Tanım, Etimoloji
Postal kelimesinin ilk çağrıştırdığı şey, özellikle askerlerin giydiği bottur. Sözlüklerde de bunu görürüz. Örneğin Türk Dil Kurumu (TDK) Güncel Türkçe Sözlük’te postalın tanımı “genellikle askerlerin giydiği konçlu ve kaba potin” şeklinde olup Farsça’daki postgăl kelimesine referans verilmektedir. TDK’nın Etimoloji Sözlüğü’nde ise kelimenin kökeninin Bulgarca ayakkabı anlamına gelen postál olduğu ve Farsçaya bağlanmasının yanlış olduğu belirtilmektedir. TDK Derleme Sözlüğü (Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü), Uluşiran-Gümüşhane, Silifke-İçel, Pınarlıbelen-Bodrum Muğla yörelerinde kelimenin, eskimiş ayakkabı manasında da kullanıldığını ifade eder.1 Nişanyan Sözlük’te de kelimenin Bulgarca ayakkabı anlamına gelen postal kelimesinden geldiği belirtilmekte ve “kısa çizme veya kaba ayakkabı” anlamında tespit edilebilen en eski kullanımına dair ise Ali Bey terc., Kitab-ı Mukaddes, 1665 (ne iki χırka ne postāl ne degenegiŋüz olsun) ve Evliya Çelebi, Seyahatname, 1665 (pābūc ve çizme ve paşmak ve postāl ve yemenī) kaynakları referans gösterilmektedir.2
Dünyada Postalın Gelişimi
Eğer askerin ayakları çuvallarsa, yüksek teknolojili bütün ekipmanı da işe yaramaz olur.
Chishom, 2014
Savaşı, orduları, askerleri konuşmaya başladığımız zaman pek çok şeyin yanı sıra ekipman meselesini de konuşuruz. Ekipman dendiğinde her ne kadar akla ilk, silahlar, silah teknolojisi vb. gelse de askeri kıyafet de ekipman içinde önemli bir yer tutar. Askeri teknoloji savaş araçları açısından geliştikçe askerlerin teçhizat ve kıyafetlerindeki teknoloji de gelişmiştir. Askeri kıyafet açısından ayaklara ne giyildiği ise her zaman kritik konulardan biri olmuştur.
Tarihsel olarak baktığımızda, Roma İmparatorluğu’nun lejyonerleri, caligae adı verilen kaba çivili çizmeler giyerlerdi. 1. yüzyılın sonlarında ordu, calceus adı verilen kapalı bir çizmeye geçmeye başladı ve calcei, caligae’dan daha fazla koruma ve sıcaklık sundu. 17. ve 18. yüzyılda çoğu ordu, tokalı ayakkabılar kullandı. Napolyon Savaşları’nın sonlarında ise İngiliz ordusu, tokalı ayakkabıların yerini alan ayak bilekli botları kullanmaya başladı. Bu tür botlar 19. yüzyıl boyunca kullanımda kaldı ve Kırım Savaşı (1853-1856), Birinci Zulu Savaşı (1879) ve Birinci Boer Savaşı (1880-1881) dahil olmak üzere çeşitli savaşlarda kullanıldı.3
ABD askerleri için yapılan ilk gerçek postal, 1816’da sol ve sağ ayak arasında ayrım yapmama özelliğine sahip Jefferson Boot idi. Bu orijinal bot, savaşlardan sonra güncellendi ve ABD ordusu tarafından kullanılan modern versiyonları üretildi. ABD 1. Dünya Savaşı’na katıldığında (6 Nisan 1917- 11 Kasım 1918) askerler, Pershing botu olarak da bilinen bir “siper botu” giydiler.4 Amerikalılar siper botunu giymeye başlamadan çok daha önce, savaşın başlarında, 1914 gibi erken bir tarihte Fransız ve Belçikalı askerlere verilmişti bu botlar. Bu siper botu su geçirmez özelliğe sahip değildi ve bu durum, botlar ancak sahada kullanılmaya başlandığında ortaya çıktı. Ocak 1918’den itibaren tasarımda yapılan iyileştirmeler sonrasında su geçirmezliği sağlamak üzere çok daha ağır botlar üretildi, o kadar ki askerler bu botları “küçük tanklar” olarak adlandırıyordu.
Zaman içinde askeri botlarda iyileştirmeler devam etti. Örneğin 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikan paraşütçüleri için atlama botları, 1950-1953 arası Kore Savaşı sırasında dağlık arazi ve soğuk hava koşulları için yeni savaş botları, 2. Dünya Savaşı’ndan hemen önce Panama’da test edilen ve nemin dışarı çıkmasına izin veren; ancak, çamur, kum veya böceklerin içeri girmesini önleyen havalandırmalı “orman botları” üretildi. Bu orman botları, Vietnam Savaşı sırasında da kullanıldı. 20. yüzyılın sonlarına doğru, tamamen siyah ve deri botlar artık askeri üniformanın değişmez bir parçasıydı. 1. Körfez Savaşı sırasında (Ağustos 1990 – Şubat 1991) savaş botu, Irak’ın çöl alanını daha iyi yansıtmak için “çakal renginde” bir tasarımla yenilendi. 2000’lerin ortalarında, tüm ABD askerleri, savaş operasyonları için Vietnam dönemi orman botundan çöl tarzı bota tamamen geçiş yaptı. Ayrıca, Alaska ve Afganistan gibi soğuk ortamlar için de özel botlar tasarlandı. Değişen ihtiyaçlar ve imkânlar doğrultusunda askeri botlarda yeni tasarım çalışmaları bugün de devam etmektedir (Poyner, 2020; Scott ve diğ., 2000: 318, 335).
Osmanlı ve Türkiye Tarihinde Postal
Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi başlıklı çalışmasının “Çizme, Bot, Spor Ayakkabı” bölümünde, eski Mısır ve Sümer askerlerinin çıplak savaşırken, Asur ve Hitit askerlerinin çizme giydiğini, Avrupa’da çizme üretiminin ve modasının ise 1800’lerde modern ordularla geliştiğini belirtir. Emiroğlu, Türkiye tarihi açısından ise “II. Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıp yeni ordu kurarken, kara ordusu için postal, süvari için çizme giyilmesini benimsedi” diye ekler (2017: 226).
Osmanlı 3. Ordu Komutanı Mahmud Şevket Paşa’nın Osmanlı Askeri Teşkilatı ve Kıyafeti başlıklı ve 1909 tarihli eserinde 1908’e kadar kullanılan askeri kıyafetler tanıtılmaktadır. Bu eserde ayakkabılara dair şu bilgi yer almaktadır:
Ayakkabıların rengi ayırım işareti sayılır, subaylar sarı, erler de kırmızı, ulema ise mavi renkte ayakkabı giyerlerdi. Subaylar askeri mest ya da pabuç, ya da çizme ve pabuç giyerlerdi. Mest üzerine pabuç yerine çizme de giyilebilir. Hatta subaylar arasında sarı mest veya pabuç giymek hakkı olmayanlar da bulunabilirdi. Piyade sınıfı genellikle ökçesiz kundura biçiminde yemeni giyip savaşta yandan kopçalanır serhatlik ayakkabı adında uzun konçlu bir kundura giyerlerdi. Süvari sınıfı ise çizme giyerdi (Şevket, 1983/1909: 22).
