PARKA
MUSTAFA ŞENER

İÇERİK

Giriş

“Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi,” der Murat Uyurkulak, ilk ve bence en güzel romanı Tol’un (2017) giriş cümlesinde. İşte parka o devrim ihtimalini görenlerin; hatta belki de devrimi bir ihtimal haline getirenlerin alametifarikasıydı, yani 68 ve 78 kuşağının. O yüzden TDK Sözlüğü onu “Genellikle askerin açık hava eğitimi ve manevra sırasında giydiği soğuğa karşı koruyucu, başlıklı bir tür üstlük” olarak tanımlamaktaysa da, parka bu memlekette, en azından Deniz Gezmiş’ten beri, hiçbir zaman sadece insanları soğuktan koruyan bir giysi çeşidi olarak bilinmedi. Çünkü parka halkın kolektif hafızasında askerlerden çok “o şarabi eşkiyalar”a1 yakıştırıldı, hep onları anımsattı. En güzel parka “devrimin en güzel yüz metresini” koşan o çocuğa aitti; sonra da hep o koşuyu tamamlamak isteyenler tarafından taşındı, bir giysi gibi değil daha çok bir bayrak gibi. Ve elbette o koşuyu durdurmak isteyenler tarafından da bazen idam sehpalarına çıkarıldı, bazen daha sokaktayken delik deşik edildi.

Parka, evet, Selim Açan’ın da belirttiği gibi daha çok 68’liler olarak anılan bir kuşağı ve o kuşağın “devrimci ruhunu” sembolize eder; ama, orada durmaz. O devrimci ruha sahip çıkan 78 kuşağı onun parkasını da yeniden geçirir sırtına. 12 Eylül darbesiyle memleket toprağından tamamen kazınmak istenen o ruh, fırsat bulduğu her uğrakta yeniden belirir yeni kuşakların yeni donunda. Zaman geçer, kuşaklar değişir, özgürlük ve eşitlik mücadelesi yeni biçimler alır; ama, ne bu topraklardaki devrimci mücadeleye can suyunu veren o ilk kuşak unutulur ne de o ruhu görünür kılan semboller. Deniz Gezmiş’in haki parkası, Ernesto Che Guevera’nın yıldızlı siyah beresinin muadilidir.

Ergin Konuksever’in objektifinden Deniz Gezmiş ve parkası. Kaynak: “Gazeteci Ergin Konuksever öldü: Deniz Gezmiş’in ‘parkalı fotoğrafı’nı çekmişti” Gazete Duvar (17.12.2022) []

Yıllar geçer, mücadele biçimleri farklılaşır; ama, Deniz’den sonraki kuşaklar gönül rahatlığıyla “Hepimiz Deniz’in parkasından çıktık” derler, Dostoyevski’nin Gogol’un paltosuna yaptığı güzellemeye öykünerek.

Örneğin 2005 yılında bir Ekşi Sözlük yazarı, Deniz Gezmiş’in parkasının kendisi için anlamını şöyle ifade eder: “Dünyanın herhangi bir yerinde, işten eve gülerek dönebilmelerin, köpekleşmeden sürdürülen yaşamların, paylaşılacak sıcak somunların, içtenlikli, çocuksu, eşit bir dünyanın bireyi olmanın uğruna, herhangi bir coğrafyanın ayazında savaş verenleri soğuktan hala koruduğuna inandığım parkadır.” Bir başka Ekşi Sözlük yazarı da parkayı, “Eşi benzeri yoktur, üzerinden tarih, sosyoloji, psikoloji, dizginlenemez bir başkaldırı akar” şeklinde tarif eder.

Aradan geçen yarım yüzyılda o güzel ihtimali gerçek kılma inadından vazgeçmeyenler yeniden ve yeniden sarılırlar bu sembollere, parkanın “modası” hiç geçmez bu yüzden. Nerede bir mücadele ve direniş varsa parka oradadır. Gezi’de mizahı, öfkelerine katık yapan gençler, “Parka giyen kuşağın parka giden çocuklarıyız,” diye yazarlar pankartlarına hiç yüksünmeden, aralarında bazıları o parka gelirken bütün parasına kıyıp o parkadan almıştır çünkü. Parası çıkışmayan bazı delikanlılar ise satın alamadıkları o parkalarla en azından bir fotoğraf çektirmiştir. Bu inat da, bu “hikâyeler” de gerçektir. Bir arkadaşım genç yeğeninin Gezi’de eylemlere katılırken giymek için pahalı bir mağazadan “Deniz Gezmiş parkası” satın aldığını anlatmıştı. Parkaya parası yetmeyen delikanlının yürek burkan hikâyesi ise biraz sonra, sabredin.

H. Selim Açan, 6 Mayıs 2020, O PARKANIN İÇİNDEKİ RUH, Gazete Duvar

Deniz’in Şarkışla’da yakalandıktan sonra getirildiği Ankara Emniyeti’nde çekilen parkalı fotoğrafını bir kez gördükten sonra unutmak mümkün müdür?

Çevresini sarmış bir güruhun ortasında, kollarına sıkı sıkıya yapışmış iki polisin arasında, ellerindeki kelepçeye aldırmayan bir özgüven ve kararlılık abidesi çarpar derhal gözünüze. Günlerin yorgunluğu ve uykusuzluğu birkaç günlük sakalla kaplı yüzünden okunur. Ama o heybetli duruş yok mu… Tarihe düşülen bir şerh, adeta bir manifesto özelliği kazandırır o unutulmaz fotoğrafa.

O gösterişli parkanın içindeki beden Deniz Gezmiş’in bedenidir elbette. Ama o parkanın içindeki ruh sadece Deniz’e ait değildir. Deniz’in yanı sıra sessiz; ama, derinden akan nehir misali “Dede” (Hüseyin İnan) de vardır o parkanın içinde, hayat dolu bir eylem adamı olarak Yusuf Aslan da… Biraz daha dikkatli bakarsanız o parkanın içine, kendilerine yapılan “Teslim ol” çağrılarına “Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik” kararlılığıyla tarihe not düşen Kızıldere ölümsüzlerini de görebilirsiniz, aylarca süren işkenceler sırasında dahi “Biz komünistler siyasi görüşlerimizi hiçbir koşulda saklamayız” kararlılığıyla sorgucularına meydan okuyan Kaypakkaya’yı da…

Uzun sözün kısası o parkanın içinde, sonradan “68 Kuşağı” olarak anılan bir kuşağı karakterize eden bir “ruh” saklıdır.

Parkanın bugün devrimi imleyen bir ikon haline gelmesinde belirleyici olan, onu bir giysi olmaktan öte devrimci mücadelenin bir sembolü yapan elbette Deniz Gezmiş’tir; ama, Cem Karaca’nın ilk kez 1976 yılında seslendirdiği Parka şarkısının da bu sembolleşme sürecine önemli katkısı olmuştur. Aslında burada o parkayı bir giysi olmaktan çıkararak devrimci kuşaklara bir sembol olarak hediye etmiş olan Deniz Gezmiş’in hayatına ve mücadelesine biraz yakından bakmak gerekir; ama, ne yazık ki buna yerimiz yok. Neyse ki bu konuda hem basılı hem sanal alemde yeterince kaynak bulmak mümkün diyerek biz hikâyemize parka etrafında devam edelim.

