Tanım
Karneler, en temel düzeyde bürokratik bir kurumdan alınan onayı, bir hakkı kullanmaya dair referansları içeren belgelerdir. Karne denilince akla, ilk önce okul karnesi gelir. Karne, “öğrencilere dönem sonlarında okul yönetimleri tarafından verilen ve her dersin başarı durumu ile devam, sağlık, yetenek ve genel gidiş durumlarını gösteren belge” anlamının yanında aslında bir üst sınıfa geçiş hakkını da gösterir (TDK Sözlük). Son dönemlerde karne kelimesinin bu bağlamda, çeşitli kurumların performans değerlendirmesi amacıyla kullanımı da yaygındır.1 Karnenin birinci anlamıyla bağlantılı olan ikinci bir kullanımı daha söz konusudur. Bu, “bir haktan yararlanmayı sağlayan, bir kuruluş tarafından verilen belge” ya da “gerektikçe koparılarak kullanılabilecek biçimde hazırlanmış biletlerin oluşturduğu defter” anlamlarında kullanımıdır (TDK Sözlük). Sağlık karnesi, çalışma karnesi, aşı karnesi, vapur karnesi, kömür karnesi, müteahhitlik karnesi gibi karneler bu anlamdaki karnelere örnektir.
Karne kelimesi Fransızca carnet (defter) sözcüğünden alıntıdır.2 Sözcüğün etimolojisindeki kâğıt bağlantısı bürokrasiyle, kurumsallaşmayla ilişkisini de ortaya koyar. Siyasal iktidarın bürokratik mekanizmaların işleyişine yaptığı müdahalelerin, gündelik yaşam pratiklerine çeşitli düzeylerde etkileri olur. Bu etkiler de çoğu durumda yeni pratiklerin kurulmasına vesile olur. Bu bağlamda, karnelerin bürokratik araçlar olarak cumhuriyet tarihi boyunca nasıl kullanıldığına bakmak, aynı zamanda siyasi iktidarın politik müdahalelerinin gündelik hayattaki etkilerini de kavramayı sağlar. Bu yanıyla, tersi bir dolayımla kişisel hafızadan kolektif hafızaya karnenin yerini tespit etmek önemlidir: “Belleğin en mahrem alanları bile ancak toplumun geçmişi, sembolleri, dili ve coğrafyasıyla ilişkilendirildiği zaman anlam kazanıyor ve tezahür ve telaffuz imkânı buluyor. Bu bağlantılar nedeniyle bellek, birey ve toplum arasındaki kesişme noktasında duruyor” (Confino’dan akt. Özyürek, 2020: 9). Çocukluğumuza dair nostaljinin önemli parçalarından biri olan karneleri bu dolayımla ele almak, bireysel olan ile kolektif olanı bir arada düşünebilmenin de imkânını sunar.
Tüm bürokratik mekanizmalar gibi karneler de ilk bakışta, bir kolaylığa ya da hak kullanımına işaret etseler de bir taraftan da bir ayırma, bölme, mahrum bırakma işlevini yerine getiren belgelerdir. Bir başka deyişle karne, kimin bir hakka erişebileceğini de belirlemektedir. Karnelerin dağıtılma süreçlerindeki hak dağıtıcısının ayrıştırma pratikleri, dezavantajlı konumların üretilmesi ve bu konumların yeniden üretilmesi süreçleri bu bağlamda ele alınmalıdır. Karne ayrıca son dönem Türkiye politik ajandasında “ekmeğin karneyle alındığı günler” söylemiyle yerini almıştır. Bu anlamıyla karne kavramının negatif bir çağrışım kazanıp kazanmadığına ve nasıl bir bağlamda kullanıldığına bakmak önemlidir.
Akdeniz, Karadeniz, Karnemizi İsteriz
Kaynak: Twitter Görseli [https://bit.ly/3DW1tk7]
Çoğumuzun zihnine kazınmış olan karne imgesi, dış kapağında Atatürk’ün çatık kaşlı bir fotoğrafının olduğu, bu siluetin üzerinde Gençliğe Hitabe’nin okunduğu okul karneleri olsa gerek.
Karnelerin bu “soğuk” yüzünün aksine karne günleri coşkulu günlerdi, hep bir temaşa ile geçerdi. “Matematik 3 mü düşmüştür 4 mü?” “Takdir mi gelecek teşekkür mü?” ve/ya akrabaların “Karnende kaç asker var?” sorularına muhatap olunacağıyla ilgili kaygılar eşliğinde süren bir hengâme… Yumurta savaşı yapan da olurdu, çamaşır suyuyla notunu değiştirme hesapları içinde olan da, karnesine 1 düşenleri 4 yapmanın hayalini kuranlar da… Kişisel hafızamda da karnelerin özel bir yeri var. Özellikle karne günleri çok güzel günlerdi ben ve kardeşim için. Annem o gün en sevdiğimiz yemekleri yapardı. Bakkaldan istediğimiz abur cuburları alabildiğimiz tek gündü. Doğum günlerimizden bile daha önemliydi karne günlerimiz. Çocukluğumdan birkaç fotoğrafın dışında yalnızca karnelerim duruyor. Bu özenin arkasında annemin okulla, eğitimle kurduğu ilişki var kuşkusuz. Kendisi çok istediği halde ilkokuldan sonra okula gönderilmemiş, birkaç sene sonra da zorla evlendirilmiş annem için okumamız, dolayısıyla da karnelerimiz, karne günleri çok önemliydi.