Bu eserden, 20. yüzyılın başında ayağa giyilenin esas olarak çizme olarak tanımlandığını görüyoruz. Bot ifadesi sadece itfaiye erlerine dair “bot çizme giyerlerdi” ifadesinde karşımıza çıkıyor (Şevket, 1983/1909: 111). Bu çalışmada postal kelimesine rastlanmadığı gibi içerdiği çizimler de Türkçede daha çok çizme olarak tarif ettiğimiz ayakkabılara denk gelmektedir.
1. Dünya Savaşı ile birlikte postal kelimesi ile kastettiğimiz modern askeri bot meselesi, Osmanlı ordusunun en önemli problemlerinden biri olan askeri firarlar bağlamında karşımıza çıkar. Savaş sırasında firarilerin seferber edilen toplam insan sayısına oranı Almanya için % 1 (toplam firari 130.000 ila 150.000), İngiltere için % 1’den biraz fazla iken, Osmanlı ordusundaki toplam firari sayısı 500.000 olup bunun toplama oranı % 17’ye denk düşmekteydi. Asker firarlarının çeşitli sebepleri vardı: “Fiziksel ve zihinsel yorgunluk ve tükenmişlik,” “yetersiz gıda, kötü ve eksik giysi ve hastalıklar,” “savaşın süresiz uzamasının yol açtığı umutsuzluk, (…) yenilginin kaçınılmaz olduğu hissiyatı,” “ölüm ve yaralanma korkusu,” “subayların erlere karşı kötü muamelesi,” “geride bıraktıkları aileleri ve sevdikleri” için duyulan özlem (Beşikçi, 2023: 267-284). Kötü ve yetersiz kıyafet meselesi sadece erler için değil; subaylar için de bir sorundu. Liman Van Sanders anılarında, “Ordumun kıyafetleri o kadar kötü ki, birçok subay yırtık pırtık üniformalar giyiyor ve tabur komutanları bile bot yerine çarık giymek zorunda kalıyor” (1927: 243) diye yazıyordu.5 Mehmet Beşikçi, arşiv belgelerinden hareketle, örneğin 1918’de Filistin cephesinden firar eden bir askerin “uzun aylar geçmesine rağmen askerlere yeni üst baş ve bot verilmediğini” söylediğini, İngilizler tarafından 1918 sonlarında sorguya çekilen bir başka firarinin “son bir aydır askerlere hiç bot verilmediğinden” bunun yerine “iple bağlanan ve çorapsız giyilen ham deriden çarıklar verildiğinden” yakındığını, İngilizlerin elindeki bir Osmanlı savaş esirinin de 1917 Aralık’ta Nablus’ta gördüğü elli kadar İngiliz savaş esirinin “Türkler botlarını çaldığı için” çıplak ayak yürüdüklerini söylediğini aktarır (2023: 278-279).
Yine 1. Dünya Savaşı’nda “Efrad Künye Defteri” üzerine bir çalışmada Kol Zabiti Bahaeddin’in şu ifadelerinde postal kelimesi ile karşılaşmaktayız: “Musul’daki Ordu Levâzım Anbarından güç hal ile 15 çift postal 25 çift çorabla 20 kat çamaşır kolumuz namına aldım. Bi’t-tabi bu postallar burada almayanlara dağıtılacak” (Köstüklü, 2018: 51, 90).
1. Dünya Savaşı’nda karşımıza çıkan postal kelimesi ve meselesi, askerlerin asla ulaşamadığı; ama, hep bekledikleri “Godot” gibidir adeta. Bu basitçe bir teşbih de değil aslında. Samuel Beckett’in 1949 yılında Fransızca yazdığı ve ilk kez 1953’te Paris’te sahnelenen ünlü Godot’yu Beklerken’deki Godot kelimesinin anlamına dair iki tahmin bulunmaktadır. Birincisi Godot kelimesinin, İngilizce God (Tanrı) kökünden türetildiği, ikincisi ise Fransızca godillot, godasse (asker postalı, iri kaba ayakkabı) kelimesinden türetildiği yönündedir. “Birinci iddia daha yaygın olarak kabul edilmekle birlikte oyundaki ipuçlarından hareketle her ikisinin de doğru olabileceği söylenebilir. Şöyle ki oyun boyunca gelmeyecek olan bir kurtarıcı; Godot beklenirken Estragon oyun boyunca ayakkabılarıyla mücadele eder, çünkü onlar ayağına dar gelmektedir” (Dirican, 2021: 204-205).
1930’lara gelindiğinde artık postal kelimesinin de daha yaygın karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Cumhuriyet gazetesi arşivinde yapılan taramada postal kelimesiyle ilk olarak Kasım 1933’te karşılaşıyoruz: “Ankara: Mektepler Alım Satım Komisyonu Reisliğinden” başlıklı ilanda, çıkılacak ihale listesinde “115 çift askeri postal” da yer almaktadır.6
Nazım Hikmet’in 1939’da yazmaya başladığı ve ancak 1966-67 yılında ilk baskısı yapılabilen Memleketimden İnsan Manzaraları adlı muazzam eserinde postal kelimesi, savaş ekonomisi ve Türkiye’de burjuvazinin oluşumu bağlamında karşımıza çıkar. Bu eserdeki burjuva dünyası üzerine makalesinde Gökhan Atılgan (2019), mütarekede Anadolu hükümetine kaçak yollardan silah ve eski asker postalı göndererek iki yılda büyük servet kazanan Hikmet Alpersoy’un macerasına dikkat çeker. Nazım Hikmet’in (2016: 158) dizeleriyle,
Silah ve eski asker postalı kaçakçılığıyla.
Bunları Anadolu Hükümetine gönderiyordu Hikmet:
vatana hizmet.
Ucuz alıyor, pahalı satıyordu:
Ticaret.
Atılgan’ın değerlendirmesiyle,
Nasıl ki Mösyö Düval, milletine düşman bir devletin ordularını bile kâr uğruna sütle besleyebiliyorsa, Hikmet Alpersoy da ölüm kalım savaşı veren milletinin askerlerine yolladığı silah ve eski postaldan kâr etmeyi ve servet biriktirmeyi ticaretin olağan gereği sayar. Memetçik ayağında Hikmet Alpersoy’un kârlı postalları ve elinde Hikmet Alpersoy’un kazançlı namlularıyla vatan uğruna can verir. Memetçiğin canı Hikmet Alpersoy’a sermaye olur. Memetçik meçhul askerdir; Hikmet Alpersoy meşhur bir burjuvadır (2019: 247).