MARE NOSTRUM

En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

Can Yücel

Deniz Gezmiş O Parkayı Nereden Buldu?

Deniz Gezmiş’in sonradan ikon haline gelecek o meşhur parkayı nereden bulmuş olduğu konusunda farklı rivayetler vardır. Yaygın ama benim görebildiğim kadarıyla herhangi bir ciddi bir tanıklığa dayanmayan bir anlatıya göre, Deniz bu parkayı kaçırdıkları bir Amerikan astsubayından almıştır. Bugün internette kolayca bulunabilecek ve çok yaygın olan bir başka iddiaya göre ise Deniz Gezmiş’e bu parkayı gazeteci Ergin Konuksever vermiştir. Bu konuda bulabildiğim en eski tarihli kaynak, Konuksever ile gazeteci Erk Acarer’in yapmış olduğu, 6 Mayıs 2015 tarihli Birgün gazetesinde yayımlanmış bir röportaj. Acarer, Konuksever’in belki de ilk kez o parkayı Deniz’e kendisinin verdiğini bu röportajda söylediğini belirtiyor: “O zamanlar NATO’da görev yapan çok subay arkadaşım vardı. Parka getirirlerdi bana. Bende hep birkaç tane olurdu, biri de Deniz’in payına düştü!”

Konuksever’in 17 Aralık 2022’deki ölümünü haber yapan pek çok yayın organı, onun gazeteciliği hakkında bilgi verirken bu cümleleri, herhangi bir kaynağa referans vermeksizin aynen kopyalıyor. Ama bu cümlelerin devamında Konuksever, o ünlü parkalı fotoğrafa da getiriyor sözü. Örneğin Hürriyet’in haberinde Konuksever’in “bir röportajdan” alındığı bildirilen cümleleri şöyle:

O zamanlar NATO’da görev yapan çok subay arkadaşım vardı. Parka getirirlerdi bana. Bende birkaç tane olurdu, biri de Deniz’in payına düştü! 17 Mart 1971’de Deniz’i aylar sonra görmüştüm. Birkaç cümle konuşmak istedim ama onu hızla götürdüler. Sadece deklanşöre basabilmiştim. Çektiğim fotoğraf ile aslında Deniz’e veda etmişim. Parkasının içinde dimdik duruyordu. Şimdi bu fotoğrafa baktığımda boğazım düğüm düğüm oluyor.

İlk üç cümle Acarer’in röportajıyla birebir aynı; fakat, sonraki cümleler o röportajda yok!

İlginç biçimde çok sayıda internet sitesinde Konuksever’in “bir röportajında” bunları söylediği belirtiliyor; ama, hiçbir yerde o röportajı kimin, ne zaman yaptığına dair bir bilgi yok! Dolayısıyla söz konusu röportajın Acarer’inki olup olmadığı net değil. Ama şunu da ekleyelim; Konuksever, Acarer’e verdiği röportajda bu konuyu ilk kez dile getirdiği için olsa gerek “Şaşırılacak ne var bunda ağabey kardeş gibiydik biz!” diye de ekliyor. Konuksever’in Deniz Gezmiş’i bir gazeteci olarak 1967-68’den beri takip ettiği ve aralarında bir tür arkadaşlık kurulduğu biliniyor.

Yine de şunu da söylemeliyim ki, Deniz’e o parkayı verenin Konuksever olduğuna dair Erk Acarer’in röportajından başka bir kaynağa rastlayamadım. Konuksever’in televizyonlara verdiği röportajlarda da, birisi Nazım Alpman (Namlunun Ucundaki Deklanşör: Ergin Konuksever, 2008), diğeri Dilşad Zülkadiroğlu (Son Süvari, 2015) tarafından çekilmiş iki belgesel filmde de Konuksever, o parkayı Deniz’e kendisinin verdiğine dair bir şey söylemiyor.

Deniz’in o ünlü parkayı nerden bulmuş olabileceğine dair diğer önemli iddiaya bir bakalım. Bu iddia ilk kez, 2013 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Afişe Çıkmak, 1963-1980: Solun Görsel Serüveni adlı kitapta dile getirildi. Yılmaz Aysan tarafından hazırlanan bu kitapta, 1965 yılında ODTÜ Mimarlık Fakültesi’ne giren ve devrimci gençlik mücadelesi içinde kullanılan afişlerin hazırlanmasında büyük emeği olan Hasan Barutçu ile yapılan bir röportaj yer alıyordu ve Barutçu orada, Deniz Gezmiş’in parkayı 1970 yılı sonlarında Mimarlık Fakültesi’nde düzenlenen bir balo sırasında vestiyerden aldığını, amiyane tabirle “aşırdığını” ileri sürüyordu:

Bu balonun ilki 1967’de yapıldı ve 1970’e kadar sürdürüldü. …

Bu kıyafet baloları o dönem Ankara gençliğinin en çok önem verdiği eğlence idi… Bu balolardan bir iki hafta öncesinden başlayarak bütün Ankara’ya ülkücülerin baloyu basacakları söylentisi yayılırdı. Kimse de buna itibar etmezdi, çünkü ODTÜ’de güvende olacaklarını bilirlerdi. Bu da boşuna değildi. Ankara gençliği baloda eğlenirken kapılarda, çatıda, bahçede onlarca silahlı militan koruma nöbeti tutarlardı. …

ODTÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki son balo 1970’i 71’e bağlayan kış yapılmıştı. O zamanlar Deniz (Gezmiş) bir suçtan İstanbul’da aranıyordu ve o nedenle ODTÜ’de kalıyordu. Ben her şeyin yolunda gittiğine emin olmak için kapıları denetlerken Deniz’le karşılaştık. Yurtta sıkılmış, ne oluyor diye bakmaya gelmiş. Davetlilerin paltolarını bıraktıkları portmantoya gözünü dikmişti. Birden bankonun arkasına geçti. Askıdan yakası kürklü çok güzel bir uzun boy parka aldı. Önce ceplerini yokladı. Boş olduklarına emin olunca sırtına giydi ve çıkıp gitti. Giderken de, “Siz halledersiniz, çocuk mağdur olmasın” dedi ve kayboldu. Biz gecenin sonunda ceketini bulamayan delikanlıya istediği bedeli ödedik ve olay tatlıya bağlandı. Deniz Gezmiş’in yakalandığı sırada sırtında bulunan, bütün fotoğraflarda çıkan ve kendisine çok yakışan yakası kürklü parka, odur (Aysan, 2013: 112).

