Türkiye’de İlaç Sektörü
Türkiye ilaç sektörünün tarihi gelişimi incelediğinde, genellikle üç dönemde ele alındığı görülmektedir: Birinci dönem, cumhuriyet öncesi dönem; ikinci dönem, cumhuriyetten II. Dünya Savaşı’na kadar olan dönem ve üçüncü dönem, II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar olan dönem. Cumhuriyet öncesi dönemde, yabancı kökenli ilaçlar, yurt içinde herhangi bir ruhsat, fiyat ve kalite denetimine tabi tutulmadan serbestçe satılmaktaydı. Eczanelerde hazırlanan bazı solüsyonlar, kodeks ampulleri ve kuvvet macunları dışında yurt içinde üretim yapılmamakta, ihtiyacın tamamı serbest ithalat ile karşılanmaktaydı (Tıraş, 2020).
Türkiye’de İlaç Üretimi
Turhan Baytop Türkiye’de ilaç üretiminin tarihsel gelişimini, Türkiye’de yerli hazır ilaç yapımı/eczane dönemi (1833-1928), laboratuvar dönemi (1928-1954), fabrika dönemi (1954’ten bugüne) ve ilaç aktif maddeleri üretme dönemi (1970’ten bugüne) olarak dört başlık altında toplamıştır.
İlaç üretimi, cumhuriyet öncesi dönemde yurt dışına bağımlı şekilde başlamış, cumhuriyet döneminde de bu bağımlılık devam etmiş ve yurt içi üretim küçük ölçekte 1926 yılına kadar eczanelerde yapılmıştır. 1926’da uygulamaya konan kanunla eczanelerde ilaç üretimi yasaklanmış; üretim, laboratuvarlarda yapılmaya başlanmıştır. Bu yeni dönemde Türkiye’de yabancı ilaçlara yaygın olarak rastlanmaktadır.
İlaç hammaddesi üretimi dönemi olan dördüncü dönemin başlangıcını daha eskilere, Osmanlı döneminde küçük miktarlarda uçucu yağ (nane yağı, kekik yağı, gül yağı vb.) ve bitkisel hülasalar (bitki öz suyu) şeklinde yapılan üretimlere götürmek mümkün. Bu dönemde, ilaç hazırlanmasında ve tıbbi müstahzar yapımında kullanılacak galenik preparatların (hastanın kullanabileceği şekilde hazırlanmış ilaçlar) çoğu yurtdışından getirilmekle birlikte; bunlardan bazılarını İstanbul’da üreten küçük tesisler de vardı. Eczane sahipleri, galenik preparat ve ilaç hammaddesi ihtiyacını karşılayacak ve kârdan faydalanmalarını sağlayacak Fransa’daki Pharmacie Centrale (Merkez Eczane) benzeri bir üretim tesisi kurmak amacıyla 1912 yılında yola çıkarlar ve nihayet, 27 Ağustos 1931’de “Türkiye Eczacıları Laboratuvarı T.A.Ş.” faaliyete geçer. 1933 yılına gelindiğinde bu tesis, 200 civarında preparat hazırlayabilir duruma gelmiştir (Mat, 2001).
Cumhuriyetin ilanından sonra ise yerli ilaç sanayinin kurulması için ilk adım olan müstahzar ilaç (Sağlık Bakanlığı’ndan alınmış ruhsatla ilaç firmaları tarafından hazırlanan ilaçlar) ithali ve satışı konusunda devlet kontrolü̈ sağlanarak, bu ilaçlar için ruhsat alma zorunluluğu getirilmiştir. 1928 yılında çıkarılan 1262 sayılı “Tıbbi ve İspeçiyari Müstahzarlar Kanunu” ile yerli ilaç sanayinin kurulmasına ve gelişmesine imkân sağlanmıştır. Türkiye ilaç sanayi, II. Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte fazla varlık gösteremezken; II. Dünya Savaşı’ndan sonra önemli aşamalar kaydetmiştir. 1952’den sonra yerli ve yabancı ilaç fabrikaları kurulmuş, yabancı sermayenin pazara girişi üretim teknolojisini ve altyapıdaki gelişmeyi desteklemiştir. 1953-1957 döneminde ilaç sanayi önemli gelişmeler kaydetmiş, kurulan modern tesisler ile yurtiçi talebin % 60’nı karşılar duruma gelmiştir (Tıraş, 2020).