Karnenin bir çocuk için anlamı, ebeveynleriyle ve aile kurumuyla olduğu kadar öğretmenleriyle ve dolayısıyla okul kurumuyla ilişkisinde saklıdır. Rıfat Ilgaz’ın 1956 yılında Dolmuş dergisinde tefrika etmeye başladığı; sonra bu kısa hikâyeden, romana, müzikale, tiyatro oyununa ve filme dönüşmüş Hababam Sınıfı eseri Türkiye’de okul hayatı ve eğitim sistemi üzerine yapılmış en etkileyici çalışmalardan birisi, hatta en etkilisidir. Bu anlamda, çeşitli kuşakları farklı biçimlerde etkilemiş, etkilemeyi sürdürmekte olan bir başyapıttır. Okula, sisteme ayak uyduramayan yaramaz çocukların penceresinden görmemizi sağlar dünyayı.
Sinemaya uyarlanan Hababam Sınıfı serisinin 1975’te çekilen ikinci filmi “Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı”, karneler velilere verilirken Mahmut Hoca’nın yaptığı etkileyici tiradıyla sona erer: “Tembel çocuk, hatalı çocuk, suçlu çocuk yoktur; hatalı hatta suçlu ana-baba vardır. O yüzden de bu karneleri çocuklarınıza değil gerçek sahipleri olan sizlere vermeyi daha uygun buldum. İçindeki notlar sadece onların ders notları değil bir anlamda sizlerin de analık-babalık görevlerinize verilmiş olan notlardır.” Filmin en epik sahnesi budur, öğrencileri cezalandırmak isteyen Semra Öğretmen de, ilgisiz-sorumsuz veliler de bir aydınlanma yaşarlar bu andan itibaren. Çocuklar değil çocuklarıyla gerçek anlamda ilgilenmeyen aileler ders çıkarmalıdır zayıf karnelerden. Fakat bu ders, kimse için bir filmdeki bir sahneyle alınıp geçilebilecek kolay bir ders değildir. Okula gidemeyen, hiç karne alamayan; karnesiyle, okuluyla, eğitimiyle hiç ilgilenilmeyen, karnesini hep kötü bir anı olarak saklayan; hatta karnesindeki zayıflar yüzünden intihar eden çocuklar ve gençler… Başarı, yarış, ödüllendirme ve cezalandırma odaklı, eşitsizlik üzerine kurulu sistemin sorunlarıdır bunlar. Baş edilmesi imkânsız değilse de zordur, güçlü tarihsel kökenleri vardır.
“Bizim zamanımızdaki terbiye sistemi tedribe pek yaklaşırdı, insan yavrusu gibi değil, maymun, köpek enceği gibi muamele görürdük. Hak ederdik, etmezdik, o ayrı mesele. Yaramazlık, afacanlık etmiyen hangi çocuk vardır? Sıbyan mektebine başladığımız gün: ‘Eti senin, kemiği bizim!’ diye eline teslim edildiğimiz hocaefendinin insafına bağlı idik. Artık o, kendi telakkilerine ve kendi noktai nazarına göre bizi adam etmeye çalışırdı (…). Devrin maarif sistemi –eğer bu türlüsüne bu ad verilirse– mekteplerde, iptidai mahkemelerin işkence aletlerini daha çok hatırlatan, bir takım ceza vasıtaları ihdas eylemiş ve tatbik ettirmişti. Bunlardan biri, ve talebenin üzerinde en fena tesir yapanı falaka idi” (Ekrem, 2012: 286).
Recaizade Mahmut Ekrem’in oğlu Ercüment Ekrem’in bu anlatısı, 1900’lerin başlarında eğitimin nasıl da “terbiye etme” üzerine kurulu olduğunu gözümüzün önüne seriyor. Bu dönemde karne verme de yine kendine has bir mekanizmaya sahiptir. Örneğin, 1920’li yılların başında mahalle mektebinde Kuran öğrenmeye gönderilen Aziz Nesin anılarında mahalle mekteplerindeki bu tarz bir uygulamayla ilgili anısını şöyle anlatır: “Töre öyleymiş, çocuk Kuran okumayı öğrenip de İnşirah suresini okurken ‘Fergap’ dedi mi, hoca da, ‘Fergap, fesini kap!’ der, çocuğun fesini başından alırmış. Böylece çocuğun yetiştiği ana babaya bildiriliyor. Şimdiki sınıf karneleri gibi bişey… Bir tepsi börek ya da baklava götürülür, hocadan fes geri alınırmış” (Nesin, 2019: 27).