Kitabın yayımlanmasından sonra, Hasan Barutçu’nun verdiği bu bilgi, pek çok gazetenin ve internet sitesinin ilgisini çekiyor ve “Deniz Gezmiş’in parkasının sırrı çözüldü” gibi başlıklarla haber konusu yapılıyor. Sonradan basılan bazı başka kitaplarda da bu bilgi, doğruluğundan fazla kuşkulanmadan tekrar ediliyor (bkz. Bengi, 2020: 245-246). Burada dikkat çeken nokta, anlatılan “hikâyenin” tek tanığının gene hikâyenin anlatıcısı olması. Barutçu’nun anlatımından kuşku duymak için aslında pek bir neden yok, özellikle de kitabın yayımlandığı tarihte. Ama sonradan (benim bulabildiğim kadarıyla ilk kez 2015’te) Ergin Konuksever, “hikâyenin” başka bir versiyonunu anlattığı için biraz kuşku duydum ve konuyu araştırmak istedim.

Yazılı ya da görsel kaynaklarda bu iki versiyondan birisi lehine güçlü kanıtlar bulamadım. Bunun üzerine o dönemi bizzat yaşamış ve Deniz’lerin çevresinde bulunmuş olan bazı kişilere ulaşmaya çalıştım. Ulaşabildiklerim arasında en önemli bilgiyi Ertuğrul Kürkçü verdi ve Hasan Barutçu’nun anlattıklarını teyit etti. Kendisi o dönemde Dev-Genç başkanıydı ve bu olayın yaşandığı günlerde ODTÜ’deydi. O dönemde Deniz’in baloda vestiyerden bir parka almış olduğunu duyduğunu ifade etti, hatta o dönem Deniz ve etrafındakiler arasında bunun bilinen bir şey olduğunu belirtti. Konuştuğum diğer iki kişi Atilla Keskin ve Mustafa Lütfi Kıyıcı idi. Kıyıcı, İstanbul’da Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) grubundan Deniz’in yakın arkadaşıydı; ama, o tarihte Deniz bu gruptan kopmuş, Ankara’da yaşamaya başlamıştı. Keskin ise ODTÜ öğrencisiydi ve o sırada Deniz’lerin grubuyla (THKO) birlikte hareket ediyordu. Bu iki isim, Barutçu’nun anlattığı “vestiyer hikâyesi”ne inanmadığını ifade etti. Keskin, o dönemde bu tür parkaları bulmanın zor olmadığını, Ankara’da o zaman Hergele Meydanı denilen ve opera binasının karşısında bulunan Amerikan Pazarı’ndan bu parkaların kolaylıkla alınabildiğini belirtti.

Tabii bir de şu ihtimal var: Bu versiyonların ikisi de doğru olabilir. Kanımca Deniz’in birden fazla ve birbirine benzeyen parkasının olması pekâlâ mümkün. Cezaevinde Erdal Öz’e konuşurken, ODTÜ’de kaldığı zamanlarda başka bir parkasının daha olduğundan söz ediyor mesela: “Ankara’dayız. Silahlıyız. Tam takım silahlıyız. Benim üstümde kalın bir parka, kazaklar, atkılar falan. Yok, yakalandığım zaman sırtımda olan parka değil bu. Çok kalın bir parka. Onunla kutuplara git, yat buzların üzerine, üşümezsin” (Öz, 1986: 28).

Daha da önemlisi Deniz yakalandığında üstünde o ünlü fotoğrafa konu olan parka varken, cezaevine konulur konulmaz babasına yazdığı ilk mektupta, evdeki parkasını kardeşi Hamdi’nin getirmesini istiyor: “(…) Hamdi benim parkamı, kalın askeri gömleğimi; kalın askeri pantolonumu, iç çamaşırlarımı ve gömleklerimi, kazaklarımı acele getirsin” (Dündar, 2014: 270).

Hamdi Gezmiş de Deniz’in yakalanmasından hemen sonra cezaevine onu ziyarete giderken götürdükleri giysiler arasında bir parkanın olduğunu söylüyor: “Deniz abim, 17 Mart’ta tutuklanıp Ankara Merkez Cezaevi’ne konulunca hemen ihtiyacı olan eşyaları hazırladık… Annem giysilerini toparladı, hırkasını, kazağını, pantolonunu, uzun parkasını bavula koydu” (Dündar, 2014: 272).

Ortada birden fazla parka olduğunu kabul etsek de, o fotoğraftaki parkanın hangisi olduğunu çözemiyoruz.

Peki O Efsaneleşmiş, Sonradan Bir İkon Haline Gelmiş Fotoğrafı Kim Çekti?

Bu konuda da birden fazla iddia var: 16 Mart 1971 günü Gemerek’te yakalandığında Deniz Gezmiş’in üstünde haki renkli ve yakası kürklü o ünlü parka vardı. Yakalandığı anda ve sonrasında Ankara’ya getirildiğinde çekilen bütün görüntülerde bu parka var. Deniz, Ankara’ya getirildiğinde önce İçişleri Bakanlığı’na götürüldü ve gazeteci Ergin Konuksever orada birkaç kare fotoğraf çekti. Sonradan çok ünlenen ve ikonlaşan fotoğraf, bu karelerden biriydi.

Konuksever o fotoğrafı nasıl çektiğini 28 Şubat 2021 tarihinde Sözcü gazetesine şöyle anlatacaktı:

Deniz, 1967’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girmiş ve öğrenciler arasında sivrilmişti. Beni Avukat Bozkurt Nuhoğlu tanıştırdı. Onunla ilgili çok haber yaptım, arkadaş olduk. Sonra kaçak duruma düştü. Her yerde aranıyordu. Hükümet, “Mutlaka yakalanacak” diye özel emir çıkardı. 16 Mart 1971’de Sivas’ta askerler yakaladı. Özel bir ekip Ankara’ya getirdi. İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu’nun makamına çıkarılacağını öğrenince, bakanlık önünde beklemeye başladım. 17 Mart günü getirildi. Üzerinde yeşil parkası vardı. Sonradan sembol olan parkalı fotoğraflarını o gün çektim. Polisler, Bakan Menteşoğlu’nun odasına getirdiler. Aralarında kısa bir konuşma oldu, Bakan’a sert cevaplar verdi. Odadan çıkarken bana ‘Yakalandığımda Mehmetçik’e silah çekmedim, askere kurşun sıkmam’ dedi. Cezaevine girer çıkar diyordum. İdam edileceği hiç aklıma gelmedi.

Ergin Konuksever ve Deniz’in parkalı fotoğrafı. Kaynak: “Deniz Gezmiş’in Fotoğrafını Çekmiş, Mahir Çayan’a Kazağını Vermişti: Ergin Konuksever Hayatını Kaybetti” Birgün [Çevrimiçi Edisyon] (17.12.2022) []

Ergin Konuksever’i konu alan Son Süvari (Dilşad Zülkadiroğlu, 2015) adlı belgeselde gazeteci Namık Koçak bu fotoğrafın önemini şöyle anlatıyor: “Bana göre Deniz Gezmiş’in o fotoğrafı Türk medyasındaki ikon fotoğraflardan birisidir. Çok çok önemlidir. Küba’da Che’nin o bereli fotoğrafı neyse, bizde de, Türkiye’de de, Anadolu insanı için de, Türk insanı için de Deniz Gezmiş’in o parkalı, Emniyet müdürlüğündeki fotoğrafı odur.”

