Öyle deme Turgut. Seni görünce nasıl sevinirler bilemezsin. Benden de selam söylersin. Kusura bakmayın işi çıktı gelemedi dersin. Onlar anlarlar. Rüya gibidir Turgut: aklınla karşı koymazsan birdenbire bir kapının önünde bulursun kendini. Hepsi kapının önüne birikmişler seni bekliyorlar. Onlar seni istiyorlar Selim: tutunamayanlar prensini istiyorlar. Öyle anlatmadık mı kerhanede? Sen anlattın Turgut. Kapının önünde fazla durma, hemen içeri gir Turgutçuğum Özben. Onların kahramanı sensin. Bir kahraman bekliyorlardı yüz yıllardır. Kendileri gibi olmayan, gene de onları anlayan bir masal kahramanı. Gir içeri, bekletme zavallıları canım kardeşim! Onlar, kendi mantıklarıyla, senin gelişinin nedenlerini anlattılar sana. Dinledikçe hak vereceksin onlara. O kapının önüne sürüklenmenin nasıl kaçınılmaz bir kader olduğunu anlayacaksın. (…) Kimse kapıdan çevirmez sizi. (…) İsterseniz dünya nimetlerini tadarsınız sonuna kadar, isterseniz manastıra çekilirsiniz hep birlikte, kadınlı erkekli. İsterseniz ikisini de birlikte yaşarsınız. Bir yandan en güzel şarapları yaparsınız dağlarda keşişler gibi; bir yandan şehirlere götürüp içersiniz, o şarapları en karanlık meyhanelerde, Dostoyevski’yle birlikte. Çocuklarınız doğar kadınlar yorulmadan; karınlarında taşımadan doğururlar onları. Kanunlar çıkarırsınız benim açıklamalarımda olduğu gibi: herkesi her şey yaparsınız kimseye danışmadan ve anayasaya uygunluğuna bakmadan: zorlamadan uyulacak kanunlar yaparsınız. Dairedeki memuru mühendis yaparsınız. İçinizde hiçbir acılık birikmez. Ne bırakılmış olmanın ne anlaşılmamanın ne yaşamamanın ne de baştan yaşayamamanın acısı düzeninizi bozmaz. Düşünmeden kapılırsınız olaylara. Sonu ne olacak diye korkmazsınız. Sonu yoktur ki… Sonu gelmez şövalye romanları gibidir bu yaşantı: en zor anlarda daima açık bir kapı bulunur girip saklanacak. Ne gördün bütün kapıların birer birer kapandığı bu dünyada?”
Kapının önünde duralım; çünkü, kapı bir bakıma mahremle namahremi ayıran kontrol noktasıdır. Bir hanenin kapısı nereye açılmaktadır? Yasemin İnce Güney (2009), 20. yüzyıl Ankara apartmanlarını toplumsal cinsiyet açısından incelediğinde yap-satçıların konut sektörünü ele geçirmelerine kapı açan 1952 yılındaki “Kat Mülkiyeti Kanunu”na kadar binaların mimarlar tarafından tasarlandığını anlatır. Cumhuriyetin erken döneminin mimarları, sokak kapısından girildiğinde diğer odaların kapılarının doğrudan açılmasına, yani içeri girenin yatak odasının kapısını görmesine yol açan mimari tasarımlara karşı çıkmışlar. Örneğin ünlü mimar Vedat Tek “yataklı tren düzeni” dediği bu düzeni, modern yaşama uygun bulmamaktadır. İlk yıllarda kadının en çok zaman geçirdiği varsayılan mutfakların kapıları da sokak kapısının girişinden ayrılmaya çalışılmıştır ve holler, antreler apartmanların mimari tasarımlarına girmeye başlar. Yatak odaları, banyolar evin kalanından, ucunda kapısı olan bir holle ayrılmaya başlar. Sokaktan gelenlerin gözlerinde, evin içinin mahremini saklayan mimari, hane içindekilere pek de mahremiyet tanımaz, odalar birbirine açılır bu yıllarda. 1970’lere ulaşıldığında konutlar içinde odaların birbirine geçişi artık azalmış ve çocuklar da kapılarını kapalı tutma hakkı kazanmışlardır. Mutfak eskisi kadar mahrem bir mekân olmaktan çıkmış, evin girişine yakın alanlara yerleşmeye başlamıştır.
Kapıları Çalan Benim
Kapının ister dışında ister içinde olun kapının çalınma anı gerilim taşır. Kimdir o dışarıdaki veya kimler vardır içeride? Evin içine gelen müsait bir zamanda mı gelmiştir, her zamanki saatinde mi gelmiştir, nasıldır iyi midir? Yoksa bu çalış bir davetsiz; hatta münasebetsiz misafire mi aittir? İnternet öncesi dönemlerden hatırlayacağınız gibi kapı kapı dolaşıp imza toplayan birine mi veya bir satıcıya mı denk geleceğizdir acaba? Olmayacak bir saatte kapıyı çalan kişi in midir cin midir? Kapı öyle herkese kolayca açılmaz, dışarıdakinin duymayacağı şekilde parmak uçlarında yürüyerek gözetleme deliğinden şöyle bir bakıp kapıyı açıp açmayacağımıza karar veririz.
Nazım Hikmet, Zülfü Livaneli tarafından bestelenen meşhur Kız Çocuğu şiirinde imza istemek için kapıyı çalan bir kız çocuğunun öyküsünü anlatır. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından etkilenen insanlara “hibakuşa” denilir. Sadako Sasaki, şiire esin kaynağı olan bir hibakuşadır. 2 yaşında nükleer bombaya maruz kalır, 11 yaşında lösemiye yakalanır, eski bir Japon inancına göre kâğıttan 1000 turna kuşu katlarsa dileklerinin gerçekleşeceği söylenir Sadako’ya, o da bulduğu her kâğıt parçasından turnalar katlar. Boy boy, çeşit çeşit 1000’den fazla turna katlasa da ne dilediği gibi iyileşir ne de evinin kapısından içeri yeniden girebilir Sadako. Ancak katladığı turnalarla ölümünden sonra dünya çocukları için barışı temsil eder. Nazım Hikmet de Sadako’nun öyküsünden esinlenerek ölü hibakuşa çocukları dolaştırır kapılarımızda, barış imzası toplamak için.