Nazım Hikmet’in bir başka şaheserinde, 1939-1941 arasında hapishanede yazdığı Kuvayı Milliye Destanı’nda da postal kelimesi sıradan erleri, vatan için canını veren insanları anlatmak için kullanılır. Örnek olarak sırasıyla 3. Bapta’ki ve 8. Bapta’ki şu dizeleri verebiliriz:
İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
köy odalarında unutulmuştular.
Ve orda sargı,
deri
ve asker postalları halinde
yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir’e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Ordu ve Darbelerin Sembolik Göstereni Olarak Postal
Yeşilin sarıya dönüştüğü mevsimde.
Amansız bir fırtınaya tutulduk.
Kudurdu evren, çöktü üstümüze karanlık.
Kırılıp düştük gövdesinden çınarın
Kanadı çınar, kanadık her yanımızdan…
Tanklar geçti üstümüzden tekmil.
Postallar çiğnedi düşlerimizi.
M. Kazım Ablak’ın Postal Çiğnedi Düşlerini: 12 Eylül Karanlığının Romanı adlı eserinin arka kapağında bu dizeler yer alır. 1978 devrimcilerinden ve çocuğunu askeri hapishanede doğurmak zorunda kalan Ayşen Göreleli’nin anılarını yazdığı kitabının başlığı da Postal ve Patik’tir. Postal kelimesi bugün en çok ordu ve darbelerin simgesi ve gösterenidir herhalde. Özellikle 12 Eylül sonrasında orduyu ve darbeleri postal metaforu ile anlatmak oldukça yaygınlaşmıştır.
Edebiyat alanının yanı sıra özellikle karikatürde de postal, ordunun siyasete müdahalesini anlatmak için 1980’lerden itibaren yoğun olarak kullanılır. Örneğin 30 Haziran 1985 tarihli ve 669 sayılı Gırgır dergisinin kapağında, dönemin başbakanı, ANAP (Anavatan Partisi) lideri Turgut Özal ayağında postallarla bale yaparken resmedilir. Bu yolla Özal’ın aslında 12 Eylül askeri rejiminin yarattığı sosyal, ekonomik ve politik zeminde yeşerdiği ve var olduğu anlatılır.
Yine Gırgır dergisinin 10 Aralık 1989 tarihli 901. sayısında DGM (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) önünde postalıyla duran bir güvenlik görevlisi, öğrenci karşısında bir tehdit olarak durmaktadır. Sivil siyasal hayata geçilse de askeri gücün nasıl sürdüğü, karikatürdeki öğrencinin “Ama, nasıl olur bunlar asker postalı” sözleriyle anlatılmaktadır.
Postalların Gölgesinde Türkiye Tarihi
Postalın imlediği ordunun darbeler dahil siyasal hayata müdahale sorunsalı ilerleyen yıllarda da makale başlıklarında, gazete haber ve yazılarında, kitap başlıklarında ve/veya kapaklarında sürekli olarak karşımıza çıkacaktır. Gerçekten de Türkiye siyasal hayatına dair konuşmak, kaçınılmaz olarak askeri darbeler, darbe girişimleri, askeri rejimler, ordunun siyasal alana darbe dışı sistematik müdahaleleri üzerine konuşmayı gerektirir.
Modern Türkiye tarihinde ordunun oynadığı siyasal rol, Osmanlı’nın son dönemlerine kadar gider. Kapitalist modernleşme sürecinde, devlet yapısıyla beraber ordunun örgütlenme, eğitim, teknoloji vb. yapıları da değişime uğradı. Aynı zamanda subaylar siyasallaşarak ülkenin gündeminde etkin aktörler haline geldi. Bu dönemin uzun ve büyük savaşlar dönemi olması, orduyu siyasal, toplumsal, iktisadi hayatın daha da merkezine yerleştirdi.
Cumhuriyet döneminde, özellikle 1923-1927 yılları arasında siyasi elitler arasındaki mücadele, büyük oranda silahlı kuvvetlerin kontrolü ile yürütüldü. Bu sürecin sonunda Mustafa Kemal ve ekibinin, muhalif paşaları tasfiye etmesiyle Türkiye’de asker-sivil ilişkileri tek parti rejimlerinde sıklıkla rastlanan bir forma kavuştu. Tek parti ve ordu arasındaki ilişki, bir uyum ilişkisi olarak kuruldu. Erken cumhuriyet döneminde ordu, hem bir baskı aygıtı hem de Türk ulusunun “makbul vatandaş” inşasında bir ideolojik aygıt olarak işlev gördü. Zorunlu askerlik hizmeti, makbul vatandaşın ideolojik formasyonunu sağladığı kadar kapitalist toplumun ihtiyaç duyduğu uysal ve çalışkan bedenlerin imalinde de önemli bir araç oldu.
Cumhuriyet tarihinin ilk askeri müdahalesi 1960’ta gerçekleşti. Hiyerarşi dışı bir askeri darbenin yapıldığı 27 Mayıs 1960’tan, 15 Ekim 1961 seçim sonuçlarına göre meclisin açıldığı 25 Ekim 1961’e kadar geçen süre, askerlerden oluşan Milli Birlik Komitesi (MBK)7 güdümünde bir askeri rejim dönemiydi. Geçici anayasa olarak da anılan 1 sayılı yasanın 1. maddesiyle MBK yeni genel seçimlerle oluşacak meclise iktidarı devredinceye kadar tüm egemenlik haklarını devraldı. 13 Aralık 1960’ta ise 157 sayılı kanun ile oluşturulan Temsilciler Meclisi, MBK ile birlikte kurucu meclisin bileşenleri olarak ilan edildi. Darbe, DP (Demokrat Parti) iktidarına ve onun temsil ettiği sosyo-politik bloğa karşı yapılmıştı. 50’li yılların ikinci yarısında iktisadi krizin yanı sıra özellikle DP’nin giderek sertleşen bir baskı rejimi kurması derin bir siyasi kriz oluşturmuştu. Basın kuruluşları, aydınlar, üniversiteler, muhalefet partisi ve lideri üzerinde artan baskılar ve yürütmenin, yasama ve yargıyı kontrol ve baskı altına alması, inşa edilen otoriter siyasal yapının ana unsurlarıydı. Her ne kadar 1957 seçimlerinde seçmen desteği yükselen muhalefet partisi CHP, belki de 1961 seçimlerinde iktidara gelecek idiyse de, gidişattan memnun olmayan ve 50’lerin ortasından itibaren çeşitli klikler altında örgütlenmeye başlayan subaylar darbeyi gerçekleştirdi. Yassıada’da toplanan ve Yüksek Adalet Divanı adı verilen özel mahkeme, 14 Ekim 1960’tan 15 Eylül 1961’e kadar faaliyet gösterdi. Toplam 592 kişi sanık olarak yargılandı. 228 kişi hakkında ölüm cezası istendi, 15 kişi hakkında idam cezası verildi, bu cezalardan üçü infaz edildi: Adnan Menderes (eski başbakan), Fatin Rüştü Zorlu (eski dış işleri bakanı) ve Hasan Polatkan (eski maliye bakanı). Önde gelen 31 DP yöneticisi ömür boyu hapse mahkûm edilirken, 418 kişi de 6 ay ile 20 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldı. MBK içindeki radikallerin tasfiyesiyle askeri rejim, ithal ikameci sanayileşmeye ve planlı kalkınmaya dayalı bir kalkınma stratejisini, kurumları ve politikalarıyla devreye soktu. Diğer yandan, 1961 Anayasası, temel siyasal ve sosyal haklar ile yürütme, yasama ve yargı arasında güçler ayrılığını ve kontrol-denge mekanizmalarını tesis etti. MBK iktidarı, Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri haline gelecek Ordu Yardımlaşma Kurumu’nu (OYAK) kurdu. Ayrıca iç örgütsel yapıyı yeniden düzenlemek üzere iki ay içinde orduda kapsamlı bir tasfiye yaptı ve Milli Güvenlik Kurulu’nu kurdu (Akça, 2010).