Bu iki fotoğraf arasında bir benzerlik kuran sadece gazeteci Namık Koçak değil kuşkusuz. İlginç olan, bir başka gazetecinin, Kenan Başaran’ın da Sivas-Kayseri: Türkiye’nin En Büyük Futbol Faciası adlı kitabında aynı benzetmeyi yaparak Deniz’in o fotoğrafını çeken kişinin Mahmut Sabah olduğunu iddia etmesi (2017: 29). Başaran, “Deniz’in fotoğrafını çeken gazeteci” başlıklı o bölümde bu iddiayı şu cümlelerle dile getiriyor:

Che’nin “Guerrillero Heroico” olarak bilinen o meşhur pozunu çeken gazetecinin Alberto Korda olduğunu bilmeyen yoktur. Varsa da en azından “Kim çekmiş” diye araştırma ihtiyacı duyar insanlar. Mahmut Sabah da tarihe geçen bir anı fotoğraflamıştır; ancak dünyayı geçtim, tüm Türkiye’nin onu tanıdığını söylemek güç, ne yazık ki. O, 16 Mart 1971’de Gemerek’teki siperden çıkarken Deniz Gezmiş’in zamanla ikonikleşen parkalı fotoğrafını çeken ve onunla ilk röportajı yapan gazetecidir. Sabah, tarihi anları Gemerek’te O Gece adıyla kitaplaştırdı (2017).

Mahmut Sabah’ın Deniz Gezmiş’in yakalandığı sırada orada olduğu ve operasyonu canlı olarak takip ettiği kesin. Hatta Deniz, Kayseri’den Ankara’ya getirilirken aynı araçta bulunuyor. Dolayısıyla Deniz yakalandığı sırada birkaç fotoğrafını çekmiş olması muhtemel. Sabah, Deniz’in yakalandıktan sonraki o ilk anlarını şöyle tasvir ediyor: “Ayağında diz kapaklarına kadar uzanan çamura belenmiş botları, geniş ve cüsseli omuzunu kuşatan parkası ve siyah sakalları içinde bir başka heybetli görünüyordu” (akt. Dündar, 2014: 260).

O parkayı Deniz Gezmiş’in nereden bulmuş olabileceğiyle ilgili farklı iddialar olduğunun farkında olan Erk Acarer, yukarıda sözünü ettiğimiz röportajda, “Kimisi Gezmiş’in onu, bir NATO askerinden çekip ele geçirdiğini, kimisi Amerikan pazarından satın aldığını söylüyor. Parkanın ODTÜ’de düzenlenen bir gece sonrasında Deniz tarafından sahiplenildiği de anlatılıyor” diyerek bu konudaki çelişkilere dikkat çekiyor; ama, nedense Konuksever’e bunu sormuyor. Fotoğrafı kimin çektiği konusunda ise bu röportajda ufak; ama, önemli sayılabilecek bir ayrıntı dikkat çekiyor. Konuksever, o ünlü fotoğrafın kendisine ait olduğunu söylüyor; ama, kendisinin çektiğine benzer başka fotoğraflar olduğunu da, üstü biraz kapalı da olsa, şu cümlelerle belirtiyor: “Birkaç parkalı fotoğrafı çekildi. Ama galiba en güzelini çekmek de bana kısmet oldu.” Konuksever’in burada kastettiği fotoğraflar arasında belki Mahmut Sabah’ın çektiği fotoğraflar da vardır.

Sonradan ikon haline gelen fotoğrafın Konuksever’e ait olduğunu kabul etmek gerekiyor. Çünkü bazı baskılarda o fotoğrafın İçişleri Bakanlığı’nın önünde çekildiğini gösteren ipuçları var. Ve Deniz’in duruşunda ve bakışında, uzun bir kovalamacadan sonra yeni yakalanmış birinin yorgunluğu ve şaşkınlığı değil de, az sonra içişleri bakanına haddini bildirecek birinin kararlılığı görünüyor.

Gazeteci Mahmut Sabah’ın çektiği fotoğraflardan biri ise şu olmalı:

Deniz’in parkalı bir başka fotoğrafı. Kaynak: Yusuf Nazım, “Deniz’in Gözlüğü” T24: Bağımsız İnternet Gazetesi (06.05.2017 []

68 Kuşağı ve Parka

Sonradan 68 kuşağı olarak anılacak olan devrimci gençler arasında parka kullanımı, 1967’den başlayarak hızlı biçimde yaygınlaşır. Öyle ki Türkiye solu üzerine bir sözlük hazırlayan İnönü Alpat, parkayı, “Devrimcilerin ayırt edilmesini sağlayan bir giysi. 1960-70’li yıllarda devrimcilerin üzerinde ilk göze çarpan giysi askeri bir parkaydı. İş öyle hale geldi ki, parka giymeyen devrimci sayılmıyordu” şeklinde tanımlar (2018: 215).

Parkanın bu kadar yaygın kullanılmasının başlıca iki nedeni olabilir: Birincisi, dönemin ruhuna uygun olarak askeri ve silahlı mücadeleyi çağrıştırması. Mao ve Che gibi devrimcilerin yıldız olduğu ve dünyanın birçok yöresinde silahlı mücadelelerin verildiği bir dünyada bu anlaşılabilir bir durumdur. Zaten 1967’den itibaren parkaya merak saracak gençlerin birçoğu birkaç yıl içinde Filistin’e gidecek, oradan döndükten sonra da yüzlerini ülkenin dağlarına çevireceklerdir. Bu çerçevede Mart 1971’de güvenlik güçleri ODTÜ’yü bastığında ele geçirilen silah, patlayıcı madde vs. arasında 98 adet “askeri parka”nın da sayılması manidardır (Feyizoğlu, 2003: 336). Parkanın yaygın şekilde benimsenmesinin bir diğer nedeni de çok kullanışlı ve pratik olması. İkisi de Deniz’in arkadaşı ve THKO’lu olan Atilla Keskin ve Selçuk Polat kendileriyle yaptığım görüşmede parkanın bu özelliğini vurguladılar. Polat, parkanın bir başka yönüne dikkat çekti: Parka, geniş ve derin cepleri ile silah taşımak için büyük kolaylık sağlıyordu! Polat (2009), o günleri anlattığı kitabında bizzat kendi parkasının ceplerinde birçok kere dinamit lokumu taşıdığından söz ediyor, pek çok arkadaşının parkalarının ceplerinde molotof kokteyli ve bombayla dolaştıklarını ileri sürüyor.

Parkanın cepleri, silah dışında kitap ve dergi gibi materyaller taşımak için de çok uygundur. 68 ve 78 kuşağından gençler, parkalarının cebine, okudukları solcu gazete ya da dergiyi, adı görünecek şekilde yerleştirmeyi çok severlerdi.2

Polat da, Atilla Keskin gibi parkaları o zaman Ankara’da opera binasının karşısındaki Hergele Meydanı’ndan aldığını belirtiyor. Ama ona göre bu parkalar kesinlikle Amerikan yapımı değildi, belki Amerikan mallarının taklidiydi; ama, yerli üretimdi. Aksi takdirde solcular bu parkaları giymezdi; çünkü, o zaman solcular Amerikan malı her şeye karşıydı. Mesela Amerikan malı olduğu için kot pantolon değil; kadife pantolon giyerlerdi. Dönemin devrimcilerinin çoğunun anılarında ya da dönemi anlatan romanlarda parkayı tamamlayan giysilerin kadife pantolon ve botlar olduğu ifade edilir.