Genel ve yaygın biçimde uygulanmasa da adına “etvâr ve mesai cüzdanı”, “hal ve hareket, sa‘y u gayret cüzdanı” gibi isimler verilen karne uygulamasının başlaması eğitimdeki modernleşme çabalarıyla ilgiliydi ve Osmanlı’da Sıbyan Mektepleri ve Rüştiyelerde 19. yüzyılın sonlarında yaygınlaşmaya başlamıştı (Kara & Birinci, 2012). Bu dönemde bir eğitim yılında üç kere karne veriliyordu.
Avrupa’da 16. yüzyıldan itibaren bir ortak kamusal, sistemli bir eğitimden söz edilebilir. Osmanlı döneminde de 19. yüzyılda eğitimde benzer reformlar yapılmıştır (Somel, 2010).3 Karne vermenin yaygınlaşması ve tek tip karne uygulaması için cumhuriyet dönemini, daha net bir tarih vermek gerekirse, 3 Mart 1924 tarihli “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”nu beklemek gerekecekti. Bu kanunun amacı, eğitimde modernleşme ve sekülerleşmenin sağlanması ve bu doğrultuda kitlesel ve milli eğitimin yaygınlaşmasıdır. Hepimizin bildiği gibi, “milli eğitim” başlangıçta “birlik beraberlik ya da uyum” içerisinde olma ile bağlantılı olarak kavranmıştır. Zamanla bu tek dillilik ya da tek sesliliğin nasıl da baskılayıcı ve dayatmacı olabileceği deneyimlenmiştir. Dolayısıyla bugün artık kamusal-milli eğitim tartışmaları tekseslilikten çok çoksesliliği, “anadilde eğitim” taleplerini de hesaba katarak yapılmak zorundadır.
Karneler de bir anlamda zamana ayak uydurdu. Çatık kaşlı fotoğraf zaman içerisinde değişti, uzaklara bakan daha ılımlı bir Atatürk görseli konuldu yerine. Toplumsal bilinçaltımızda bunun nasıl etkiler bırakacağı belirsiz kalmaya mahkûm elbette. Çünkü bir taraftan “nerde o eski karneler” dedirtecek şekilde karnenin verdiği heyecan da azaldı. Karnelerin basıldığı kâğıtlar inceldi, karne dijital bir bilgisayar çıktısına dönüştü, el yazısının yerini bilgisayar yazısı aldı. Karne inceldikçe, daha da kritiği notlar karneler dağıtılmadan önce elektronik ortamda paylaşılmaya başlandıkça karnelerin verdiği heyecan da azaldı sanki.
Öncülüğünü 1997 yılında kurulan Kadın Adayları Destekleme Derneği’nin (Ka-Der) her yıl 8 Mart’ta seçme ve seçilmede toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dikkat çekmek için yayımladığı “Temsilde Kadın-Erkek Eşitliği Karnesi.”
Karnen Kadar Sağlık
Okul karnesi, ne kadar bir ortaklaşma, tektipleşme süreciyle ilgiliyse; sağlık karnesi de bir o kadar farklı kesimlere farklı uygulamalar anlamına geliyordu. Türkiye’de uygulanan sağlık politikaları, geçmişten bugüne Emekli Sandıklılar, SSK’lılar, Bağ-Kur’lular, Yeşil Kartlılar ve hiçbir sosyal güvencesi olmayanlar arasında, erişilebilirlik ve hizmet kalitesi açılarından ciddi hiyerarşiler yaratan bir alan olmuştur.4 Bu durum eşzamanlı olarak da sağlıkta sürekli bir reform tartışmasıyla yürümüştür.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Sağlık Bakanlığı’nın kurulması gibi reformlar yapılsa da sağlık güvencesi konusunda asıl adımlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde atılmıştır. Türkiye’de sağlık güvencesi sistemi, çalışan ve prim ödeme odaklı, emeklilik sağlayan sistemlerle eşgüdümlü bir yapıdadır. 1946’da daha sonra adı Sosyal Sigortalar Kurumu’na (SSK) dönüşen İşçi Sigortaları Kurumu kurulmuş, 1949’da Emekli Sandığı Kanunu çıkarılmıştır. Bu alandaki kurumsallaşma asıl olarak 1952 yılından sonra başlamıştır. Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu (Bağ-Kur) Kanunu’nun da 1971 yılında çıkarılmasıyla sosyal sigorta sisteminin kurumsal yapılanması tamamlanmıştır (Bulut, 2007). Sağlık karneleri de SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’na bağlı olarak çalışanların ve yakınlarının sağlık tesislerine müracaatlarında istenen belgeler olmuştur. 1992 yılında, sosyal güvencesi olmayan ve maddi durumu yetersiz olan vatandaşların sağlık giderlerini karşılamak amacıyla uygulamaya konulan yeşil kartlar da aslında bir nevi sağlık karnesiydi. Yeşil kartın diğer sağlık karnelerinden tek farkı rengi değildi. Yeşil kart yalnızca sağlık hizmetinden yararlanmayı sağlayan bir belgeydi, prim ve emeklilik sistemi ile bir bağı yoktu. Sağlık hizmetinden yararlanma bakımından memurlar, işçiler ve bağımsız çalışanlar arasında hâlihazırda farklılıklar mevcuttu. Ancak yeşil kartın diğer sağlık karnelerinden farklı olarak hem yeşil olması hem de adına karne değil kart denilmesi, sağlık sisteminin ayrımcı ve hiyerarşik yapısını gösterir niteliktedir. Sağlık sistemiyle ilgili olarak bürokratik süreçlerin zorluğundan kaynaklı aksaklıklar, şikâyetler konusuydu. Örneğin, sağlık karnesinin sayfaları biten kişilerin, yeni karnelerini alabilmeleri için uzun kuyruklarda beklemeleri gerekiyordu. Sağlık karneleriyle ilgili olarak “başkasının kartına yazdırma” uygulamaları da hayli yaygındı. Bu, özellikle birinci basamak sağlık kuruluşlarında kişilerin, birbirlerinin karne ve kartlarını kullanması demekti. Bunlar bir tür “direniş stratejisi” olarak görülebilir; çünkü, özellikle yoksul şehirlerde ve mahallelerde yaygın olarak karşılaşılmaktaydı (Üstündağ & Yoltar, 2007: 78-79).