Aç Kapıyı Ben Geldim!
Evin içindekilere geldiğimizi nasıl haber veririz? Kapıların kolları, tokmakları, kapı zillerinin melodisi yüz yıl içinde nasıl değişti hatırlar mısınız? Seyhan Kurt, Haneden Ev Haline: ‘Türk Evi’nde Mimari, Düzenleme, Pratik (2021) adlı kitabında geleneksel Türk evlerinin Selçuklu; hatta Urartu’dan bu yana çeşitli sembol ve figürlerle yörenin kültürünün inceliklerini içeren tokmak ve halkalarla bezeli olduğunu anlatır ve Abdülhak Şinasi Hisar’dan şu alıntıyı yapar:
(…) bize gelenlerin kim olduklarını, çaldıkları tokmağın veya zilin çıkardığı seslerden duyar ve anlarız. Kimi sert, kimi munis, kimi ümitli, kimi meyus çalar… kimi korkak ve nazik, kimi gösterişli ve tüccardır. Herkes aynı zil üstünde, yalnız parmakların sürünmesiyle çıkardığı seste; biz dinlersek, kendi sesini duyurur; biz duyarsak, bütün kendini söyler. Ve kapımızı çalan sevgilimiz olunca, onu hepsinden ayırt etmeyi ne iyi bildiğimiz zil çalışır, sanki kalbimize vurulmuş gibidir (Kurt, 2021: 55).
Abdülhak Şinasi, tokmağın nasıl çaldığından haneye kimin geldiğini anlamaya çalışırken günümüzde bunu, zilin çalışından kestiriyoruz. 80’li yılların ortasında “zırrrrr” diye çalan kapı zillerinin yerini, afili yerli melodiler çalan (Oy, Oy Eminem vb.) ziller aldığında kaç çocuk basıp basıp kaçtı o zillere kim bilir? Seksenler dizisinin bir bölümünde, cenaze evinin kapı zili “Yürü yavrum yürü, Konyalım yürü!” diye çalmaya başlar. Ölüme aşina olunan, ölümlülüğün hayatın içine sindiği ve henüz ölülerin, hastane morglarına gönderilecek kadar yabancılaşmadığı bir zamanda, salonun ortasında üstü kapalı duran bedenin etrafında sıralanmış erkekler, Konyalım’ı duyunca bu kapı zili melodisinin ortamın ağırlığı ile oluşturduğu tezatın farkına varır ve gözlerini yerden kaldırıp yalnız olmadıklarını hissetmek için ötekilere bakmaya başlar.
Meşhur Ayakkabı Meselesi (Ayakkabı Kutusu ile İlgimiz Yok)
Peki son zamanlarda popüler bir gündem maddesi olarak ayakkabıların kapının neresinde çıkarılacağı mevzusuna ne diyeceğiz? Garp ile Harp arasında sıkışıp kalmış ülkemizin aziz vatandaşlarının, millete mi cumhura mı itaat edeceği yönündeki çetin seçim devam ederken ayakkabıların nerede çıkarılması gerektiği hususu da yeniden gündeme geldi. Ayakkabıların kapının önünde mi yoksa içeriye alınarak girişte mi muhafaza edildiğini saptamanın, 4-5 kuşaktır kent soylulukla solculuğu birleştiren bir düzlemi, yani AK Parti ileri gelenlerinin deyişiyle CeHaPe –ve ötesi– zihniyeti ayırt etmede turnusol kağıdı gibi işlediğini, en azından pandemi zamanına kadar rahatlıkla söyleyebilirdik desem elitist mi olurum? Neyin temiz neyin pis olduğunu tanımlamaya çalışma hali süregiderken “kent soylu” veya “medeni” olanın yatağa kadar çıkarmadığı ayakkabılarına karşın kırsalı, az gelişmişliği belki de muhafazakârlığı temsil eden ayakkabıların hanenin dışında çıkarılıp kapının bazen içine, bazen dışına sıralanması üzerine düşünmeye başlarsak, namaz kılınan evlerde sokaktan içeri girmemesi istenen şey gerçekten mikrop mudur? Hanenin içine giren ayakkabılar modernlik gudubetini mi taşımaktadır acaba içeri?
Ev sahibi “sokağın kiriyle pasıyla, otuyla bokuyla” mı içeri girileceğini yoksa giren kişinin ayak kokusuna mı maruz kalınacağını seçerken içeri giren yabancı da, herkesin ayağının değdiği terliklerle içeri girip girmemek, çoraplarının sağlam olup olmadığı (bir patates fırlamış olabilir mi burun kısmından?) gibi sorunsallarla uğraşır durur.
Hane halkıyla yabancılar arasındaki bu ikircikli ilişki nedeniyle gireceğimiz her evin kapısında bir durup ev sahibinin evin içinde nasıl dolaştığına kaçamak bir bakış atarak ne yapmamız gerektiğine karar vermiyor muyuz? 80’li ve 90’lı yıllarda ev gezmesine giden kadınlar, o zamanlar havalı kabul edilen bir mağazanın üzerinde “Yeni Karamürsel” yazan eprimiş poşetinden çıkardıkları üç santim topuklu rugan terlikleri ayaklarına geçirirken evin kızı da kapının önündeki ayakkabıları burunları sokağa bakacak şekilde muntazam bir biçimde dizerdi. Bazı kadınların elindeyse Vakko poşetleri vardı ki; bunlar, muhtemelen bürokrat eşe ayda yılda bir hediye gelen gömleğin veya çikolatanın torbası olup yıpranmamasına özen gösterilerek ağır misafirliklerde kullanılırdı.