Polat, dönemin devrimcilerinin neredeyse tek tip kıyafetleri sebebiyle kolayca tanındıklarından da söz ediyor. Kayseri’nin Develi ve Sarız ilçelerine bağlı köylerde propaganda çalışması yapmaya gittiklerinde Hanyeri köyünün muhtarı kendilerine valilikten gelen bir yazıyı gösteriyor. Valinin, tüm köy muhtarlarına gönderdiği anlaşılan yazıda, muhtarlardan ayağında postal olan, kadife pantolon giyen, sırtına parka takan gençleri gördüklerinde hemen jandarmaya bildirmeleri isteniyor. Böyle giyinen gençler, ülkeyi anarşiye sürükleyen komünistlerdi çünkü!

Denizin arkadaşlarından ve dönemin öğrenci liderlerinden biri olan Mustafa Lütfi Kıyıcı ise yaptığımız görüşmede, özellikle 12 Mart’tan sonra gençlerin sırf parka giydikleri için baskıya maruz kaldıklarını; hatta polisin ve askeri inzibatların yollarda gençleri çevirerek parkalarına zorla el koyduklarını anlattı. 12 Mart’tan sonra, sıkıyönetim ilan edilmeden önce bir gün minibüsten indiği sırada Kıyıcı’nın yolunu kesen iki inzibat eri, “Bunlar yasak artık” diyerek kendisinin de parkasını almışlar.

Parkaları Hergele Meydanı’ndan aldıkları hususunda diğer görüşmecileri doğrulayan Ertuğrul Kürkçü ise bu parkaların menşei konusunda Polat’tan ayrılıyor. Ona göre buraya Amerikan personelinin eski eşyaları düşüyordu ve herkes de parkaları oradan alıyordu. Kürkçü’ye göre “anti-Amerikancılık” parka giymeyi birazcık sınırlasa da gene de çok hızlı biçimde yaygınlaşmıştı parka kullanımı. Hatta iş öyle bir hale gelmişti ki bir süre sonra parka giymemek kendini saklamak olarak anlaşılmaya başlanmıştı. “Ordu-gençlik el ele” sloganının yaygın olarak atıldığı bir dönemde parkanın çok sevilmesi de zaten normaldi. Kürkçü, bu arada parkanın genelde erkekler tarafından giyildiğine de dikkat çekiyor. Ona göre parka özellikle “erkek devrimci simgesinin” ayrılmaz bir parçasıydı.

Füruzan’ın Kırk Yedi’liler Romanında Parka, (YKY, 2020, 13. Baskı)

– Babanızdır sizin Bakunin oğlum. Efendi, ben anarşizmin bir küçük burjuva başkaldırması olduğunu bilirim. Türkiye’nin köylü nüfusunun yüksek olduğunu da bilirim. Bu nüfusun şu dönemlerde kentlerle Almanya arasında hızla bölündüğünü de bilirim. Bu bölünmenin sosyo-ekonomik nedenlerini de bilirim. Siz etiket rahatlığına fena alıştınız. İş ki dört yönü kafanıza denk gelsin. Hemen ben Bakunin olurum. Adam temel düşüncelerini L ’État l ’Anarchie’de belirtir ya. Belki de o kitabı ben yazdım demelere getireceksiniz işi.

Cemşit o sıra Seyhan ’a sevgiyle bakar. Düşünceli düşünceli kafasını kaşırdı.

– Bilin ki anarşist olmaktansa nihilist olmayı seçerim. Önceden edinilmiş, topluma emdirilmiş ön yargıları, değerleri kökten silivermeyi seçerim. Aynı kapıya çıkar diye atılmayın hemen, durun durun…

Sırtında yedek subay ağabeysinden edindiği parkası, iri görünüşüyle arasız devinip sözlerine karşı koyacak olanı dövecekmişçesine çevresine bakardı.

Parkasının kocaman ceplerinde taşıdığı Fransızca kitaplarıyla, insanın yarattığı güzelliğin anlatımına giriştiğinde sözcüklerinin yıpranmamış ışıltısıyla, inancını iletişindeki gücüyle Seyhan, Emine’nin içini ısıtırdı (227-28). (…)

Silah sesi duyulunca öğrenci kalabalığı arasındaki dalgalanma iyiden sıkışmış, hangi yöne koşmaları gerektiğini bilmeye çalışan bir tek davranış oluvermişlerdi.

– Vuruldum kahpe analılar?..

Diyen sesin kimden olduğunu bilecek kadar yakınındaydılar. Yanıldıklarına baştan inanmaya hazır, aralarından kayan gövdeye değip sıyrılarak tutuk bakakalmışlardı.

Zülkadir’in parkasının hakisi ıslanıp kararıyor, ıslaklık anca bollaşıp taşınca kızıllaşıyordu. Kan sol böğründen vuruyordu dışa. Gözkapaklarında titreyen can direnip gözleri arada açılmaya dönüyordu. İki kez beliren göz odakları şaşılası bir kıvanmayla yüklüydü. Ölüme belli ki hazır değildi vücut (347).

Cem Karaca’nın Parka’sı

Bugün parka dendiğinde akla gelen ilk görüntü Deniz Gezmiş’in o ikonik fotoğrafıysa, kulaklarda hemen çınlamaya başlayan ezgi de kuşkusuz Cem Karaca’nın Parka adlı, 1976 yılında bestelenen ve neredeyse o fotoğraf kadar ünlü olan şarkısıdır. Bir Ekşi Sözlük yazarının verdiği bilgiye göre Cem Karaca bu şarkıyı, İstanbul’dan Ankara’ya giderken okuduğu bir gazetede gördüğü bir fotoğraftan etkilenerek besteler. Fotoğrafta, sırtında parkasıyla kurşunlanarak öldürülmüş bir öğrencinin yerde yatan cesedi görülmektedir. Fotoğrafı gören Karaca’nın gözleri dolar ve şarkının sözlerini hemen oracıkta yazar, kısa sürede de şarkının kaydını yapar. Yine aynı yazara göre şarkıda geçen “dört hain kurşun değmiş delik deşikti parka” sözleriyle o dönem dört partiden (AP-MHP-MSP-CGP) oluşan bir koalisyonla iktidarda olan “Milliyetçi Cephe” hükümeti kast edilmektedir.