Hem anayasanın referandumda sadece % 61.7 oyla kabul edilmesi hem de 15 Ekim 1961 seçim sonuçları, 27 Mayısçıların umduğu gibi olmadı. CHP seçimden birinci parti çıkmasına rağmen tek başına iktidar olamadı ve 1961-1965 arasındaki dönem, dört zayıf koalisyon hükümeti ile geçti. Bu durum, darbeci eğilimlerin ve bu eğilimleri bertaraf etme hamlelerinin yoğun olduğu bir dönemi beraberinde getirdi. Seçimlerin hemen ardından darbeci bir ekibin imzaladığı 21 Ekim (1961) Protokolü ancak İnönü’nün başbakanlığının ve Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanlığının parti liderlerince kabul edildiği Çankaya Protokolü (24 Ekim 1961) ile aşılabildi. Zayıf koalisyon hükümetlerinin ordu içindeki radikallerin beklentilerini tam olarak karşılamaktan uzak kalması sürekli yeni darbe girişimlerini gündemde tutuyordu. Albay Talat Aydemir liderliğinde önce 22-23 Şubat 1962’de, ardından da 20 Mayıs 1963’te gerçekleşen darbe girişimleri Başbakan İnönü’nün, diğer parti liderlerinin ve yüksek komuta heyetinin karşı koyması ve darbecilerin iç anlaşmazlıkları sayesinde başarısız oldu. İkinci girişimden sonra Aydemir dahil yedi idam cezası infaz edildi ve tüm harp okulu öğrencileri, darbeci tüm subay ve askerler tutuklandı.
1960’lı yıllar Türkiye siyaseti açısından yeni dinamiklerin ortaya çıktığı bir dönemdi. Sosyalist, devrimci sol toplumsal ve siyasal hareketler ivme kazandı. İşçiler, öğretmenler, aydınlar, üniversite gençliği, meslek sahibi orta sınıflar bu dönemde daha çok siyasallaştı, hak mücadelesi içine girdi. Radikal bir toplumsal değişim talebi ve sol siyasallaşma ordu içinde de belirli bir karşılık buldu. 1960’ların sonuna doğru Türkiye toplumundaki bu siyasallaşma, burjuvazisi, siyasi elitleri ve askeri elitleri ile tüm muktedirlerin ana gündemiydi. İktidar bloğunun tüm unsurları Türkiye’nin bir “yönetilemezlik” krizi içinde olduğunu ileri sürmekteydi. Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi’nin (AP) geniş bir toplumsal desteğe sahip hegemonik gücü, 1969 seçimleri sırasında ve sonrasında çözülmeye başlamıştı. Bir yandan siyasal alanda partiden kopmalar (Demokratik Parti’nin kurulması) ve yeni radikal sağ siyasal partilerin doğması (Milli Nizam Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi), diğer yandan ithal ikameci sanayileşmenin ilk krizi sonucunda sermaye sınıfı içindeki farklı kesimlerde ortaya çıkan hoşnutsuzluklar bir araya gelmişti. Ordu içindeki farklı darbeci eğilimler ülkenin yönetilemezliği tezinde buluşsa da bunların çözüm çizgileri farklıydı. Nihayetinde 9 Mart 1971’de yapılması planlanan sol milliyetçi-devrimci bir darbeyi de boşa çıkararak 12 Mart 1971’de genelkurmay başkanı ve üç kuvvet komutanının imzasıyla Cumhurbaşkanı Sunay’a ve Meclis ve Senato başkanlarına bir muhtıra metni verildi ve Demirel’in istifa etmesi sağlandı. 1973 seçimlerine kadar meclisin açık olduğu; ancak, ordunun gözetim ve denetimi altında teknokratik hükümetlerin kurulduğu bir ara rejim söz konusuydu. Bu ara rejimin temel icraatları, orduda radikal sol unsurların tasfiyesi, devrimci sol toplumsal ve siyasal muhalefetin sıkıyönetim ile baskı altına alınması, ithal ikameci sanayileşme politikalarının canlandırılması, anayasa değişiklikleriyle demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandırılarak otoriter bir devlet formunun oluşturulması oldu. Aynı zamanda ordunun siyasal yapı içindeki özerk gücü artırıldı ve hiyerarşi dışı eğilimleri engellemek üzere merkezileşme ve denetim mekanizmaları devreye sokuldu. 17 Nisan’da 11 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Bu, gündelik yönetimin fiilen askerlere geçmesi anlamına geliyordu. Nihat Erim 23 Nisan’da “Türkiye parçalansın diye gayret sarf edenlere karşı almayacağımız tedbir yoktur. Tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir” diyordu. Sıkıyönetim altında grevler yasaklandı, basın özgürlüğü kısıtlandı, günlük gazetelere süreli kapatma cezaları verildi. Sonrasında gelen tutuklama ve işkencelerin hedefinde sosyalistler, devrimci gençlik örgütleri ve aydınlar vardı. Sıkıyönetim mahkemesi kararını AP hâkimiyetindeki meclisin onaylaması sonucunda üç devrimci genç (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan) idam edildi (Akça, 2020).