Kapıyı Açmak
Terlikleri de geçirdiysek ayağımıza artık kapıyı açabiliriz. Kapı her şeyden önce bir giriş. Her gün kaç kapıyı açıyor, kaç kapıdan içeri giriyoruz acaba? Eve, şehre, sınır kapısından bir ülkeye giriş yaparken çeşit çeşit kapılardan geçiyoruz. Arabanın, otobüsün, metronun kapısı açılıyor. Her kapının açılışı da ayrı, otomatik olarak açılanları da var, içerinin ısısını korumak için icat edilen döner kapılar var, çalışma mekanlarının denetimini sağlayan, arkasını da gösteren şeffaf kapılar var. Eh her kapıyı açmanın protokolü de ayrı, X-ray’den geçerek giriliyor AVM’lere, hastanelere… Devletli kapılarda in miyiz cin miyiz diye kimlik kartları kontrol ediliyor.
Kapı nasıl açılır diye sorar Murathan Mungan, Çağ Geçitleri’nde;
Kapı nasıl açılır
bir başkasına nasıl
açılır birinin
hayatının bir çağında kapanır
nasıl kendini bile tanıyamayacak kadar bir başkası olduğunda
“Basit bir nesne, bir kapı; duraksama, yasak olana duyulan eğilim, arzu, güvenlik, misafirperverlik, saygı hayalleri uyandırdığında, bir ruhun dünyasındaki her şey nasıl da somutlaşıyor! Kapadığımız, açtığımız tüm kapıların, yeniden açmak istediğimiz tüm kapıların öyküsünü anlatacak olsak, tüm yaşamımızı anlatmış oluruz”
1 Mayıs 2023’te seçimlere az kala “Müzik Susturulamaz Kolektifi”nin girişimiyle, 70 sanatçı ve 100’den fazla müzik emektarı Baba Zula’dan Murat Ertel’in, Pir Sultan Abdal’dan esinle yazdığı modern bir deyişi seslendirdi: Aşıkların Sözü Kalır. Müzik Susturulamaz Kolektifi son yıllarda yasaklanan konser ve festivallerden COVID döneminden kalan tek tedbir önlemi olarak gece 1’de müziğin susturulmasına kadar müzisyenlerin üzerindeki baskılara üretimleriyle direndiler, direniyorlar. “Bugüne kadar yapılmış en kapsamlı, en renkli, en kucaklayıcı kolektif üretimlerden biri olması için çabaladık” dedikleri deyişlerinde Türkçe, Kırmançî, Zazaca, Lazca, Arapça, Farsça, Ermenice, Çerkesçe, Ladino, Karadeniz Rumcası dillerini, yani bu topraklarda yaşayan pek çok halkın dilini kullandılar.
Bu yazının kapısının önünde durduk. Şimdi bu kapıyı aralamaya, bu coğrafyanın çağlar öncesinden gelen ve sokaklarda, sokak aralarında oynayarak büyümüşlerin hâlâ akıllarında olan bir oyundan başlayalım.
Aç Kapıyı Bezirgân Başı
Çocukların eline tabletler, telefonlar tutuşturulmadan önceki yıllarda büyüyüp de bu oyunu oynamayan var mıdır acaba? TRT arşivinin Youtube kanalındaki videoda, çocukların kıyafetlerinden 1970’ler olduğunu tahmin ettiğim bir zamanda oynanan oyunu hatırlayıp biraz duygulanabilirsiniz. Çocuk oyunları ne işe yarar? Sadece eğlenmeye mi? Pek değil. Çocuklar, oynayarak öğrenirler dünyayı ve dünyanın katlanılması zor taraflarını. “Kutu kutu pense” oynarken çemberlerin içinde tek tek sırtını döner insanlar birbirlerine, yalnızlık zordur, ilk dışlanan kimdir, birileri onu takip eder, koalisyonlar kurulur. Çoğunluğa uyarız; ama, birbirimizin yüzüne bakarak tamamlamak isteriz oyunları. Birçok oyunda takımlara ayrılıp iyi olan kazansın deriz; ama, her daim hilekârlar, oyunbozanlar vardır. Kendi oyunumuza dönersek nedir acaba bu oyunun anlamı?
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur’da (2000) değinir bu oyuna. Kahramanımız Mithat’ın, romanın başlarında, amcaoğlu İhsan’a hastabakıcı bulmak için İstanbul sokaklarını arşınlamasını şöyle tasvir eder Tanpınar:
İki katlı, fakat o küçük spor otomobilleri gibi, neredeyse mukavvadan zannedilecek fakir bir evin penceresinden bir tango sesi geliyor, yol ortasında toza bulanmış kız çocukları oyun oynuyorlardı. Mümtaz, onların türküsünü dinledi:
Aç kapıyı bezirganbaşı, bezirganbaşı
Kapı hakkı ne verirsin? Ne verirsin?
Çocukların hepsi gürbüz ve güzeldi. Fakat, üstleri başları perişandı. Bir zamanlar Hekimoğlu Ali Paşa’nın konağı bulunan bir mahallede bu hayat döküntüsü̈ evler, bu fakir kıyafet, bu türkü̈ ona garip düşünceler veriyordu. Nuran, çocukluğunda bu oyunu muhakkak oynamıştı. Ondan evvel annesi, annesinin annesi de aynı türküyü̈ söylemişler ve aynı oyunu oynamışlardı.
– Devam etmesi lazım gelen, işte bu türküdür. Çocuklarımızın bu türküyü̈ söyliyerek, bu oyunu oynayarak büyümesi; ne Hekimoğlu Ali Paşa’nın kendisi, ne konağı, hatta ne de mahallesi. Her şey değişebilir, hatta kendi irademizle değiştiririz. Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim damgamızı basan şeylerdir. İhsan bunları ne kadar güzel anlardı. Bir gün -Her ninnide milyonlarca çocuk başı ve rüyası vardır!’ demişti (2000: 19).