Cem Karaca şarkıyı ilk defa Hey dergisinin “Yılın En İyileri” ödüllerinin dağıtıldığı Spor Sergi Sarayı’ndaki gecede seslendirir. Sahneye ayaklarında postal ve sırtında parkayla çıkar Karaca.3 Ama Parka’yı normal program akışında değil; yoğun istek üzerine tekrar sahneye çağrıldığında söyler, şarkıyı grubu Dervişan’la beraber yeni yaptıklarını belirterek. Anlatılanlara göre sahnenin kötü akustiğinden dolayı şarkının sözleri çok iyi anlaşılmaz seyirciler tarafından; fakat sadece şarkının adı bile salonu alevlendirir. Bu gecede en iyi şarkıcı ödülünü kazanan Cem Karaca, grubu Dervişan ile “Parka”yı 1976 yılında çıkardıkları bir 45’likte kayıt altına alır. 45’liğin diğer yüzünde ise yine çok ünlenecek olan İhtarname şarkısı yer alır. Parka bir yıl sonra Yavuz Plak’tan çıkacak olan albümün de adı olacaktır.

Cem Karaca Parka/İhtarname albüm kapağı, 1976. Kaynak: Blogger.com / Plak Kapakları (14.12.2018) []

Parka

her akşam o köşeye asılırdı o parka
paltoya para yok ki ondan alındı parka
bir sabah onun sırtında çıktı gitti o parka

dedenin üç aylıktan alınmıştı o parka
kirli yeşil bir renkte, eskiceneydi parka
üst cebi sökülmüştü kullanılmıştı parka
bir sabah onun sırtında çıktı gitti o parka

parkasıyla vurulmuş yatar iken buldular
dört hain kurşun değmiş delik deşikti parka

baba eski tornacı gözünü çapak almış
dede bir bacağını sakarya’da bırakmış
ananın gözü yaşlı umut ona bağlamış

küçük kardeşi bu yıl siyasal’a gidecek
paltoya para yok ki o da parka giyecek
ananın gözü yaşlı delikleri dikecek
bir sabah onun sırtında çıktı gitti o parka

parkasıyla vurulmuş yatar iken buldular
dört hain kurşun değmiş delik deşikti parka

Cem Karaca bu şarkının sözlerini yazarken belki gerçekten de o gazetedeki fotoğraftan etkilenmiştir; ama, Deniz Gezmiş’i de aklının bir köşesinde tutmuş olmalı. En azından sonraki yıllarda bu şarkıyı dinleyenlerden, çoğunun gözlerinin önüne Deniz’in o parkalı fotoğrafının geldiği kesindir.

Kendisi de 78 kuşağından bir devrimci olan Faruk Eren, 21 Kasım 1980’de kaybedilen ağabeyi Hayrettin Eren’i anlattığı Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi (2019) adlı kitapla ilgili olarak yapılan bir söyleşide, o kuşağın parkayla ilişkisini, Cem Karaca’nın şarkısını da anarak şöyle anlatır:

Parka resmi giysimiz gibiydi (gülüyor). Devrimci olduğumuzun da bir göstergesi. Hepimiz Deniz Gezmiş’in o ünlü parkalı resmini hatırlarız. ‘68 kuşağı da parka giyerdi. Galiba diğer ülkelerde de, ama özellikle 70’li yılların giysisidir parka. Hep sokaklardaydık, gece gündüz. Sıcak tutardı, fazla cepleri vardı içlerine çok şey koyabileceğimiz. Pratik bir yanı da vardı yani. Mesela Orhan Gencebay sola yakın durduğunu göstermek için bir filminde parka giymişti,4 galiba Cüneyt Arkın da. “Parka” şarkısında, Cem Karaca “Paltoya para yok ki, ondan alındı parka” diyor. Bilmiyorum, ekonomik olarak da bir seçim miydi? Hatırlamıyorum. Ama benim parkam hakikaten bana iki beden büyüktü. Galiba “büyüyünce de giyerim” diye öyle alınmıştı.

Deniz Gezmiş’in ve parkasının 78 kuşağı için de nasıl büyük bir anlam ifade ettiğini, Muhsin Kızılkaya’nın anlattığı bir kısa hikâye çok iyi gösteriyor:

1980’de ortaokul son sınıftayken Muğla’dan gelmiş beden eğitimi hocam Hüsnü’nün üzerinde vardı böyle bir parka mesela; hiç çıkarmıyordu sırtından, sıcak havalarda dışarıda ders yaparken de çıkarmıyordu, biz de takılırdık, o da “Çocuklar bu parka Deniz Gezmiş’in parkasıdır, onun yadigarıdır, çıkarır bir yere koyarsam, aman aman ha,” der bize caka satardı. Parkayı nerden bulduğuna dair de destansı bir hikaye anlatırdı

Parkalinç

2008 yılında gerçekleştirilen 10. İstanbul Bineali’nde sanatçı Burak Delier, görünüşte Deniz Gezmiş’in parkasına çok benzemeyen; ama, amacı ve bağlamı bakımından o parkanın izlerini süren bir “ürün” tasarımıyla yer aldı. Tersyön isimli kurgusal bir şirket tarafından “üretilen” bu parka toplumsal alanda yaşanan linç girişimlerine ve polis şiddetine karşı koruma sağlamak üzere tasarlanmıştı. Sergi için yapılan poster ve afişlerde parka şöyle tanıtılıyordu: Parkalinç linç geçirmez! Taş, sopa, cop, yumruk darbelerinden etkilenmez. Parkalinç düzenin geçerli değerlerinin arkasında barbar bir şiddetin olduğunu bilenlerin giysisidir. Parkalinç gücü arzulayanlar için değil, tarihi tersine okuyanlar için imal edilmiştir.

Parkalinç hakkında daha fazla bilgi için bkz. https://tersyontersyon.blogspot.com/

Parkalinç posteri, 2007. Kaynak: WordPress / Burak Delier [Kişisel Blog] []

Gezi ve Parka

Gezi’den kalan en güzel fotoğraflardan birinin baş köşesini Deniz’in parkalı bir fotoğrafının süslemesi elbette ki rastlantı değil. Her ne kadar “Parka giyen kuşağın parka giden çocuklarıyız” diye yazsalar da duvarlara muzipliklerinden, aslında parka giymeyi seven de çoktu aralarında.

Hele bir tanesi vardı ki, en gençlerinden, en güzellerinden birisi; çok istemesine rağmen parası olmadığı için bir parka alamamış; ama, bir mağazada gördüğü pahalı bir parkayı bir an için sırtına geçirmekten ve hemencecik bir fotoğraf çektirmekten de geri durmamıştı. Eee, Deniz ağabeyinin parkasından bulmuşsun bir tane, fotoğrafını da çektirmişsin en yakışıklısından daha durulur mu, elbette hemen paylaşacaksın sosyal medyada, devrimciliğinle gurur duyarak: “İşte devrimci ruh budur, hayalini kurduğun parkaya paran yetmeyince hatıra olsun diye mağazada fotoğraf çektirmek.”