12 Eylül 1980 sabahı, emir ve komuta zinciri içinde “Bayrak Harekâtı” adı verilen askeri müdahale gerçekleşti. Oluşturulan Milli Güvenlik Konseyi’nde Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun yer alıyordu. Konsey Genel Sekreterliği’ne de Org. Haydar Saltık atandı. Milli Güvenlik Konseyi, tüm yasama ve anayasa yapma yetkisini kendinde topladı. 29 Haziran 1981 tarihli “Kurucu Meclis Hakkında Kanun” ile MGK ve Danışma Meclisi’nden oluşan Kurucu Meclis anayasa ve gerekli yasaları yapmakla görevlendirildi. 160 üyeli Danışma Meclisi’nin üyeleri ya doğrudan (40 üye) ya da dolaylı olarak (her ilin valisinin önereceği adaylar arasından) MGK tarafından seçildi. Danışma Meclisi ilk toplantısını 23 Ekim 1981 günü yaptı.
12 Eylül 1980 askeri darbesi ve 6 Kasım 1983’e kadar süren askeri rejim sadece baskı ve şiddetin dozu dolayısıyla değil; köklü bir yeniden yapılandırmayı hayata geçirdiği için Türkiye’de yeni bir dönemi başlattı (Akça, 2018: 28-33). Darbe 1970’lerin ikinci yarısından itibaren gitgide derinleşen sermaye birikim krizi ve hegemonya krizinin hem bir sonucuydu hem de ona bir cevaptı. Darbecilerin ve darbeye destek veren toplumsal bloğun 12 Eylül öncesi krizin sebebini işçi sınıfının, gençliğin, aydınların, solun toplumsal ve siyasal mücadelesinde görmesi sebebiyle temel dert, bu siyasallaşmayı yok etmek ve bunun, bir daha ortaya çıkmasını engellemekti. Bu, 24 Ocak kararlarında ifadesini bulan neoliberal politikalara dayalı yeni sermaye birikim rejimine geçişin de ön koşuluydu. Bu doğrultuda sermaye birikim rejimi, sosyo-politik güç ilişkileri ve bunların nakşedildiği devletin kurumsal mimarisi, toplumsal aktörlerin siyasetle ilişkisi, devlet-vatandaş ilişkisi vb. otoriter-militarist bir devlet yapılanması çerçevesinde yeniden yapılandırıldı.
MGK’nın görevlendirmesiyle Eski Deniz Kuvvetler Komutanı Emekli Oramiral Bülend Ulusu tarafından darbeden 9 gün sonra hükümet kuruldu. Siyasi parti faaliyetleri önce durduruldu, ardından 16 Ekim 1981’de tüm partiler kapatıldı. Darbe gerçekleşir gerçekleşmez DİSK, MİSK ve bunlara bağlı sendikaların faaliyetleri de durduruldu. DİSK, MİSK ve Hak-İş ile bunlara bağlı sendikaların hesapları bloke edildi. Tüm grev ve lokavtlar ikinci bir karara kadar ertelendi. Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay hariç bütün derneklerin faaliyetleri durduruldu.
12 Eylül askeri rejimi döneminde 650 bin kişi gözaltına alınıp 210 bin dava açıldı, 230 bin kişi yargılandı, 7 bin idam cezası istendi, 517 idam cezası verildi (Askerî Yargıtay bunların 124’ünü, MGK da 50’sini onayladı, geri kalan 74 kişinin cezaları müebbet hapse çevrildi), 50 kişinin idam cezası infaz edildi. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. İşkence ve idamlar dâhil bu şiddet pratikleri, aynı zamanda tüm topluma yönelik bir disiplin ve itaat mesajıydı.
Tüm askeri rejim döneminde toplam 669 yasa çıkarıldı. 12 Eylül rejimi, siyasal partiler, seçim, sendikalar ve toplu sözleşme, grev ve lokavt, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, hakim ve savcılar, DGM’ler, olağanüstü hal vb. tüm temel alanlarda yeni yasalar çıkardı veya mevcut yasaları ciddi değişikliklere uğrattı. Danışma Meclisi bünyesinde bir Anayasa Komisyonu kuruldu ve başkanlığını Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı’nın yaptığı komisyon, son halini MGK’nın verdiği 1982 Anayasası’nı hazırladı. Bu anayasa 7 Kasım 1982 tarihindeki referandumda % 91.37 evet oyuyla kabul edildi. 1982 Anayasası devleti kutsallaştırdı, toplum ve birey karşısında devlete mutlak bir öncelik atfetti. Tüm temel siyasal, sosyal ve sendikal hak ve özgürlükler “devletin bekası, milli güvenlik, kamu düzeni ve genel ahlak” gibi keyfi yorumlara açık gerekçelerle hiç olmadığı kadar kısıtlandı. Güçlü devlet-güçlü yürütme yaratmak adına yasama ve yargı karşısında yürütme hakim kılındı. Yürütmenin içinde de karar alma mekanizmaları, başbakan veya doğrudan başbakanlığa bağlı kurumlar, arttırılan yetkileriyle cumhurbaşkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu gibi kurumlarda toplanarak daha da merkezileştirildi. Yasama karşısında yürütmeyi güçlendirmek için yasalar yerine kanun hükmünde kararnamelerle yönetim öne çıkarıldı. Yargı bağımsızlığı bozuldu, yargı denetimi etkisizleştirildi. Siyasal partilerin toplum ile bağ kurması engellendi. Partiler devlet denetimine sokularak faaliyet alanları sınırlandırıldı ve kapatılmaları kolaylaştırıldı. Yüzde 10 ülke barajı uygulamasını barındıran yeni seçim kanunu ile temsilde adalet ilkesi yürütmenin istikrarı adına terk edildi. Üniversite özerkliği ortadan kaldırıldı ve üniversiteler tamamen Yükseköğretim Kurumu’nun (YÖK) denetim ve gözetimine sokuldu ve devlet organları haline getirildi.