Cumhuriyet ile birlikte Türkiye’de ilaç üretimiyle ilgili yeni yasal düzenlemeler uygulamaya girmiştir. Bunlardan, Dr. Refik Saydam’ın sağlık bakanı olduğu dönemde 3 Ağustos 1936 tarih ve 2-5127 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile ülkede üretimi yapılabilen ilaç ve müstahzarların yabancı lisansla üretimi yasaklanmış ve yerli ilaç üretimi lehine avantaj sağlanmıştır. Bu karar daha sonra, Dr. Behçet Uz’un sağlık ve sosyal yardım bakanı olduğu dönemdeki 7 Haziran 1947 tarih ve 3–5981 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile yürürlükten kaldırılmıştır. Bu kararla, yerli ilaç üreticilerine yabancı ilaçları lisans altında üretebilme izni verilmiştir. Uygulama değişikliği, teknoloji bağlamında ilaç üretimini önemli derecede etkilemiştir. Ayrıca bu karar Batı’da kurulan modern ilaç fabrikalarının Türkiye’de de kurulmasının önünü açan önemli etkenlerden biri olmuştur.
1940’lara gelindiğinde dünyada sentetik ilaçların seri üretimine geçilmeye başlanmıştır. Sentetik ilaçlar bitkisel, hayvansal ve madensel kökenli ilaçlardan daha büyük pazar hacmine sahip olagelmiştir. Örneğin, ABD hükümetinin cari fiyatlarla 7 milyon ve ABD’li 17 ilaç firmasının ortaklaşa 20 milyon ABD doları katkı sağladıkları araştırma ile penisilin, seri olarak üretilmiş, kısa sürede üretim miktarı milyonlarla ifade edilen bir seviyeye ulaşmıştır. Aynı dönemde Türkiye, bu geçişi gerçekleştirememiştir. Dolayısıyla, Batı’da ilaç üretimi endüstrileşirken Türkiye süreçten uzak kalmış, 1950’lere gelindiğinde ise Batı ile Türkiye arasında ilaç üretiminde gerek ürün gerekse ilaç fabrikaları açısından önemli teknolojik farklar ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan bu teknoloji ve üretim farkının kapatılması amacıyla, bir dizi yasa ile Batı’da kurulan ilaç fabrikalarının Türkiye’de de kurulmasına yönelik olarak düzenlemelere gidilmiştir. 1954 yılındaki “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu” ve 22 Aralık 1954 tarih ve 8885 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe giren “İspençiyari ve Tıbbi Müstahzar İmalathaneleri Talimatnamesi” bu düzenlemelerdendir. İspençiyari ve Tıbbi Müstahzar İmalathaneleri Talimatnamesi, ilaç üreticilerine bina kurma ve başka ek şartlar getirmiş, böylece ilaç üretimi fabrikalarda yapılmaya başlanmıştır. Bu kanunun yürürlüğe girdiği 1928 yılından 1933 tarihine kadar olan dönemde 306’sı yerli ve 965’i yabancı olmak üzere toplam 1271 ilaca üretim veya ithalat izni verilmesi yabancı ilaçların çoğunlukta olduğunu göstermesi açısından dikkate değerdir (Elmacı, 2013).
Bu uygulamalar, teknoloji transferinin önünü açmış, yabancı girişimciler yanında daha önceleri ilaç fabrikalarına nazaran küçük laboratuvarlarda faaliyetlerini gerçekleştiren Türk ilaç üreticileri de yurt dışında fabrika satın alarak üretimlerini artırmışlardır. 1951 yılında E.R. Squibb and Sons tarafından yabancı sermaye ile kurulan fabrika ve yerli sermaye ile kurulan “Eczacıbaşı İlaç Fabrikası,” Türkiye’nin ilk modern ilaç fabrikaları olmuştur. İki fabrika da yurt dışından satın alınan teknolojilerle kurulmuş ve böylece Türkiye’de ilaç üretimi endüstrileşme yolunda ilk adımı atmıştır.