AKP, “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nı meşrulaştırmak için eski sistemin yolsuzluklara açık olduğuyla ilgili söylemler kadar, “Artık kuyrukta beklemek yok, sağlık karnesi çilesi bitti” gibi söylemleri de kullanmıştır (T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Broşürü, 2012). 2008 yılında sağlık karnelerinin kaldırılması, kimlik ibrası yoluyla sağlık hizmetine ulaşabilme bu süreçte önemli bir araç olarak kullanıldı.
Adına kimi durumda aşı kartı da denilen bu belgeler de dijitalleşmenin bir başka kurbanıdır. Bebeklikten itibaren yapılan tüm aşıların takibi için verilen bu belgeler günümüzde dijital ortama aktarılmıştır.
Aşı karneleri, bürokrasi ve dijitalleşme bağlantısı konusundaki ilgi çekici bir karşılaştırma için de bir vesile sunuyor. Kişisel deneyimle de şahit olduğum bu karşılaştırma, Almanya’da ve Türkiye’de bürokrasiye ve dijitalleşmeye yaklaşım farklılığı üzerine. Covid pandemisi sürecinde Almanya’da, bulunduğumuz bölgede, basılı aşı karnesi alma zorunluluğu uygulaması oldu uzunca bir süre. Ayrıca yine Almanya’daki pek çok tanığımızın hâlâ çocukluktan kalma aşı karnelerini saklıyor oluşu şaşırtıcı gelmişti. Her işini kâğıda dökerek halleden, dijitalleşmeye direnen, görece hantal Alman bürokrasisi, Türkiye’den buraya bir süre kalmaya gelen hemen herkesin ilk bakışta dikkatini çeker. Dolayısıyla dijitalleşmeye tüm hücreleriyle teslim olmuş Türkiye bürokrasisinin diğer ülkelerdeki bürokratik işleyişle farklarına dair ve/ya benzerliklerine dair karşılaştırmalı bir çalışma son derece ilgi çekici olabilir.
Sağlıkta Dönüşüm Projesi ile getirilen yeni sistem, mevcut hiyerarşileri alt üst etmiş ve genel sağlık sigortası (GSS) ile tüm kesimleri eşitlemiştir. Ancak aynı zamanda “yine yasalar aracılığı ile kurgulanan yeni bir tür ‘model vatandaşlığı üstlenebilme’ kapasitesine göre, farklılıklar ve eşitsizlikler yaratmaktadır” (Üstündağ & Yoltar, 2007: 58). Eski sistemle ve “çile” ile özdeşleştirilmiş sağlık karneleri geçmişte kalmış, “karnen kadar sağlık”tan “paran kadar sağlık” dönemine geçilmiştir. Dolayısıyla, sağlık sisteminin ayrıcalık ve hiyerarşi üzerine kurulu yapısı karneyle değilse de başka mekanizmalar aracılığıyla sürmektedir. Ayrıca bu durum, yalnızca sağlık sistemine özgü de değildir. Bunun devletin neoliberal dönüşümünün sonuçlarıyla ilişkisine dair kanıtlar, özelikle sosyal yardımların dağıtılması süreçlerinin işleyişine bakılarak rahatlıkla bulunabilir. Belirli bir gelirin altında yaşamaya mahkûm bırakılanların, “müşteri” bile olamadığı bir uygulamanın adıdır, sosyal yardımlar. Bu kartlara sahip olanlar büyük bir damgalama ve önyargının nesnesidirler. Hedef kitleye yönelik sosyal yardım sisteminin en önemli özelliği, damgalayıcı bir bağımlı kategorisi yaratmasıdır (Yılmaz, 2015).5 Vatandaşlık ile ilişkileri yalnızca “oyları satın alınabilenler” olarak kodlanmalarıyla mümkün olabilmektedir, örneğin.