1990’larda ise, ordunun devletin ve siyasal alanın içinde etkin konumunu sürdürmesinde üç faktör belirleyici oldu: Neoliberalizmin hegemonya krizi, siyasal İslamcılığın yükselişi, Kürt sorunu ve iç savaş stratejisi (Akça, 2018: 39-47). 1990’lı yıllar parlamenter siyasette temsiliyet krizi, merkez sağ ve solun parçalanması ve zayıf koalisyon hükümetleri gibi semptomatik ifadelere sahip bir hegemonya krizine sahne oldu. Bu dönemde, hiçbir siyasal aktör ülkenin sınıf ve kimlik siyaseti eksenli sorunlarına seslenebilen hegemonya projeleri üretemedi ve geniş toplumsal kesimlerden rıza devşiremedi. IMF ve Dünya Bankası menşeli neoliberal politikaları aynen sahiplenen merkez sağ ve sol partiler, hegemonya krizinin sınıfsal dinamiklerini çözemedikleri gibi özellikle Kürt sorunu ve laiklik/dini kimlik gibi meselelerde, ordunun bu meseleleri güvenlikleştirme hamlelerini kabullendi, hatta bu politikaların aktif destekleyicisi oldu. Mevcut hegemonya krizinin yarattığı boşluğu siyasallaştıran RP (Refah Partisi), neoliberal kapitalizmin hem bazı kazananlarının (mütedeyyin küçük ve orta boy burjuvazi) hem de kaybedenlerinin (işçi sınıfının en güvencesiz enformel kesimleri) desteğini, İslami bir toplumsal, ekonomik ve siyasal düzenin adilliği söylemi üzerinden aldı. Koalisyon hükümetiyle iktidara gelen RP, kamusal alanda İslamileşmeye yönelik hamleler, MÜSİAD ile kurulan organik ilişkiler, Ortadoğu’da İslami yönelimli devletlerle iktisadi ve siyasi iş birliği girişimleri, iktisadi ve siyasal olarak ABD ve AB hegemonyasına karşı uluslararası İslami alternatiflerin dillendirilmesi gibi pratikler sergiledi. Bu durum siyasal İslamcılığı bir tehdit ve güvenlik meselesi olarak gören ordunun siyasal alana aktif müdahalelerini arttırdı. 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararları yoluyla ordu, siyasete bir kez daha müdahalede bulundu. 28 Şubat süreci, siyasal İslamcılığın siyasi, iktisadi gücünü, eğitim, medya alanlarındaki etkisini yok etmek ve Türkiye siyasetini merkez partiler etrafında yeniden dizayn etmek hedefindeydi. Baskılar sonucunda, koalisyon hükümeti Mayıs 1997’de dağıldı, Ocak 1998’de Refah Partisi, 1999 seçimlerinden sonra da halefi Fazilet Partisi kapatıldı.
1990’lı yıllarda Türkiye’de ordunun, devlet ve siyasal alandaki gücü açısından en belirleyici unsurlardan biri Kürt sorununun militarizasyonuydu. Bu dönemde, PKK’ye karşı askeri mücadelede daha etkili olmak üzere “düşük yoğunluklu savaş” stratejisine geçildi. Bu çerçevede, ordunun organizasyon ve teknik olarak yeniden yapılandırılması, kırsal mekânın kontrolünü sağlamak üzere yerleşim alanlarının zorunlu göçe tabi tutularak insansızlaştırılması, koruculuğun yaygınlaştırılması, JİTEM gibi resmen kabul edilmeyen yapıların kurulması, faili meçhul cinayetler, insan hakları ihlalleri gündelik hayatın bir parçası haline geldi. Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu iller olağanüstü hal yönetimi (OHAL) ile yönetildi. 1987’de 8 ilde başlayan, sonrasında 13 ili kapsayan OHAL yönetimi, 2002’ye kadar sürdü. Siyasal alanın Kürt sorununa kapatılması, Kürt siyasal partilerine ve siyasetçilerine yönelik baskılar, tutuklamalar, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması, siyasal partilerin kapatılması gibi pratiklerle de gerçekleştirildi.
Esas olarak da 2002 sonrası AKP dönemi, ordunun özerk politik gücünün geriletildiği ve sivilleşme açısından önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönem oldu (Akça, 2023). 2002’den 2013’e kadar uzanan dönemde iki faktör önemliydi: AKP’nin kapsayıcı bir hegemonya projesi sayesinde güçlü bir siyasal aktör olarak varlığı ve Kürt sorununda tüm gelgitlere rağmen göreli bir çatışmasızlık ve çözüm sürecinin aleni veya gizli mevcudiyeti. Bu iki faktörün kolaylaştırdığı sosyo-politik bağlam içinde AKP, önce AB üyeliği manivelasını kullanarak gerçekleştirilen sivilleşmeye yönelik anayasal-yasal reformlar üzerinden bir mevzi savaşı yürüttü. Yasal reformlar esas olarak MGK’nın siyasal alandaki gücünü ve etkisini kıran, ordunun elindeki bu yasal-kurumsal mekanizmayı önemli ölçüde zayıflatan düzenlemelerdi. MGK’nın zayıflatılmasına karşı ordu, yeni mekanizmaları devreye soktu. Özellikle Genelkurmay Başkanlığı’nın beyanları üzerinden kamuoyu yaratmaya çalıştı. Genelkurmay Başkanlığı, adeta MGK’dan doğan boşluğu doldurdu ve MGK’nın daha önceki birçok işlevi Genelkurmay Başkanlığı’nda toplandı.
AKP, ikinci olarak, “Ergenekon” ve “Balyoz” polis operasyonları ve siyasi yargı davaları üzerinden manevra (cephe) savaşı yürüttü. AKP iktidarının darbe girişimi iddialarıyla yürüteceği polis operasyonları ve siyasi davalar, ancak polis ve yargı aygıtlarının kritik birimlerinde ve pozisyonlarında örgütlenen Gülen Cemaati ile kurulan ittifak ile mümkün oldu. Ergenekon ve Balyoz davalarında içlerinde eski genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları dahil olmak üzere çeşitli rütbelerde çok sayıda subay, gazeteci, siyasetçi, hukukçu, iş adamı, akademisyen yargılandı ve tutuklandı. Ergenekon davasında 5 Ağustos 2013’te verilen kararlarla Genelkurmay Eski Başkanı İlker Başbuğ dahil 17 sanık müebbet hapis, diğer 194 sanık da 49 yıla varan hapis cezaları aldılar. Balyoz davasında mahkeme, 21 Eylül 2012’de eski kuvvet komutanlarına müebbet (eksik teşebbüs ile 20 yıla inen) cezasından başlayarak ağır cezalar verdi. 325 TSK mensubu 13 ila 20 yıl arasında ceza aldı. Bu kişiler arasında Hava Kuvvetleri Eski Komutanı Halil İbrahim Fırtına, Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Özden Örnek de yer almaktaydı. Bu siyasi davaların hukuka ve adil yargı ilkelerine uygunluğu her zaman tartışma konusu oldu. Nitekim Ergenekon davasında Mart 2014’te Anayasa Mahkemesi sanık haklarının ihlal edildiğine hükmetti ve tüm sanıklar tahliye edildi. Bunun üzerine Yargıtay, 21 Nisan 2016’da daha önceki dava kararını bozdu ve davanın 21 Haziran 2017’de yeniden görülmesine karar verdi. Temmuz 2019’da ise tüm sanıklar beraat etti.8 Balyoz davasında önce Yargıtay, 88 sanık için verilen kararları bozdu, ardından 18 Haziran 2014’te Anayasa Mahkemesi adil yargılama hakkının ihlal edildiğine karar verdi. 3 Kasım 2014’te yargılama yeniden başladı ve 31 Mart 2015’te de ilk derece mahkemesi dijital verilerin sahte olduğuna hükmetti ve davanın 236 sanığı beraat etti.9 Ancak Balyoz davasında Haziran 2021’de Yargıtay sürpriz bir kararla aralarında Çetin Doğan’ın da olduğu 7 sanık hakkındaki kararı bozarak bu kişilerin “suç için anlaşma” suçuyla yeniden yargılanmalarına karar verdi.10 Hiç şüphesiz bu siyasi davaların temel amaçlarından birisi siyasi hasımlarını, yani ordu içindeki Kemalist-ulusalcı kadroları etkisizleştirmekti. Ergenekon/Balyoz davaları terfi ve emeklilik hattına doğrudan müdahale ederek askeri hiyerarşide yeni bir tasarıma yol açtı. Davaları müteakip YAŞ toplantıları, mahkeme kararları daha çıkmamışken şüpheli ve sanık olmaları gerekçesiyle çok fazla sayıda subayın tasfiye edilmesine sahne oldu.