1954 yılında uygulamaya konulan yasal düzenlemelerle küresel ölçekte ilaç firmaları Türkiye’de üretime başlamış, mali durumu yetersiz olan birçok yerli ilaç üreticisi ise üretimden çekilmiştir. İlerleyen süreçte araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin yetersizliğinin de etkisiyle, yerli ilaç üreticileri patent altındaki ilaçların ve patent süresi dolmuş ilaçların üretimine yönelmiştir. Aynı dönemde, aşı ve serum alanında ise devlet tarafından yapılan üretim zamanla azalarak ihtiyaç yurt dışından sağlanmaya başlanmıştır (Elmacı, 2013).
Türkiye’de ilaç üretiminin başladığı dönem olan “laboratuvar dönemi”nde üretimi yapılan ilaçlar arasında, toplum tarafından yaygın olarak kullanılmış gripin, nevrozin, neokürin, sefalin gibi ağrı kesiciler de bulunmaktadır. Bunlardan, ilk üretimi 1933 yılında yapılmış olan gripin, Türkiye’de uzun yıllar yaygın olarak kullanılmıştır. Gripin gibi ağrı kesicilerin reklamlarına Modern Türkiye Mecmuası’nın 1938 yılı sayılarında sıkça rastlanmaktadır (Elmacı, 2013). Hatta gripin şeklinde duvar kâğıtları kullanılmaya başlanmış, gripin kutusunun üzerindeki kadın resmi de meşhur olmuştur.
Görsellerde görüldüğü gibi birçok ilaç ve farklı pek çok ürünü, aylık veya haftalık yayımlanan gazetelerin reklamlarında görmek mümkündü. Cumhuriyet dönemi ile başlayan modern kadın imgesine, bu reklamlarda sıkça başvurulmuştur. Çoğunlukla basılı reklamlarda kullanılan kadın görselleri, aynı zamanda kadının ideal bedeninin nasıl olması gerektiği mesajını da vermekteydi. “Yeni/modern Türk kadını” imgesi, hem çağdaş kıyafetler giyecek, iyi eğitim alacak hem kamusal alanda erkekle eşit olacak ve mesleğini icra edecek hem de özel alanda iyi bir eş ve iyi bir anne olacaktır düşüncesi temelinde oluşmuştur (Akgül, 2017: 669).
1925-1950 yılları arasında, sabun markalarından vernik ürünlerine, iç çamaşırından diş macununa kadar reklamlarda genellikle kadın figürü kullanılmıştır. Bu dönem reklamlarında “göster ve sat” düsturu temel alınarak ürünlerin satışı sağlanmaktadır. Yalnız bu kez ürünler değil; kadın bedeni ve cinselliği, reklam objeleri olarak ön plana çıkmaktadır. “Göster ve sat” iki amaca hizmet etmektedir: Hedef kadınlar ise, kadın bedeni, markanın güzelliğini ön plana çıkarmak amacıyla kullanılmaktadır. Hedef kitle erkekler ise, kadın bedeni, erkekleri cezbetme amaçlı kullanılmakta ve erkek kitlede oluşan tepkinin, marka ile özdeşleşerek marka değerine aktarılması amaçlanmaktadır (akt. Dumanlı, 2011: 142).
Her Derde Deva
“Her derde deva” diye başlayan bir cümlenin sonuna ne geleceğini sorsak, 40 yaşın üstünde olan hemen herkesin “Gripin” cevabını vereceğine şüphe yok. İsmini grip hastalığından alan ve Türkiye’nin ilk yerli ağrı kesici ilacı olan Gripin, “bir Gripin al, bir şeyin kalmaz” diyerek, grip olduğumuzda birbirimize hemen tavsiye ettiğimiz ve ilaçların, kesinlikle eczaneden alınması gerekliliğine rağmen; o zamanlarda bakkaldan bile alınabilen, popüler bir ilaçtı. Mucidi, eczacı Necip Akar olan ve üretimine 1931’de başlanıp hâlâ piyasada olan, Türk yapımı ilk ağrı kesici ve ateş düşürücü Gripin’in etkin maddesi parasetamoldü.