Bir yönüyle yoksulluğa has bir karne uygulaması da pek yaygın olmasa da bakkal karneleridir. 1980’li yılların ikinci yarısı ve 1990’ların ilk yarısında mahalle bakkalından alışveriş yaparken, bakkalların verdiği karne dediğimiz fişleri kullanıyorduk. Bakkal defterlerinin bir “yan” uygulamasıydı bu karneler adeta. Bakkala yazdırmayı her iki taraf için de kolaylaştırıyordu. Bunlar alışverişte para yerine geçiyordu, o zamanın kredi kartlarıydı da denebilir. İçerisinde çeşitli değerde fişlerin olduğu karne demeti aybaşında alınıyor, parça parça kullanılıyordu. Hangi bakkaldan alındıysa, yalnızca o bakkalda geçerliydi ve nakit kullanmadan ödeme yapma imkânı sağlıyordu. Böylece bakkalın da bakkal defteri tutulmasına gerek kalmıyordu. Bakkaldan alınan karnenin bedeli daha sonra nakit olarak ödeniyordu.
Ekmeğin Karneyle Alındığı Günler
“Bunların zamanında ekmek, karne ile dağıtılıyordu.” Recep Tayyip Erdoğan’ın çeşitli aralıklarla dillendirdiği bu cümle Türkiye’de mevcut politik ayrışmaya dair ipuçlarıyla dolu. “Bunlar”ın işaret ettiği CHP; “karneyle ekmek dağıtılan” yoksunluk dolu günlerse İkinci Dünya Savaşı yılları. Cümlenin alt metni ise şöyle olmalı: Kemalist elitler yalnızca dindar kesimlere baskı uygulamadılar, halkın tümünü yoksunluk ve mağduriyet içinde bıraktılar. Bu söylemin alıcısı olduğu da muhakkak. Bir şeyin karneyle verilmesi, karneye bağlanması yoksunluğu, yoksulluğu çağrıştırır. Belki de bu nedenle, 2019 yılında uygulamaya konan, kotalı ve görece ucuz mal satışına dayalı uygulama için verilen belgeler, bir tür karne olmasına rağmen tanzim satış belgesi adıyla çağrılmıştır.
Ekmek karnesindeki bu olumsuz çağrışım, derin izler bırakan savaş dönemlerinin ürünü olması dolayısıyladır. Elbette, savaş ekonomisi içerisinde kotalı ürün temini uygulamaları yalnızca İkinci Dünya Savaşı dönemine ya da Türkiye’ye has bir uygulama değildir.6
1950’lerde, en yaygın tüketilen içecek olarak kahvenin yerini çayın aldığı süreç, kahve kıtlığının ardından kahvenin karneye bağlanması ile başlamıştır. 8 Nisan 1955’te hane başına 100 gram kahve verilmeye başlanmıştır. Kahve alanlar, muhtarların hazırladığı belgeleri imzalıyorlardı. Karne uygulamasına yönelik eleştiriyi, ekonomik kriz ve yoksunlukla ilişkilendirerek, kahve örneğinde bu kez CHP, DP’ye karşı kullanıyordu (Alkan, 2015: 619-620).
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, buğday teminindeki yetersizlikler nedeniyle ekmek tüketimini sınırlandırmak ve her vatandaşın eşit miktarda ve kalitede ekmeğe ulaşmasını sağlamak için ekmeğin karneyle dağıtılmasına karar verilmiştir. Karne sistemi ile ekmek karaborsasını ve ziyanını engellemek ve bazı kişilerin ihtiyacı olandan fazlasını almalarının önüne geçmek amaçlanmıştı. 19 Aralık 1941’de Millî Korunma Kanunu’nda yapılan düzenlemeye dayanılarak 14 Ocak 1942’den itibaren İstanbul’da temel gıda olan ekmek karneyle dağıtılmaya başlanmıştır. Ekmek karnesi uygulaması, bu tarihten 9 Eylül 1946’ya kadar devam etmiştir.
Uygulama pratikte şöyleydi: Karneler aylık ve hanedeki kişi sayısına göre dağıtılıyordu. Ekmek almaya giden kimse, karnesinden bir yaprağı koparıp veriyor ve ekmeğini alıyordu. Hem gramajında hem de miktarında zaman içerisinde artış ve azalışlar olsa da ekmekler 750 gram olarak çıkmıştır. Ağır işçi olarak tarif edilen kişiler 750 gram ekmek alıyordu. Bunların dışındaki diğer vatandaşların hakkı bu ekmeğin yarısı olan 375 gramdı. Yedi yaşından küçük çocuklar ise tam ekmeğin çeyreği olan 187.5 gram ekmek hakkına sahipti (Bakar, 2013). Ekmek karnesi uygulamasında görece eşitliği sağlamak için yapılan bu eşitsizlik anlaşılabilir. Bundan farklı olarak kelimenin gerçek anlamıyla bir eşitsizlik ise daha sonra memur karnesi-halk karnesi ayrımına gidilmesiyle ortaya çıkmıştı. Memurlara ekmek daha ucuz verilmeye başlanmıştı.7 Daha sonra da yetimler, kimsesizler ve dar gelirlilerin de memur karnesi düzeyinde ekmek almaları öngörülmüştür (Bakar, 2013: 28).