Bu oyun neden değişmiyor acaba? Bezirgânbaşı kimdir, ne iş yapar? Ceren Göğüş, çocuk oyunlarının kültürün sözel aktaranları olduğuna vurgular;1 1937’de Balıkesir’de han kapısında geçen bir versiyonun yanı sıra 1941’de Isparta’da bezirgânbaşılı bir versiyon olduğunu anlatır. Oyunların değişmeyen tarafı, kapıyı açanın kapı hakkı istemesidir. Bezirgân tüccardır ve bezirgânbaşı ise padişahın kullanacağı çuha, bez, tülbent gibi eşyaları temin eden, koruyan kişi. Bezirgânbaşı, kapıyı açmak için ne istemektedir? Oyunun farklı formları olduğu, sıçan yerine develerin sayıldığını anlatır bize Göğüş. Bu ülke, kapıyı tutanın parmağını yalamasının meşru olduğunu, özellikle “devletli” ve “akçeli” kapıları tutanların parmaklarına bulaşanları yalayıp yutmak için ellerini bal kavanozlarına sokmalarının “hak” olarak görülüp pazarlığa tabii olduğunu içimize işler…
Kapıyı Aralık Tutmak
Bu topraklarda kapıyı tutanlar var elbette; ama, bir de bir gece, oğlu çıkıp gelecek diye kapısını kapatamayanlar var. Cemil Kırbayır, 12 Eylül 1980 darbesinden bir gün sonra gözaltına alındığında 26 yaşındadır. 8 Ekim’de firar ettiği iddia edilen Kırbayır’dan bir daha haber alınamaz. 15 yıl sonra onun annesi Berfo Ana ve diğer Cumartesi Anneleri/İnsanları onun akıbetini sormaya başlar. 5 Şubat 2011’de Berfo Ana ile Dolmabahçe Sarayı’nda görüşen dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, ona oğlunu bulma sözü verir. 12 Eylül davasının davacılarından biri olan Berfo Kırbayır, oğlunun kemiklerine kavuşamadan 5 Şubat 2013’te ölür. Ancak ölene kadar kapısını, evladı bir gece dönecek umudu ile hep açık tutar. Ölmeden önce “Cemil’in kemiklerini bulmadan beni gömmeyin,” diye vasiyet eder büyük oğlu Mikail’e. Mikail Kırbayır, 18 Eylül 2021’de Hatice Kamer ile yaptığı görüşmede şöyle anlatır:
Annem ölünce bunun ne kadar ağır ve gerçekleşmesi zor bir vasiyet olduğunu anladık. Biz de tek çare olarak onun mezarının yanına Cemil içinde bir mezar eştik. Anamın 33 yıl boyunca Cemil gelecek diye açık bıraktığı kapısı gibi o mezar da 2013’ten beri açık ve Cemil’in kemiklerinin bulunup konulmasını bekliyor, benim anam kucağını açmış orada evladını bekliyor.
Cemil’in geleceği mezarın kapısı hâlâ aralık! Hafıza Merkezi’nin kapısına uğrarsak “yakınları zorla kaybedilen insanların, yıllar geçmesine rağmen geri gelecek umuduyla kitlemedikleri, her çaldığında ‘Belki iyi bir haber gelmiştir’ diye açtıkları şey” diyebiliriz kapı için.
Eh aralık kapılardan bu ülke insanlarının, kapı önünde ve içindeki bir asırlık dertlerine bakmaya başlayalım mı?
Kilitli Kapıları Kırmak!
Önce Taylan Esin ve Zeliha Etöz’ün özenli çalışması 1916 Ankara Yangını: Felaketin Mantığı (2015) içinde yer alan ve Osmanlı arşivinden yapılan bir alıntı ile başlayalım:
Tirebolu’dan tertib olunan üçüncü kafileye iştirak eden Papas Karabet’in ailesiyle isimleri henüz tahkik edilmeyen birkaç kişiyi hanesinde bırakarak evini içeriden ateşe verdiği ve her ne kadar kapu kırılarak içeri girmeye teşebbüs olunmuş ise de kapu güçlükle açılabilmesine ve içeridekilerin istimal-i silaha başlamalarına mebni eve girmek kabil olmayarak mezkür hane ile derununda bulunan dokuz nüfusun ve civardaki dört hanenin yandığı bildirilmiş (2015: 82).
Kapıyı ailecek üstlerine kilitleyen, derin üzüntü ve umutsuzluk içinde kendini ateşe veren Papaz Karabet’in öyküsü ne kadar gerçek acaba? Resmi tarih kitapları, şanlı ordudan kaçarken şehri ateşe veren “hain” Rumlardan, Ermenilerden söz ededursun; Osmanlı’nın son zamanlarında gayrimüslim mahalleleri kasıp kavuran yangınlar hakkında hafıza çalışmaları bize ne anlatıyor?
Tirebolu defalarca yakılmıştır, örneğin. “(…) Son Hristiyan kafilesi de ayrılır ayrılmaz Topal Osman’ın silahlı çeteleri Espiye’ye girdiler. Espiyeli gençlerden bazıları da onlarla beraber yağmaya katıldı, bunların çoğu muhacir ailelerdendi… Üç saat …sonra … boşaltılan Rum evlerini ateşe verdiler” (Esin & Etöz, 2015: 83). Peki kimdir bu topal Osman?