Gezi günlerinde AKM. Kaynak: Sosyalist Gündem (08.01.2018) []
Gezi’den bir duvar yazısı. Kaynak: Twitter görseli []
Alican Vural. Kaynak: Ayşen Aksakal, “40 Yıllık Parka” Birgün Pazar [Çevrimiçi Edisyon] (23.10.2016) []

Bu fotoğrafı çektirdiğinde daha 17 yaşındaydı Alican Vural. Deniz Gezmiş’in asıldığı yaşa daha vardı; ama, 12 Eylül’ün generallerinin astığı Erdal Eren’in yaşına ulaşmıştı. Alican’ın o gencecik ömrü o ikisi arasında asılı kaldı. Bu fotoğrafı çektirdikten iki yıl sonra Rojava’daki Kürt kardeşlerine oyuncak ve daha önemlisi, biraz sevgi ve dayanışma götürmek isterken, onlara “Yalnız değilsiniz” demek isterken, Suruç’ta bir hain bombanın hedefi oldu, 32 arkadaşıyla birlikte. Geriye o paylaşımı kaldı. Ama Alican o gencecik bedeniyle Deniz Gezmişlerle Gezi’yi, Gezi ile Rojava direnişini birbirine bağlamayı da başardı…

Müze ve Sergilerde Parka

Deniz’in hayattayken çok sevdiği ve ölüme giderken de babasına teslim edilmesini savcıdan özel olarak talep ettiği parkası, o öldükten sonra ailesi tarafından özenle korundu. Deniz’in kardeşi Hamdi Gezmiş, annesinin Deniz’in giysilerine ve tabii parkasına nasıl sahip çıktığını şu sözlerle anlatıyor: “Abimin üzerinden çıkan parka, postal ve diğer giysileri zaman zaman havalandırmak için gardıroptan çıkardığında, onları sevip okşayarak gizli gizli ağladığını ve bunlarla konuştuğunu görüyordum” (Dündar, 2014: 110).

İşte bu şekilde korunan ve saklanan bu parka, 2000’li yıllarda değişik yerlerde ve formatlarda sergilendi. Bu sergilerden ilki, 2008 yılında İstanbul’da Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD), Piramid Sanat ve 68’liler Birliği Vakfı’nın beraber düzenledikleri ve küratörlüğünü Bedri Baykam’ın yaptığı 1968’in 40. yılı: Bir Rüzgârın Arkeolojik Kazısı isimli sergiydi. Bu sergi bir yıl sonra Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanat Merkezi’nde Ankaralılarla da buluştu.

Devrimci 78’liler Federasyonu ise ilkini, askeri darbenin 30. yılı münasebetiyle 2010 yılında Ankara’da açtığı ve sonraki yıllarda hem Ankara’da yenilediği hem de Antalya, İzmir, İstanbul gibi başka şehirlere taşıdığı “12 Eylül Utanç Müzesi”nde çeşitli defalar Deniz Gezmiş’in parkasını sergiledi.

Parka, Deniz’lerin idam edilişlerinin 50. yılında İstanbul’da açılan Bir Avuçtular Deniz Oldular isimli bir sergide de ziyaretçilere gösterildi. Kadıköy Belediyesi’ne ait Caddebostan Kültür Merkezi’nde 6 Mayıs 2022’de açılan sergide, Deniz’in o ünlü parkasıyla birlikte hukuk fakültesi öğrencisi olduğu dönemde katıldığı eylemlerde giydiği bir başka paltosu, yargılanırken üzerinde bulunan bej hırkası, idama giderken ayağında bulunan postalları, kıyafetleri ve cezaevindeki son günlerinde yanında olan özel eşyaları ile kitapları yer aldı. Ayrıca Hüseyin İnan ve Sinan Cemgil’e ait bazı eşyalar da sergilendi.

Parka Modası

Kapitalizm bu, boş durur mu, bir kâr ya da rant söz konusu ise düşmanının imgesini bile pazara sürer. Nasıl ki Che’nin yıldızlı beresiyle çekilmiş fotoğrafı kapitalist girişimciler tarafından binlerce çeşit üründe kullanılarak bir ticari metaya dönüştürülmüşse, Deniz’in parkalı fotoğrafı da aynı şekilde piyasaya sürüldü. Bugün çarşıda pazarda kolayca o fotoğrafla süslenmiş tişörtler, kupalar, anahtarlıklar bulunabilir. Ama bu metalaşma süreci fotoğrafla sınırlı kalmadı, bizzat parkanın kendisi de bu sürecin kurbanı oldu. Google’a “Deniz Gezmiş parkası” yazdığınızda karşınıza, öncelikle Deniz’le, onun hayatıyla ya da o parkanın hikâyesiyle ilgili siteler değil, pek çok markanın o parkanın benzerlerini “Deniz Gezmiş parkası” ya da “Deniz Gezmiş Style Mont” diyerek pazarladığı alışveriş siteleri çıkıyor.

Bu ismin getireceği potansiyel rant, etik kuralları da yıkıp geçecek kadar büyüktü ki 2011 yılında bir girişimci Türk Patent Enstitüsü’ne “Deniz Gezmiş Parka Mont” ismiyle bir marka başvurusunda bulundu. Hatta sadece “piyasa” değil, Denizleri idama gönderen devlet de bu ticari ranta ortak olmaya çalıştı. Deniz ve arkadaşlarının idamlarının gerçekleştirildiği Ankara Ulucanlar Cezaevi müzeye dönüştürüldükten sonra müzenin dükkânında Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in resimlerinin bulunduğu hatıra eşyaları satılmaya başlandı. Deniz’in ailesi, kapitalizme karşı mücadele etmek için canını ortaya koymuş olan Deniz’in fotoğraflarının ve isminin ticari bir metaya dönüştürülmesine doğal olarak karşı çıktı. “Bu öncelikle Deniz’in inancına aykırı. Bizi rahatsız ediyor. Deniz’in isminin ve fotoğraflarının bu şekilde kullanılmaması için elimizden geleni yapacağız. Buna kimsenin hakkı yok,” sözleriyle duruma tepki gösteren ağabey Bora Gezmiş, kardeşinin isim hakkını almak için harekete geçti. Ulucanlar Cezaevi Müzesi yönetimi de, ailenin tepkisi üzerine art niyetli olmadıkları, bu türden eşyaları hatıra olsun diye ürettikleri ve aileler karşı çıkıyorsa bu tür ürünleri satıştan kaldıracakları minvalinde bir açıklama yaptı.

Parka Modası. Kaynak: “Deniz Gezmiş Marka Oluyor” En Son Haber [Çevrimiçi Haber Portalı] (19.02.2012) []

Şunu da belirtmekte yarar var: Parka, Türkiye’de 68 ve 78 kuşağının neredeyse alametifarikası olmuştur; ama, aslında bu durum, sadece Türkiye’ye özgü değildir. Hemen hemen tüm dünyada 68 kuşağı parkayı sevmişti. Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkelerde de o yıllarda parka kullanımı yaygınlaşmıştı. Örneğin Almanya’da Marburg Şehir Müzesi’nin 68 kuşağına ayrılan bölümünde sergilenen eşyalar arasında tıpkı Deniz’inkine benzeyen bir parka bugün de görülebilir. Zaten Deniz’in giydiği parkanın da aslen Amerikan ordusunda kullanılan N3-B kodlu parka olduğu yolunda iddialar vardır; orijinal midir bilinmez; ama. en azından oradan esinlenmiş bir parka olduğu bellidir. 2005 tarihli bir haber, uluslararası piyasada da bu türden parkaların satışının arttığını, ebay’in özellikle İngiltere’den çok sayıda sipariş aldığını belirtiyor.