Ekmek karnesi uygulaması sürecinde, hem ekmeğin kalitesi hem de dağıtılmasıyla ilgili yaygın şikâyet ve eleştiriler olmuştur. Ayrıca sahte karne hazırlamak ya da karnesiz ekmek satmak şeklinde karne yolsuzlukları da yaşanmıştır. “Yine, ekmeğin gramajından çalmak, ekmeklik una yabancı maddeler karıştırmak sık rastlanan sıkıntılar olmuştur ve faaliyete geçen Millî Korunma Mahkemeleri en büyük mesaisini ekmek meselesiyle ilgili yapmak zorunda kalmıştır” (Bakar, 2013: 35). Metinsoy’un işaret ettiği gibi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında hayat pahalılığı, yoksunluklar ve açlık tehlikesi, yalnızca fiziksel değil; psikolojik zorluklar da ortaya çıkarıyor, insanların duygularını ve insan ilişkilerini olumsuz bir şekilde etkiliyordu. Birçok insan, kanun dışı yollarla hayatını idame ettirmeye çabalıyordu. Metinsoy, bu durumu, gündelik hayatta ortaya çıkan bir direnme stratejisi olarak yorumlamaktadır (2016: 72). Ekmek karnesinde simgeleşen bu yoksunluk başka bir bağlamda, 1950’li yıllarda Amerikan malı ürünlerin, Amerikanlaşmanın ülkede tereddütsüzce benimsendiği bir süreci de tetiklemiştir, denilebilir.
Çalışma bilindiği gibi evrensel insan haklarının bir parçası, anayasalarda da tanımlanmış bir haktır. Bu hakkın uygulamadaki karşılığı ayrımcılık gözetmeden herkese sunulması ve insan onuruna yaraşır bir gelir elde etmek ile ilişkilidir. Çalışma karneleri de bu çerçevede bir işyerinde çalışmaya başlayan işçiye, işveren tarafından verilen bir tür kimlik işlevi de gören belgelerdir. Örneğin, 1973 yılında çıkarılan İşçi Çalışma ve Kimlik Karnesi Tüzüğü’ne göre, işveren çalışmaya başlayan her işçiye on beş gün içerisinde çalışma karnesini düzenlemekle yükümlüdür. İşçi ise bu karneyi yanında bulundurmalıdır.
Çalışma yalnızca hak kapsamında değil; Auschwitz’in kapısında “çalışmak özgürleştirir” yazısında somutlaştığı gibi yükümlülük ve zorunluluk bağlamında da düşünülmelidir. İkinci Dünya Savaşı dönemindeki iki uygulama, hem “çalışma” edimini bu bağlamda düşünmeyi tetiklediği hem de dönemin ruhunu yansıttığı için dikkat çekicidir. Bunlardan ilki, 1941-1948 yılları arasında Zonguldak ve çevresindeki kömür madenlerinde Milli Koruma Kanunu kapsamında uygulanan iş mükellefiyetidir. Bu uygulamayla bölgedeki yaklaşık 60 bin kişiye belirli dönemlerde madenlerde çalışma yükümlülüğü getirilmişti. Ağırlıklı olarak yöre köylüleri olan bu kişiler, kendi iradeleri dışında topraklarından, ailelerinden ayrılmak durumunda bırakıldıkları gibi, son derecede ilkel ve güvensiz koşullarda maden ocaklarında çalışmak zorunda kalmışlardı (Makal, 2006). 2013 yapımı Kelebeğin Rüyası filminde de bu uygulamaya değinilir. Filmin dikkat çekici bir sahnesinde “Zonguldak vilayetine bağlı tüm köylerdeki 15-65 yaş arası erkek vatandaşlar maden ocaklarında çalışmakla mükelleftir. İş Mükellefiyeti Kanunu (Türkiye 1940)” ibaresi görülür.8 Bu sahnede Suzan’ın kılık değiştirerek madene girme arzusu hüsranla sonuçlanır. Bu, ironik biçimde çalışma zorunluluğunun yalnızca erkeklere tanınan bir “hak” olarak karşımıza çıkmasıdır.
İkinci uygulama ise 1942 tarihli Varlık Vergisi Yasası uyarınca 27 Ocak ile 3 Temmuz 1943 arasında, 1229 gayrimüslimin çalışmak üzere zorunlu olarak Erzurum Aşkale’ye yollanmasıdır. Varlık Vergisi de yine bir filmle –1999 yapımı Salkım Hanımın Taneleri filmiyle– yeniden gündeme gelmiş ve oldukça tartışılmıştır.
Her iki düzenleme de o yıllardaki sermaye birikimi ve paylaşımı süreciyle ilişkili olduğu gibi ücretli emeğin geniş bir biçimde sömürüsü için yasal olanakların nasıl kullanıldığını da gözler önüne serer (Makal, 2006).
Sonuç olarak karnelerin tarihi aracılığıyla “kıtlık zamanında herkese belli bir gıda temin etme” işlevinden, “görece bolluk zamanında toplumun dezavantajlı kesimlerinin metaya erişimini destekleme” işlevine geçişin izini sürebiliriz. Karne kolektif düzeyde bürokratikleşme, kurumsallaşma, ulus-devletin toplumun hücrelerine yayılma pratiği bağlamında anlaşılabilir. Karne, ona sahip olan için bir haktan yararlanmayı, “makbul vatandaşlığı” işaret ederken; diğer taraftan karnesi olmayan için mağduriyet anlamına gelir. Dolayısıyla modernleşme sürecinin iki yüzü de vardır karnelerde.