2013 sonrası dönemde sosyo-politik bağlamı karakterize eden sermaye birikim krizini de içeren bir hegemonya krizi ve devlet krizi yaşandı. Bu ikili kriz dinamiği içerisinde 2015 yazından başlayarak Türkiye yeniden yoğun bir militarizasyon sürecine girdi. Kürt illerinde yeni bir savaş siyaseti ve askeri strateji çerçevesinde başlayan operasyonlar ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi bu sürecin iki kritik momenti oldu. Bir yandan, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından olağanüstü hal yönetimi altında gerçekleştirilen geniş kapsamlı yasal-kurumsal düzenlemeler ve siyasal davalar yoluyla ordunun, özerk politik gücü darmadağın edildi ve ordu, sivil iktidara tabi kılındı. Diğer yandan ordu özellikle Kürt sorunu çerçevesinde hem içeride hem bölgesel güç olma arayışı çerçevesinde Suriye’de izlenen militarizasyon süreçlerinde işlevsel kılındı.
20 Temmuz 2016’da MGK ve Bakanlar Kurulu toplantılarının ardından OHAL ilan edilmesiyle ülke anayasa, yasalar ve hatta OHAL kanununun bile dışına ve üstüne çıkan OHAL KHK’ları ile yönetilmeye başlandı. İlki 23 Temmuz 2016 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 667 sayılı KHK, sonuncusu ise 8 Temmuz 2018 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 703 sayılı KHK olmak üzere, toplam 37 olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarıldı. KHK’lar yoluyla bir yandan her tür devlet kurumundan ve kamu hizmetinden muazzam bir tasfiye gerçekleştirilirken diğer yandan da önemli devlet kurumları yeniden yapılandırıldı. En önemli yeniden yapılanma ordu, polis, jandarma, sahil güvenlik başta olmak üzere güvenlik aygıtları alanında oldu. 15 Temmuz sonrası gerçekleştirilen kurumsal-yasal düzenlemelerle TSK ve sivil siyasi iktidar ilişkisi radikal bir biçimde yeniden yapılandırıldı. Askeri kurumlar ve karar alma mekanizmaları, cumhurbaşkanı ve onun atadığı Milli Savunma Bakanı’nda merkezileştirildi (Akça ve diğ., 2017).
OHAL KHK’larıyla yapılan tasfiyeler sonrasındaki atamalarla TSK’nın içi şekillendirildi. 13 Temmuz 2022 tarihi itibariyle, darbe girişiminin ardından TSK’dan 150’si general olmak üzere toplam 24.388 kişi ihraç edilmiş, 2.436 personelin de rütbeleri alınmıştı.11 15 Temmuz sonrası ordunun özerk politik gücünün darmadağın edilmesinde 15 Temmuz siyasi davalarının rolü de çok belirleyici oldu. 15 Temmuz’un iki ana davası, Ankara’da görülen 224 sanıklı “Genelkurmay Çatı Davası” ve 474 sanıklı “Akıncı Üssü Davası” oldu. Genelkurmay Çatı Davası’nda karar 20 Haziran 2019’da açıklandı. Toplam 126 sanık ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı, 33’ü ise beraat etti. Akıncı Üssü Davası’nda ise mahkeme 26 Kasım 2020’de 291 sanığa ağırlaştırılmış müebbet, 46 sanığa müebbet ve 19 sanığa da 12-16 yıl arasında hapis cezası verdi.
AKP’nin orduya karşı cephe savaşının en önemli dayanağı devletin kurumsal mimarisi içinde güvenlik aygıtlarının yeniden yapılandırılması oldu: Ordu merkezli neoliberal milli güvenlik devletini dengeleyecek ve akabinde onu ikame edecek polis ve yargı merkezli yeni bir neoliberal güvenlik devleti inşa edildi (Akça, 2018: 57-59). Merkezinde polis ve yargının olduğu yeni neoliberal güvenlik devleti, siyasal rakiplerini ve toplumsal muhalefeti terörist damgasıyla kriminalize etti ve bu politik ve toplumsal gruplar için hukukun üstünlüğünü askıya alan, vatandaş hukukunu değil; düşman hukukunu devreye sokan istisna halini egemen kıldı.
1980’lerin başından itibaren polis, birimler, eğitim, silah ve teçhizat bakımından militarize edildi; polisin takdir yetkisini artıracak şekilde yasal düzenlemeler yapıldı. 2000’ler ise polisin orduyu da ikame edecek şekilde yeni güvenlik devletinin merkezine oturduğu yıllar oldu. O kadar ki artık devletin zor/şiddet yüzünü imleyen postal artık sadece orduyu değil; polisi de anlatır oldu. 7 Haziran 2015 sonrası Kürt illerinde yaşanan insan hakları ihlallerini eleştiren Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı bildiriyi imzalayan, kamuoyunda bilinen adıyla Barış Akademisyenleri, 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL yönetimi altında çıkarılan KHK’larla işlerinden edildiğinde karşılarında polis postalları vardı. 17 Şubat 2017’de, polis zoru ve şiddeti ile karşılanan Mülkiyeli akademisyenlerin protestoları, şu başlıkla verilecekti: “Polis postalı altında ezilen cübbeler mücadele ile yerden kalkacak.”12
Askeri kıyafetler ve postal, iktidarın zor aracı orduyu (ve polisi) anlattığı kadar paradoksal biçimde, karşıt alt kültürlerde de karşımıza çıkar. Askeri hayat dışında bot ilk kez kadın ayakkabısı olarak giyilmiş, alafranga çarşafla birlikte uzun, yarım konçlu botlar yaygınlaşmıştır. II. Meşrutiyet döneminde, özellikle 1909-14 yılları arasında ise botun yerini iskarpin almıştır (Emiroğlu, 2017: 226).