Bu ülkede yüz sene buyunca gayrimüslimlerin kapıları içten kilitlendi, dıştan kilitlendi, içeri bir daha girilmemesi için ölülerden kapı kilitleri yapıldı, kapılarını kilitleyip Avrupa’ya davetsiz misafir olarak gidenlerin bin bir el emeğiyle yaptıkları kapılar güpegündüz çalındı ve antika fiyatına satıldı. Nihat Durak’ın yönettiği Kapı (2019) filmi, Midyatlı Süryani bir karı koca olan Yakup (Kadir İnanır) ve Şemsa’nın (Vahide Perçin), katledilen oğullarının kemiklerini almak için yıllar önce terk ettikleri memleketlerine döndüklerinde kapılarının yerinde yeller estiğini görmelerini ve bunun üzerine Yakup’un kapının peşine düşmesini anlatır. Evi, mahremi, eşyaları yağmalanan, oğlu katledilen bir Süryani ahşap ustasının, inatçı, yaralı direngen yolculuğunu izleriz film boyunca.
Merak eden TDV-İslam Ansiklopedisi’nden devletli hikâyesini okuyabilir ama biz Ali Duran Topuz’un hatırlattığı Koçgiri’den Topal Osman türküsünden dizelerle başlayalım:
Dedim evin yansın kanlı Topal Osman
Gençlerimizi vurdu, halkımıza güttü dava
…
Yüreğim aman kardeşim aman
Ölülerimizi bize ettiler kapı kilidi
Devlet Bahçeli, Topal Osman’a iade-i itibar talep eder. Giresun’lu Hacı Osman Ağa, 1883’te doğar, 1.Dünya Savaşı sırasında dizinden yaralanır. “Topal” lakabı buradan. O yıllarda kimine göre eşkıyalık yapar, kimine göre vatanperverdir. Trabzon Cezaevi’nin kapısını zorla kırıp mahkûmları kaçırır, “Laz Alaylar”ı adıyla Rum ve Ermeni köylerine baskınlar yapar, köylerden kaçanların ganimetlerini topladığına dair rivayetler dolaşır, sahte mazbatalar hazırlatıp Türklerin ve Rumların mallarına el koyar. Mustafa Suphi ve arkadaşlarını öldürenlerin de onun adamları olduğu söylenmektedir. Rumları, Lazları, Kürtleri kırıp geçirdiği ve onların mallarına el koyduğu ayyuka çıkınca Divan-ı Harp’de yargılanır; ancak, ceza almaz. Kurtuluş Savaşı sırasında ise yarbaylığa yükselir. Büyük Zafer’den sonra Ankara’da kendine tahsis edilen “Papaz’ın Bağı”nda yaşar. Mustafa Kemal Paşa’nın muhaliflerinin başında gelen dindar, muhafazakâr, Nazi destekçisi Trabzon milletvekili Ali Şükrü’yü öldürünce –cumhuriyet tarihinin ilk siyasi cinayeti– hakkında tutuklama kararı çıkarılır. Bunun üzerine Topal Osman sığınmak için öfkeyle Çankaya Köşkü’ne gider; ama Paşa evde yoktur. Osman açılmayan kapıları kırar. Çankaya Baskını diye anılan bu olaydan sonra yakalanır, İsmail Hakkı Tekçe tarafından başı gövdesinden ayrılarak infaz edilir, hakkında ölüm kararı çıktığı için cesedi mezarından çıkarılır ve başsız bedeni ayağından meclisin kapısında darağacına asılır.
Evin kapısıyla ilgili acı hikâyeleri unutmamak gerekiyor elbette. Bu ülkenin katliamlarında kapıların acılı işaretlerini de es geçmeyelim. Bilge Karasu usul usul anlatsın önce kapıları imlenenleri…
Gecenin işçileri sokak aralarında gezer. Yuvarlak ekmeklerin, dikdörtgen veya söbe ekmeklerin, uzun ekmeklerin hangi evlere girdiğini gözlerler. Bu işi yaparken, öyle, çok önemli bir iş görüyormuş gibi davranmazlarsa da onlara dikkat edenler şunu görürler arada bir: Bir tanesi gider, bir kapının herhangi bir yerine pek de belli olmayacak şekilde bir im çizer. Gözlemi işaret edinenleri şaşırtacak bir şeydir bu. Kapısı imlenen evlerin hiçbirinde dörtköşe ekmek yenmemektedir; yoksa şu veya bu biçim ekmek yendiğini belirten bir im değildir bu. Üstelik kapılar rasgele imlenir gibidir. Hiç değilse görünüşte…
Bu ülkede kimi zaman Ermenilerin, kimi zaman Alevilerin, bazen Romenlerin, şimdilerde ise Suriyelilerin kapıları işaretlendi, işaretleniyor. Kapısı imlenenler dehşet içinde beklediler başlarına gelecekleri… Maraş katliamının işaretlenen kapılarının öyküsünü, Alevinet sitesinden aktaralım:
Katliamdan 15-20-gün önce bazı yerlerde ise bir hafta gibi değişen sürelerde, görevli olduklarını söyleyen birtakım kişiler, Alevi ve solcuların oturdukları semtlerde, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerek evleri dolaşmışlar, evlerde kaç kişinin oturduğunu sormuşlar ve yeni numaralar verdikleri kapıları kırmızı boyayla (x) işaretlemişler. Başka bir grup da PTT görevlisi olduklarını ve mektupların kaybolmaması için bir çalışma yaptıklarını söyleyerek kapılara çarpı işaretiyle (x) işaretlerler. Alevilere ait evlerin tespit edilerek (x) işaretlendiği, Maraş Katliamı Gerekçeli Karar’ının her bölümünde belirtilmektedir.
