Bir yerel tohumun yolculuğu, ekilmesi ve yeşermesi, kültürünün ekilmesi ve yeşermesi anlamına gelir. Tohum ekilmeye devam ediliyorsa bu kültür yaşıyor, ekilmiyorsa ölüyordur diyebiliriz; hem kültürel hem de varoluşsal anlamda.
Burada yer sofrasından masaya doğru giderken modernleşme ile gelen büyük bir dönüşümün de izini süreceğiz; fakat, keskin dönüşlerini çok da kesin tarihlerle takip edemeyeceğimiz bir dönüşüm olacak bu.
Maklube gibi içeriği ve lezzeti kadar hatta ondan daha fazla simgelediği sosyal-siyasal olguyla tanınan bir yemeği, elbette ambiyansı ve etrafında bir araya gelen insanların oluşturduğu sosyo-mekânsallık bağlamında sofrayla birlikte düşünmek gerekir.
Onunla tanışıklığım bir insan ömrünün sınırları içinde kalır; ama, onun kendi tabiriyle dünyada zuhur edişi insanlıkla yaşıt: İnsanlığın bir göbek deliği varsa o, sefer tasıdır.
İnsanların ne zaman, hangi yağı kullandığı, yağ kullanım alışkanlıklarının değişimi, içinde bulunulan dönemin iktisadi, politik ve sosyal koşullarıyla; üretim ve bölüşüm ilişkileriyle büyük bir paralellik gösteriyor.
Köyden kente göçün alamet-i farikası olarak, şehirler arası otobüslerin orta koridorlarını tıka basa doldurmuş veya arabanın bagajına istiflenmiş çuvallar içinde kente giden erzaklar gelir akla.
Bugün adına traktör dediğimiz araç ise, tarımsal üretimde kullanılmak üzere Sanayi Devrimi ile birlikte makinenin muazzam çeki gücüyle birleştirilerek emek-yoğun bir üretimin hem niteliğine hem de niceliğine etkide bulunmuştur.
Doğada var olan bir bitkinin geçirdiği kimyasal ve teknik dönüşümler sonucunda biçim alan, şeker dediğimiz o hoş, ince, bembeyaz toz nasıl oldu da “olağan” ve “çok” tüketilen bir besin ve çeşni maddesine dönüştü?
“Aç mezarı yoktur,” derler eskiler; aslında vardır da bakmayın. Herkesin en kötü “bi lokma” ekmeğe ulaşacağı, hepimizin bu dünyada yiyecek ekmeği olduğu sanılır.