Albayrak, E.A. (2016). İkinci Dünya Savaşı’nın (1939-1945) Kadın Giyimine Etkileri. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 35, 539-555. https://asosjournal.com/?mod=makale_tr_ozet&makale_id=34020
Alkan, M.Ö. (2015). Kahve- Kahvaltı ve Çay Tiryakiliği. M. K. Kaynar (Der.) içinde. Türkiye’nin 1950li Yılları. (619-620). İstanbul: İletişim.
Bulut, A. (2007). Türkiye’de Sağlık Reformunun Tarihçesi. Ç. Keyder, N. Üstündağ, T. Ağartan & Ç. Yoltar (Der.) içinde. Avrupa’da ve Türkiye’de Sağlık Politikaları. (111-125). İstanbul: İletişim.
Bakar, B. (2013). İstanbul’da Ekmek Karnesi Uygulaması, Karne ve Ekmek Suistimalleri (1942-1946). Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, 12(24), 1-60. https://dergipark.org.tr/tr/pub/iuydta/issue/17081/178758
Ekrem, E. (2012). Mektebe Başlayış. İ. Kara & A. Birinci (Der) içinde. Bir Eğitim Tasavvuru Olarak Mahalle/Sıbyan Mektepleri Hatıralar, Yorumlar, Tetkikler. (283-288). İstanbul: Dergah.
İşçi Çalışma ve Kimlik Karnesi Tüzüğü (1973). https://www.guvenbir.com/tr/tuzukler/30-77/isci-calisma-ve-kimlik-karnesi-tuzugu/ (Erişim: 30.07.2022).
Kamu Hastane Birlikleri Verimlilik Karne Değerlendirmesi Hakkında Yönerge (2014). https://khgmstokyonetimidb.saglik.gov.tr/Eklenti/19220/0/kamu-hastane-birlikleri-verimlilik-karne-degerlendirmesi-hakkinda-yonerge-26122014pdf (Erişim: 30.07.2022).
Kara İ., & Birinci A. (2012). Bir Eğitim Tasavvuru Olarak Mahalle/Sıbyan Mektepleri Hatıralar, Yorumlar, Tetkikler. İstanbul: Dergah.
Lüleci, Y. (2019). Bir II. Dünya Savaşı Türkiyesi Temsili Olarak Kelebeğin Rüyası Filmi. Egemia Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya ve İletişim Araştırmaları Hakemli E-Dergisi, 5, 187-211. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/845953
Makal, A. (2006). Zonguldak ve Türkiye Toplumsal Tarihinin Acı Bir Deneyimi Olarak İş Mükellefiyeti. Zonguldak Kent Tarihi Bienali Bildiriler Kitabı. http://80.251.40.59/politics.ankara.edu.tr/makal/ZOKEV.pdf
Metinsoy, M. (2016). İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye: Gündelik Yaşamda Devlet ve Toplum. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları.
Nesin, A. (2019). Böyle Gelmiş Böyle Gitmez Aziz Nesin’in Anıları İstanbul: Nesin.
Nişanyan Sözlük. https://www.nisanyansozluk.com/kelime/karne
Özyürek, E. (2020). Türkiye’nin Toplumsal Hafızası. İstanbul: İletişim.
Somel, S.A. (2010). Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908) İslamlaşma, Otokrasi ve Disiplin. O.Yener (Çev.). İstanbul: İletişim.
T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (2012). “Emeklilerimiz için Neler Yaptık ve İntibak” Broşürü. https://www.csgb.gov.tr/media/1339/emekli_intibak.pdf (Erişim:30.07.2022).
TDK Sözlük. https://sozluk.gov.tr/
Üstündağ, N. & Yoltar, Ç. (2007). Türkiye’de Sağlık Sisteminin Dönüşümü: Bir Devlet Etnografisi. Ç. Keyder, N. Üstündağ, T. Ağartan & Ç. Yoltar (Der.) içinde. Avrupa’da ve Türkiye’de Sağlık Politikaları. İstanbul: İletişim.
Yılmaz, B. (2015). Yeni Türkiye, Yeni Refah Rejimi, Yeni Yönet(iş)im ve Yoksulluk. İdealkent, 16,182-209, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/464317
Kapak görseli: Ekmek karneleri, Konya ve Tarsus, 1944. Kaynak: Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi, Orhan Koloğlu Bağışı Fonu
- Örneğin 2014 yılında çıkarılan Kamu Hastane Birlikleri Verimlilik Karne Değerlendirmesi Yönergesi’ne göre “Birliklerin ve sağlık tesislerinin sağlık hizmetleri, mali ve idari hizmetler ve verimlilik açılarından puanlandırılarak değerlendirilmesi öngörülmektedir. Başarısız olarak değerlendirilen sağlık tesislerinde ise sağlık tesisi yöneticilerinin sözleşmeleri sona erer.”