Hikâye malumunuz: Yükselen gerilim esnasında Maraş’ın ülküdaşları toplanır ve Maraş’ı komünistlerden, Alevilerden, POLDER’cilerden ve TÖBDER’cilerden temizleme kararı alırlar. 19 Aralık 1978’de Çiçek Sineması’nda 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’ye kaçan 146 Azerinin hikâyesini anlatan, başrolünü Cüneyt Arkın’ın oynadığı Güneş Ne Zaman Doğacak filmi sırasında ufak çaplı bir dinamit patlar. Sonraki tahkikatta bunu yapanın ülkücü Ökkeş Kenger olduğu iddia edilmişse de Kenger, “delil yetersizliği”nden beraat etmiş ve soyadını Şendiller’e çevirerek 1991 yılında MÇP’den milletvekili seçilmiş, daha sonra da Büyük Birlik Partisi’ne (BBP) geçmiştir. Patlamanın ardından, filmi izleyen kalabalıktan 30-40 kişi, bunu solcular yaptı diye PTT ve CHP’ye saldırır. Günler boyunca olayların ardı arkası kesilmez, 23 Aralık’ta sistematik katliam başlar, çoluk çocuk insanlar öldürülür, evlerin içine hapsedilip yakılır. Aleviyol araştırmasında canlı canlı haşlanan çocuklardan söz edilir. Katliam boyunca111 kişi yaşamını yitirir, 100’den fazla kişi yaralanır, 552 ev ve 289 işyeri tahrip edilir, yakılır.
Eh, daralttım yeterince içinizi, bu acılı konularda bu kadar malumatfuruşluk yeter. Şimdi kapı adıyla müsemma bir mesleğin, popüler kültürdeki temsilcilerine mi bir göz atsak?
Kapı-cı-lık
1970’li yıllarda köyden kente göç eden insanlar için güvenceli işlerden biri, apartmanlarda “kapıcı” olmaktı. Neden güvenceli diyoruz; çünkü, o sıralarda bodrum katlarındaki kömürlüklerden derme çatma da olsa “kapıcı”lar için bir daire oluşturuluyor ve “kapıcı”nın kira derdi kalmıyordu. 1969 yılında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü’nden Muzaffer Hanoğlu, mezuniyet tezini İstanbul’daki apartman kapıcılarının sosyo-ekonomik ve mesken durumu üzerine yapar. O dönemki İstanbul Belediyesi’nin İmar Yasası, sekizden fazla haneli apartmanlarda, ayrı bir tuvalet ve yemek pişirme yeri ihtiva eden, gerekli ışık ve havayı alan, en az altı metrekarelik bir odadan ibaret kapıcı dairesi yapılmasını zorunlu tutmuştur. Muzaffer Hanoğlu, çalışmasında kapıcıların sıklıkla eşleriyle birlikte yaşadığını ve artık hapishanelerde bile hükümlülere daha geniş alanlar tanındığını söyleyerek başlar tezine. O geniş apartman dairelerinin güneş görmeyen, havasız, basık kapıcı dairelerinde canım köylerinden gelip el alemin ayak işlerine koşturan, apartmanın temizliğinden, gireninden çıkanından sorumlu olan kapıcılık müessesesi, köyle kent arasına, yoksullukla zenginlik arasına, kölelik ile işçilik arasına, kapı kulluğuyla maaşlı çalışan arasına sıkışıp kalmıştır.
Yeşilçam’dan başlayarak Türkiye sineması da kapıcılara “kapı açar!” Kapıcılar Kralı (Zeki Ökten, 1976) filminde Kemal Sunal’ın başarılı bir şekilde can verdiği, unutulmaz Seyit karakteri, hasetle işini bilen ve kesesini doldurmaya çalışan, yani o elitist dille ifade edersek, “köylü kurnazı” bir kapıcı portresi çizer. Sonraki yıllarda senarist Umur Bugay, bu filmdeki karakteri evirir, çevirir, içine can üfler ve “Kapıcı Cafer”in (Ercan Yazgan) belki de “başrol” olduğu, 14 yıllık televizyon macerasıyla hepimizin “kutsal” dizisi Bizimkiler’i ortaya çıkarır. Dizinin yönetmen koltuğunda ise Yalçın Yelence vardır. Karşımıza genellikle başıbozuk, serseri, düzen dışı, şiddete meyilli “alfa” erkek karakterlerle çıkan Nejat İşler’in afili fiyakasına Pelin Esmer, 11’e 10 Kala filmindeki “Kapıcı Ali” rolüyle bir faça ekler. Afişte boynu eğik, saygıyla veya hınçla (?) yumruk yapılarak yanlarda duran elleri, eprimiş, yeşil bolca kumaş pantolonunun üstüne çıkardığı solgun kareli gömleği, kahverengi tozlu ayakkabıları ve film boyunca hissettiğimiz işini bilen halleriyle sınıfın yarasını, bu yaranın hıncını şahane performe eder İşler. Artık evden çıkıp dostlarla bir kapı önünde mi buluşsak?
Eski Dostun Kapısının Önünde Buluşmak
Cep telefonlarından önceki zamanlarda bir dostunuzla veya sevgilinizle görüşmek istediğinizde evden çıkmadan telefonlaşır, yarım saat veya bir saat sonra metropollerin belirlenmiş merkezi noktalarında buluşmak üzere sözleşirdiniz. Bu buluşma noktası şehrin pek çok yerinden gelen otobüslerin ve dolmuşların duraklarına yakınca olan bir mağazanın, bir dükkânın kapısının önü olurdu ekseriyetle. İstanbul’da AKM’nin, İzmir’de Sevinç Pastanesi’nin, Ankara’daysa Gima’nın kapısının önü popüler buluşma mekânlarıydı. Bir Ankaralı olarak Ankara’da sınıf sınıf buluşma mekânı olduğunu söyleyebilirim. Daha varlıklı ailelerin çocukları Vakko’nun önünde, memurlar ve aileleri YKM önünde buluşurdu. Sinemaya veya kitapçıya gitmek için Tunalı’ya doğru uzanacaklar ise Gima’nın kapısında… Halk arasında “Gökdelen” denilen ve Türkiye’nin ilk gökdeleni olan Emek İşhanı’nın bulvara bakan cephesinde, 1966-1988 yılları arasında Kuzgun Acar’ın Türkiye rölyefi yer alıyordu. Çocukluğumuzun bu rölyefi bir tadilatta birden söküldü yerinden… Anadolu’nun çoraklaşan topraklarını ifade etmek üzere tasarlanmıştı; Anadolu’nun zihninin çoraklaşan estetik anlayışına yenik düştü. Gima’nın kapısının önü vasıtasıyla, 1988’de yerinden sökülmüş, bir depoya kaldırılmış ve yapılan araştırmalarda hurda olarak satıldığı ortaya çıkmış bu rölyefin yaratıcısı, canım Kuzgun Acar’ı anmadan geçmeyelim!