Dizi ve Filmlerde Parka

Doğrudan Deniz’lerle ilgili olsun ya da olmasın 1960-80 döneminde çekilen az çok politik temalı filmlerin çoğunda parkalı gençleri görmek mümkündü. Sonradan, o dönem üzerine çekilen film ve dizilerde de Deniz’in parkasına benzeyen parkalar çok sık karşımıza çıkar.

Doğrudan Deniz Gezmiş’in son günlerini anlatan ve 1998 yılında Reis Çelik’in yönetmenliğinde çekilen Hoşçakal Yarın filminde Berhan Şimşek’in canlandırdığı Deniz Gezmiş, doğal olarak çoğunlukla o meşhur parkasıyla görünür.

2006-2008 yılları arasında bir televizyon kanalında gösterilen Hatırla Sevgili dizisi, 27 Mayıs darbesi ile 12 Eylül darbesi arasındaki dönemi ele almaktaydı ve dizinin ana karakterleri çoğunlukla dönemin devrimci hareketinin içinde ya da çevresinde yer almış olan gençlerdi. Gösterildiği dönem büyük ilgi toplayan dizide Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam sahnelerine de yer verilmişti. Bu dizide de (erkek) gençlerin çoğu doğal olarak parkalıydı.

Çok sayıda film ve diziden söz edilebilir; ama, biz bu bölümü Mustafa Uğur Yağcıoğlu ile Iraz Okumuş’un yönettiği, başrolünü Ferhan Şensoy’un oynadığı 2007 tarihli Son Ders: Aşk ve Üniversite isimli filmden bir replikle bitirelim. Filmin bir sahnesinde apolitik olarak resmedilen bir grup genç, bir yaz günü kampüs bahçesinde oturmaktadır. O sırada yanlarından okulun devrimci gençleri geçer. Bu gençlerden birinin üzerinde Deniz Gezmiş’in parkasına benzeyen bir mont vardır. Apolitik genç, solcu gence seslenir:

-Das Kapital’ senin son kullanma tarihin geçmedi mi? Ya Allah aşkına o üzerindeki mont ne hocam ya! Deniz Gezmiş’in fotoğrafını kışın çektiler diye bunlar yazın ortasında böyle isilik olacaklar. Hadi peki adamı yazın denize girerken mayoyla çekselerdi n’apıcaktın, tüm kış okulda mayoyla mı dolaşacaktın? Şekilcisiniz siz hocam şekilci…

-Ulan üzerinde Amerikan malı var be!..

-N’olmuş, Amerikalılar insan değil mi? Hümanistim ben hümanist…

KAYNAKÇA

Alpat, İ. (2018). Türkiye Solu Sözlüğü. Ankara: Dipnot.

Aysan, Y. (2013). Afişe Çıkmak. İstanbul: İletişim.

Başaran, K. (2017). Sivas-Kayseri: Türkiye’nin En Büyük Futbol Faciası. İstanbul: İletişim.

Bengi, D. (2020). 70’li Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük “Görecek Günler Var Daha.” İstanbul: YKY.

Dündar, C. (2014). Abim Deniz, Hamdi Gezmiş’in Anıları. İstanbul: Can.

Feyizoğlu, T. (2003). Sinan. İstanbul: Ozan.

Feyizoğlu, T. (2005). Deniz, Bir İsyancının İzleri. İstanbul: Ozan.

Füruzan. (2020). Kırk Yedi’liler. İstanbul: YKY.

Öz, E. (1986). Gülünün Solduğu Akşam. İstanbul: Can.

Polat, S. (2009). Mahşerin Beyaz Atlısı. İstanbul: Kibele.

Şener, M. (2010). Türkiye Solunda Üç Tarzı Siyaset: YÖN, MDD ve TİP. İstanbul: Yordam.

Uyurkulak, M. (2017). Tol. İstanbul: April.

Kapak görseli: Astsubay adayları parkeleriyle, İzmir, 1962 Kaynak: ©Sinan Çetin, kişisel arşiv

*

Görüşmeler

Atilla Keskin
Ertuğrul Kürkçü
Mustafa Lütfü Kıyıcı
Selçuk Şahin Polat

DİPNOTLAR
  1. Can Yücel Yaprak Dökümü adlı şiirinde o kuşağı şöyle anlatır:
    Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar
    Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar
    Mevsim dönüp de yeniden yeşermeğe başlayınca rüzgar
    Çıplaklığında o atın yine onlar koşacaklar
    O çocuklar
    O yapraklar
    O şarabi eşkıyalar
    Onlar da olmasa benim gayrı kimim var?
  2. Ben de 1980’lerde Mülkiye’de okurken solcu arkadaşlarımızın parka veya kabanlarının ceplerine özellikle Cumhuriyet gazetesini adı görünecek şekilde yerleştirdiklerine çok tanık oldum. Tabii o zamanlar üniversitelerin üzerinden 12 Eylül geçmişti ve Cumhuriyet’ten daha “solcu” gazete ya da dergi yoktu pek. Kendimden söz etmişken şunu da ekleyeyim. Babam Köy Hizmetleri’nde çalışan bir işçiydi ve sürekli dışarıda çalıştıkları için onlara kışlık iş elbisesi olarak parka verilirdi. Ben soğuğuyla ünlü Ankara’ya okumaya giderken babam parkasını bana vermişti ve ben o parkayla Mülkiye kantininde ve bahçesinde epey hava atmıştım. Çünkü parka haki renkti, yakası kürklüydü ve Deniz Gezmiş’in parkasına çok benziyordu. Bir süre sonra parkamı “kıskanan” bir arkadaş onu “kamulaştırdı” ve benim de havalı günlerim sona erdi.
  3. Bu arada dönemin parka rüzgârından sanatçıların ve müzisyenlerin de etkilenmiş olduklarını belirtmek gerekir. Hatta Necdet Şen’in anlatımına bakılırsa Fikret Kızılok, daha 1960’ların son yıllarında, çok genç bir şarkıcıyken parka akımına öncülük edenlerdendi: “Benim kuşak daha onlu yaşlarını sürerken, Fikret Kızılok bu ülkenin en ünlü şarkıcılarından biriydi. Onun yeşil asker parkasına özenip, biz de benzerini bulup geçirmiştik sırtımıza.” Bkz: https://www.uludagsozluk.com/k/parka/
  4. Başrolünde Orhan Gencebay’ın oynadığı söz konusu film, 1978 yılında Şerif Gören tarafından çekilen “Derdim Dünyadan Büyük” adlı filmdir. Filmde Gencebay, yerine fabrika yapmak için oturdukları mahalleyi yıkmak isteyen bir zengine karşı evlerini korumak isteyen mahallelinin direnişine öncülük eder. Evleri yıkmak için gelen iş makinelerinin önüne oturduğunda sırtında Deniz’inkine çok benzeyen bir parka vardır.

İLGİLİ NESNELER