- Bir tabaka kâğıdın ikiye katlanmasıyla oluşturulan dört yüzlü defter” anlamlarına gelen Latince quaterni sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Latince quatuor “dört” sözcüğünden türetilmiştir” (Nişanyan Sözlük).
- Örneğin II. Mahmut döneminde Maarif Dairesi’nin kurulması ya da Tanzimat döneminde 1847’de hazırlanan ve çağına göre kısmen ilerici olarak nitelendirilebilecek, şehirlerdeki devlet okullarının yaygınlaştırılmasını, bütün köy ve kasabalarda devlet okullarının açılmasını öngören “Dersadet Mektebi Nizamnamesi” gibi uygulamalar dikkat çekicidir. “Bu nizamnameye göre 6-10 yaş arasındaki öğrenciler mahalle mekteplerine gidecek, 10 yaşından büyük öğrenciler eğitimlerine rüştiye mekteplerinde devam edeceklerdi. Çocuklarını okullara göndermek istemeyen ana babalar hakkında kovuşturma açılacaktı. Mahalle mektepleri için dört, rüştiyeler için de iki yıllık eğitim öngörülmekteydi. Nizamname, kızların ilkokul eğitimini de gözetmekteydi” (Somel, 2010: 63).
- “Ömür boyu Emekli Sandığı ve SSK güvencesinin sağlanacağı ödüllendirilmiş vatandaşlar; yeri yurdu belli, beklentisi sabit, harcaması mazbut, çocuklarını devletin hizmetine hazırlayan aile babalarıdır. Gelirleri belirsiz, yararlandıkları hizmetler değişken Bağ-Kurlular ihtiyaçlarının bir kısmını özel sektörde karşılamaları beklenen üvey evlatlar iken; Yeşil Kartlılar sığıntı; sigortasızlar da farklı biçimlerde ‘sorunlu’ vatandaşlardır” (Üstündağ & Yoltar, 2007: 56-57).
- “Geleneksel kamusal müdahaleler arasında yer alan sosyal yardımlar neoliberal dönemde farklı bir konuma getirilmiştir; şöyle ki, ‘sosyal yardımların tamamlayıcı bir pozisyonda uygulanması bir sorun yaratmamakla birlikte, tamamlayıcı bir unsurdan, birincil, öncelikli bir unsura doğru evrilmesi’ klasik sosyal politika tanımıyla çelişmektedir. Yeni yaklaşım, liberal refah rejimlerinin en tipik özelliği olan ‘hedef kitleye yönelik sosyal politika’ oluşturulması mantığıyla örtüşmektedir; gerçekten de, yeni yaklaşımın hedef kitlesinin, ‘sosyal desteğe gerçekten ihtiyaç duyan muhtaç ve düşkün’ kesimlerle sınırlandırılması durumu ortaya çıkmıştır” (Yılmaz, 2015:197).
- Örneğin, İngiltere’de pek çok temel gıda ürününün yansıra kıyafetler için de karne uygulaması yapılmıştır. “İngiltere’de 1940 yılında gıda ile başlayan kısıtlamalar gün geçtikçe artmış ve 1941 yılının Mart ayında İngiliz Hükümeti tasarruf tedbirleri yasasıyla birlikte giysilerdeki etek boyuna, pili sayısına ve kullanılan düğme miktarına kısıtlamalar getirmiş, aynı yılın Haziran ayında ise adil bir dağılım için karne sistemini uygulamaya başlamıştır” (Albayrak, 2016: 545).
- Memurlara tanınan bunun gibi çeşitli ayrıcalıkların, cumhuriyet tarihi boyunca zaman zaman toplumsal huzursuzluğa neden olduğu söylenebilir. “Kentlerde uygulanan karne sistemi ve sosyal yardımlar, sosyal yardım programının dışında bırakılmış olanları huzursuz ediyor; memurların kollandığı kanısı halk arasında çeşitli söylenti ve mânilerle ifade buluyordu. Savaş yıllarında halkın dilinde Türkçe ezana da gönderme yapılarak, ‘İsmet uludur, İsmet uludur, memurlar İsmet’in kuludur’ diye bir mâni dolaşıyordu” (Metinsoy, 2016: 364).
- Bu sahne ile ilgili olarak bir ayrıntı ilgi çekicidir. “Yönetmen her ne kadar dönemi gerçekçi bir şekilde yansıtma çabası içinde olsa da kanunun ismini ve metnini değiştirmiştir.” Kanunun adı iş mükellefiyeti değildir ve kanun maddesi şu şekildedir: “Zonguldak Vilâyeti ahalisinden maden işlerinde az çok çalışmış olan veya (bunların oturdukları köy, nahiye ve kazalarda bulunup) yılın bütün mevsimlerinde müstemirren ticaret veya sanatlariyle meşgul olmayan 16 yaşından yukarı erkek nüfusa ve diğer vilâyetler halkından maden işlerinde mesai ve bilgilerinden istifade edilebilecek ihtisas erbabı, sanatkâr ve işçi vatandaşlara tatbik olunur” (Lüleci, 2019: 196).