Google, 28 Şubat 2021’de Türkiye’de heykel sanatının öncülerinden Kuzgun Acar’ın 93. doğum günü şerefine bir doodle hazırlar. “Bir adamın çöpü ötekinin hazinesidir” diyerek başlatılan doodle’da, hurda metal, tel ve çivilerden yarattığı soyut heykellerle tanınan Kuzgun Acar’ın annesi Ayşe Zehra Hanım’ın Habeşistan kökenli olduğundan bahsedilir. Babası Nazmi Acar, onu 12 yaşına kadar nüfusuna kaydetmez. Çetin ismi konulmuştur kendisine; ama, annesi onu “kuzgun” diye çağırır. Berbat bir çocukluğu olur Kuzgun’un. Zorlu şartlarda büyür, okur, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nden 1953’te mezun olur. Paris’te, Venedik’te eserleri sergilenir, bienallerde birincilikler alırken kıt kanaat geçinmeye devam etmektedir. Kuşlar rölyefi Unkapanı Manifaturacılar Çarşısı’nın, Türkiye rölyefi ise Gima’nın giriş kapısını süsler. Eserlerinin çoğu Ferit Edgü’nün deyişiyle paslanır, çürür, yanar, yok olur. Kuzgun Acar da 1976’da büyük bir eseri için merdiven üstünde çalışırken düşer, beyin kanaması geçirir, sabaha yaralı hali bulunur atölyesinde, hastane doktor fayda etmez, hayat kapılarını Acar’ın yüzüne kapatır.
Yazının Sonunda Biraz da Devletli Kapılara Temas Edelim!
Ama merak etmeyin, devlete online erişimimiz için de kapıdan bir şey istememizi uygun gören “e-devlet kapısı” uygulamasından hiç söz etmeyeceğim.
Babıali: En haşmetli kapıdan başlayalım. Hakkında söylenecekler o kadar çoktur ki bu haşmetli devlet kapısının. Sadrazamın Sarayı’nın kapısı, Osmanlı’nın devlet kapısı Bab-ı Ali (Yüce Kapı), tarih kitaplarına 1913 yılındaki Babıali baskınıyla düşer. İttihat ve Terakki’den Binbaşı Enver, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı öldürür ve Sadrazam’ı da istifaya zorlar. İttihat ve Terakki yönetime el koyar ve Almanya ile müttefik olarak girilir ilk dünya savaşına. Hükümetten haberi hemen almak isteyen basın da sever Babıali’yi. Yakınına yöresine yerleşir. Atatürk, Nutuk’ta milli mücadeleyi desteklemeyen basını “İstanbul Basını” olarak yaftalar ve cumhuriyetin ilk yıllarında basın kuruluşlarının ana merkezleri Ankara’da açılır. Ancak 1950’lerden itibaren İstanbul’un çekiciliğine kapılan ve tarihi yerleşkesine geri dönen gazeteler ve yayınevleriyle dolar Babıali. Neredeyse 2000’lere kadar Babıali denince Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Sabah gibi anaakım gazetelerde çalışan gazeteciler, editörler, köşe yazarları anlaşılır. Tabii bu, medyanın bağımsız olmaktan vazgeçip şehrin çeperlerindeki heybetli plazalara taşınmasından önceki dönemdir.
Hapishane Kapısı
Bu ülkede hapishane kapılarında yaşanan acıların, ayrılıkların, görüş günlerinin, arkadaşlarını geri alıp kapı önünde buluşmaların tarihini yaz yaz bitmez… İbrahim Balaban’ın Nazım Hikmet’le birlikte yattığı Bursa Hapishanesi’nde yaptığı Mahpushane Kapısı resmi, çoluk çocuk bir umut kapıda beklemenin hâletiruhiyesini anlatır bizlere. Bursa Hapishanesi’nde tanışıp ahbap (veya usta-çırak) olduğu İbrahim Balaban’ın bu tablosunu şiire döker Nazım:
Altı kadın vardı demir kapının önünde
Ayakları sabırlı, ellerinde keder
Sekiz çocuk vardı demir kapının önünde
Cin gibi bakıyor kundaktakiler
Ankara’nın Kapıları
Bu memleketin politikacısı “kapıperver”dir! Kapı yapmayı, kapıları açmayı, “cehennemin kapıları açılıyor” tehditleri savurmayı pek sever. Sayın Gökçek’in Ankara’ya reva gördüğü kapılarla başlayalım. Fazla söze ne hacet: Birçok mimarlık örgütü, bu konuda zehir zemberek ortak bir açıklama yapar, meraklısı hepsini okusun; ben, en çok güldüklerimi alıntılayayım:
Günümüzde kentlerin otoyol girişlerine getirilen çağdaş tasarım çözümleri için “kent kapısı” mecazının kullanımı, yanlış anlaşılmış olmalıdır. Tavla oyunundaki kapı, devlet kapısı, gelir kapısı, masraf kapısı, bilgisayar portalı ve benzeri giriş/geçiş unsurları sahiden “kapı” şeklinde olmazlar. Bunlar birer soyutlamadır; somut hale geldiklerinde tebessümle karşılanırlar. Ankara halkını gülümsetebilmek için daha iyi yollar düşünülmelidir. Apayrı bir vaka olan “oyuncak saat kuleleri” ile 36 milyon TL ihale bedelinden söz edilen “yalancı tak-kapılar” yoluyla, ancak ihaleyi alanların yüzü gülebilir.