1960’larda ise karşı hegemonik alt kültürün de kullandığı bir şey haline gelmiştir postal. “1960’larla birlikte egemen kültürü reddeden, kapitalizme karşı tavır alan, toplumsal düzene karşı çıkan ve bunu görsellerle ifade eden alt kültürler ortaya çıkmış ve bu alt kültürler, aykırılık adına en sıradan nesneleri bile kullanarak karşı moda oluşturmuşlardır. Parka ve postal gibi askeri giysiler de bu alt kültürler arasında siyasî imgelere dönüşmüş, çeşitli kodlamalarla geniş kitlelerin kullandığı tarza bürünmüştür” (Fidan, 2011: 100). Bu eğilim Türkiye’de de sol öğrenci hareketi içinde karşılık bulmuştur, “askerî kaban olan parka ve dayanıklılığıyla ön plana çıkan postal kullanılmış, militarizme karşı çıkışa rağmen, çelişki içinde militarizmin üniforma unsurları kodlanmaya çalışılmıştır” (Fidan, 2011: 101). Postallar ilerleyen yıllarda goth, punk, grunge, heavy metal, endüstriyel, dazlak ve BDSM alt kültürlerinde de popüler hale gelmiştir.
Ablak, M. K. (2011). Postal Çiğnedi Düşlerini: 12 Eylül Karanlığının Romanı. İzmir: Etki.
Akça, İ. (2010). Ordu, Devlet ve Sınıflar: 27 Mayıs 1960 Darbesi Örneği Üzerinden Alternatif Bir Okuma Denemesi. E. Balta Paker & İsmet Akça (Der.) içinde. Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti. İstanbul: Bilgi Üniversitesi.
Akça, İ. (2018). 1980 Sonrası Türkiye’de Hegemonya Projeleri ve Otoriterizmin Değişen Biçimleri. İ. Akça, A. Bekmen & B. A. Özden (Der.) içinde. Yeni Türkiye’ye Varan Yol: Neoliberal Hegemonyanın İnşası. İstanbul: İletişim.
Akça, İ. (2020). Yetmişli Yıllarda Hegemonya Krizi, Ordu ve Militarizm. M. K. Kaynar (Ed.) içinde. Türkiye’nin 1970’li Yılları. İstanbul: İletişim.
Akça, İ. (2023). 2000’lerde Ordu-Siyaset İlişkileri ve Güvenlik Politikaları. Ö. Kaygusuz & B. Özkan (Der.) içinde. Kuruluşundan Bugüne Türkiye’de Milli Güvenlik Devleti: Kurumlar, Paradigma, Siyasetler ve Söylemler (baskıda). İstanbul: İletişim.
Akça, İ.; Algül, S.; Dinçer, H.; Keleşoğlu E. & Özden, B. A. (2017.) Olağanlaşan Ohal: Khk’ların Yasal Mevzuat Üzerindeki Etkileri. İstanbul: Heinrich Böll Stiftung, https://olaganlasanohal.com/files/olaganlasan_ohal.pdf
Atılgan, G. (2019). Manzaralar’daki Burjuvalar: Nâzım Hikmet’in Kaleminden Türkiye Burjuvalarının Dünyası. Çalışma ve Toplum, 1.
Beşikçi, M. (2023). Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Seferberliği. İstanbul: İletişim.
Chisholm, P. (2014). Building A Better Boot. https://www.scribd.com/document/244043132/Building-a-Better-Boot#
Dirican, R. (2021). Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken İsimli Eserinde Varoluş-Zaman İlişkisi. KARE, 12.
Emiroğlu, K. (2017). Gündelik Hayatımızın Tarihi. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür.
Fidan, S. (2011). Türk Kültüründe Askerî Giyim-Kuşam ve Asker Modası. Millî Folklor, 92.
Göreleli, A. (2012). Postal ve Patik. İzmir: İlya İzmir.
Hikmet, N. (2016). Memleketimden İnsan Manzaraları. İstanbul: YKY.
Köstüklü, N. (2018). Birinci Dünya Savaşı’nda 12. Osmanlı Otomobil Koluna Ait “Efrad Künye Defteri.” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 34(2).
Poyner, F. (2020). Boots on the Ground: The History of the Combat Boot. https://www.filson.com/blog/field-notes/history-of-combat-boot/
Sanders, L. v. (1927). Five Years in Turkey. Annapolis, Maryland: The United States Naval Institute.
Sanders, L.v. (2022). Türkiye’de Beş Yıl. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür.
Scott, B. F.; Rainey, J. C. & Hunt, A. W. (2000). The Logistics of War. A Historical Perspective. Alabama: Air Force Logistics Management Agency
Şevket, M. (1983/1909). Osmanlı Askeri Teşkilatı ve Kıyafeti (Osmanlı ordusunun kuruluşundan 1908 yılına kadar). Ankara: K.K.K. Ankara.
Kapak görseli: Postallar. Kaynak: İnternet Görseli / Arama Motoru Önbelleği []
- Bu yaygın ana kullanım ve anlamının dışında, TDK Güncel Türkçe Sözlük ve Etimoloji Sözlüğü kelimenin ikinci bir anlamının Türkçede ortaya çıktığını belirtir: “Düşkün kadın.” Ancak bu ikinci anlama dair kendi çalışmamızda herhangi bir örneğe rastlayamadık. Bkz. https://sozluk.gov.tr/
- Bkz. https://www.nisanyansozluk.com/kelime/postal
- https://en.wikipedia.org/wiki/Combat_boot#:~:text=The%20first%20true%20modern%20combat,leather%20high%2Dtop%20cuff%20added
- Bu bot adını, Amerikan Orduları Generali John J.’ (“Black Jack”) Pershing’den almıştır.
- Türkçe çevirisinde burada İngilizce boot kelimesi “çizme” olarak çevrilmiştir. Postal ifadesi ise ilerleyen sayfalarda şurada geçer: “Türk askerleri, İngiliz ölü erlerinin çizme ya da postallarının tabanlarına, taşlık arazide yürürken ses çıkarmasın diye, keçe çivilenmiş olduğunu şaşkınlıkla seyrettiler” (Sanders, 2022: 159, 172).
- “Ankara: Mektepler Alım Satım Komisyonu Reisliğinden,” Cumhuriyet 15 Teşrinisani (Kasım) 1933, s. 7. Aynı ilana 25 Kasım ve 1 Aralık 1933 tarihli Cumhuriyet gazetesi nüshalarında da rastlıyoruz.
- Başlangıçta 38 üyeli bir yapı olan MBK, 13 Kasım 1960’ta 14 radikal üyenin tasfiyesinden sonra 24 ve bir üyenin ölümüyle de 23 üyeli bir yapıya döndü.
- https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-48830230
- https://www.haberturk.com/gundem/haber/1060335-balyoz-davasinda-tum-saniklara-beraat-karari
- https://www.ntv.com.tr/turkiye/balyoz-sanigi-7-kisinin-beraati-bozuldu,OjRlyiO5Jka4L5JsWw92sg
- https://www.ntv.com.tr/turkiye/tskda-feto-ile-mucadele-15-temmuz-sonrasi-24-bin-388-kisi-ihrac-edildi,XgaHn3Oxhkm3maTqkuji-Q
- https://www.politikyol.com/polis-postali-altinda-ezilen-cubbeler-mucadele-ile-yerden-kalkacak/