Havadis (13.12.2019) [https://bit.ly/46T7dIG]
Hacet Kapısı
Devletli gazeteci Güneri Civaoğlu, 5 Ocak 2013’te Türkiye’nin neoliberal politikalara geçiş döneminin mimarlarından Turgut Özal’ı anar:
İslam’da “duaların ve dileklerin kabul edildiği Hacet Kapısı” söyleminin siyasette kullanılması patenti 8’inci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a ait…. Turgut Özal’ın görüşleri büyük ölçüde soğuk savaşın sona erişine ilişkin bakış açısından etkilenmişti.
Özal, soğuk savaşın sona ermesini, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını, Kafkasya’dan Orta Asya’ya uzanan alanda Türk kimlikli bağımsız cumhuriyetlerin ortaya çıkmasını, jeopolitik terimiyle eski Osmanlı “heartland”ı olan Balkanlar’daki rejim değişikliklerini, Türkiye’nin uluslararası sistemde yükselişi için bir şans olarak değerlendiriyordu.
Bu değerlendirmesini “Türkiye’nin önünde ancak yüzyıllar içinde bir kez gelecek olan hacet kapıları açılmıştır” sözcükleriyle ifade etmişti. Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle patlak veren körfez krizi, Özal için, Soğuk Savaş sonunda Türkiye’nin önüne çıkan, bu “Hacet Kapıları” ndan içeri girme fırsatı idi.
Güneri Civaoğlu, meşhur 1 Mart tezkeresinin kapının açılmasına engel olduğunu, bari üçüncü kez “Arap Baharı”na uyarak Kürtlerle yakınlaşmayı önermektedir. AKP ve ana muhalefetin ülke içindeki “barış” çabalarını üstü kapalı desteklemektedir. 2014’ten itibaren ülkeyi kasıp kavuran çatışmaları hatırlarsanız o “Hacet Kapısı”nın açılması bu memleketin kısmetinde pek de yoktur anlaşılan.
Bu kapı yazısı bitmez. Bu ülkenin yüz yılı boyunca kapıyla müsemma daha ne çok şey var: 1950’lerin ortasından itibaren ekonomik nedenlerle “El Kapıları”na giden işçilerden mi söz etsek yoksa Suriye Savaşı’nın “Açık Kapı” politikasıyla savaştan kaçıp ülkemize yerleşen mültecilerden mi? Sinan Oğan’ın da içlerinde olduğu pek çok siyasetçi, 2023 seçiminin cennetin kapılarını açma değil; ama, cehennemin kapılarını kapama seçimi olduğunu söyler. Cehennemin kapılarını açık tutmanın da bir keyfi vardır elbette insanın iç dünyasında…
Kapıdan Çıkarken
Kapatırken son sözü Gökçer Tahincioğlu’nun Yaralı Hafıza derlemesinde Mehtap Ceyran’ın söyleşisiyle Gülsüm Elvan’a bırakalım (2021: 17):
O gün sabah kahvaltı hazırlıyordum. Kısa zaman önce ayağım kırılmıştı. Yürüyebiliyordum ama henüz tamamen iyileşmemişti. O sabah uyandığımda ayağım çok şişti. Bu nedenle oğlum ekmek almaya gitti. Kapıdan çıkarken “Sokakta arkadaşlarımı görürsem kahvaltıya çağırabilir miyim?” diye sordu. Çağırabilirsin, dedim…
Arkadaşlarını kahvaltıya çağırmak üzere kapıdan çıkan koca yürekli Berkin, bir daha o kapıya dönemedi.
Aksoy, B. (2022). Etimoloji Işığında Kelimeler Dünyasında Gezintiler. İstanbul: İletişim.
Atay, O. (2016). Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim.
Bachelard, G. (2013). Mekânın Poetikası. A. Tümertekin (Çev.). İstanbul: İthaki.
Ceyran, M. (2021) Geleceği Kaybettim. Tahincioğlu, G. (Der.) içinde. Yaralı Hafıza. Kayıpları ve Kıyımları Hatırlamak. İstanbul: İletişim, 7-29.
Civaoğlu, G. (2013). Türkiye Hacet Kapısı’nda. Milliyet. https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/guneri-civaoglu/turkiye-hacet-kapisi-nda-1651389
Edgü, F. (1976). Ölüm mü çaldı kapını Kuzgun, yoksa sen mi ölümün kapısını? Salt- Yusuf Taktak Arşivi. https://archives.saltresearch.org/handle/123456789/40627
Eyuboğlu, İ. E. (1988). Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü. İstanbul: Sosyal Yayınlar.
Hanoğlu, M. (1969). İstanbul’daki Apartman Kapıcılarının Sosyo-Ekonomik ve Mesken Durumu. (Sosyal Antropoloji Mezuniyet Tezi). http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/58749.pdf
Hür, A. (2006). Çağımızın Bir (başka) Kahramanı: Topal Osman. Birikim. https://birikimdergisi.com/guncel/70/cagimizin-bir-baska-kahramani-topal-osman
İnce Güney, Y. (2009). Konutta Mekânsal Organizasyon ve Toplumsal Cinsiyet: Yirminci Yüzyıl Ankara Apartmanları. A. Ayten (Der.) içinde. Cins Cins Mekân. İstanbul: Varlık.
Mungan, M. (2019). Çağ Geçitleri. İstanbul: Metis.
Karasu, B. (1985). Gece. İstanbul: Metis.
Kurt, S. (2021). Haneden Ev Haline: Türk Evi’nde Mimari, Düzenleme, Pratik. İstanbul: İletişim.
Perec, G. (2001/2017). Mekân Feşmekan. A. Erkay (Çev.). İstanbul: Everest.
Tanpınar, A. H. (1949/2000). Huzur. İstanbul: YKY.
Kapak görseli: Han içi kapılar, 2017. Kaynak: PXhere [https://bit.ly/3NMWdUI]