Gripin’in mucidi Necip Akar, 1924 yılında Eczacılık Okulu’ndan mezun olmuştur. Eczacılık Okulu’nda iken Divanyolu’nda, Necip Özgül’ün eczanesinde çalışmaya başlamıştır. O zamanlar, bazı basit formülasyonlu ilaçlar eczanelerde yapılmaktaydı ve Necip Akar, Eczacılık Okulu’nda bir yandan teorik bilgiler öğrenirken, bir yandan da çalıştığı eczanede krem ve diş macunu yapımı konusunda pratik bilgiler edinmiştir. Eczacılık Okulu’ndan mezun olup askerlik görevini yaptıktan sonra altı ay kadar, Ankara’da Eczacı Hüsnü Bey’in eczanesinde çalışan ve burada da bazı bilgiler edinen Necip Akar, ağabeyi Cemil Akar’la ortak olarak ilk önce “Şampuan Cemil,” “Necip Bey Kremi,” “Necip Diş Macunu” gibi karışımları üretmeye başlamıştır.1
Necip Akar, cumhuriyet döneminin ilk girişimcilerindendir. Türkiye’de alınan ilk yerli patent ürünü, Akar’ın kendi adıyla ürettiği Necip Diş Macunu’dur. 1935 kışında ülkeyi saran grip ve nezle salgınına çözüm arayan Necip Akar, bu hastalıkları çabuk ve pratik şekilde tedavi edebilen ve tekli ambalajda satılabilen Gripin’in ruhsatını alarak piyasaya çıkarmıştır. Akar kardeşler, baş ağrısından diş ağrısına, soğuk algınlığından nezle ve romatizmaya, yüksek ateşten vücut ağrılarına kadar her derde iyi gelecek ilacın formülünü, üç yıl içinde geliştirmişlerdir. O günlerde ağrı kesici alanında dünya markası olan Aspirin’in “-in” ekini alıp grip sözcüğünün arkasına ekleyerek Gripin markasını yaratmışlardır.
1935’te ruhsatı alınan Gripin, piyasaya çıkar çıkmaz satış rekoru kırınca, Gripin Fabrikası’nın kurulmasına geçilmiştir. Gripin kısa sürede, neredeyse ulusal bir ilaç haline gelmiş, hatta “Bir Gripin al, bir şeyin kalmaz” tümcesi halk arasında kendiliğinden doğup kulaktan kulağa yayılmştır. Ayrıca Gripin’in her yerde bulunabilmesi ve ucuz olması, satışları rekor seviyeye çıkarmıştır. 2
Sıtma ve Kininli Gripin
Cumhuriyetin ilk yılarında sıtmadan ölüm oranının yüksek olduğu bilinmektedir. Sıtma, o dönemde ülkenin önemli bir sağlık sorunu olarak belirlenmiş ve sıtmayla mücadele konusunda önemli adımlar atılmaya çalışılmıştır. Darülfünun hocalarının katılımıyla “Sıtmayla Mücadele Komisyonu” ve 1924’te de “Sıtmayla Mücadele Teşkilatı” kurulmuştur (Sert & Dölen, 2013).
Özellikle 1926-1945 döneminde, sıtma ile mücadele konusu ciddiyetle ele alınmaya çalışılmış ve bu konuda kanun ve talimatnameler çıkarılmıştır. Sıtmadan korunmak ve hastayı tedavi etmek için kullanılan ilaç olan “kinin,” hükümet tarafından sıhhat memurlarına, yoksul halka bedava dağıtılması için, komprimeler (ağız yoluyla kullanılmak üzere hazırlanmış, genellikle yassı ya da silindir biçiminde katı ilaç) halinde gönderilmeye başlandı. Sıtma Mücadele Teşkilatı bulunan yerlerde sıtma hekimleri, teşkilatın olmadığı yerlerde ise hükümet, belediye ve hastane doktorları, kendilerine müracaat eden her yurttaşı, sıtma bakımından muayene etmeye ve lazım gelen ilaçları vermeye yükümlü idi. Yurt dışından temin edilen kininin ithalatı, Sağlık Bakanlığı tarafından yapılırken; 1935 yılından sonra Kızılay tarafından yapılmaya başlanmıştır. İthal edilen kininlerin dağıtımını, birinci derecedeki bayi olan Ziraat Bankası üzerine almıştır. Hükümetten bayilik ruhsatnamesini alan kimseler ise, ikinci derecede bayi sıfatıyla, “Devlet Kinini Satılır’’ tabelası bulundurmak suretiyle işyerlerinde kinin satışı yapabiliyorlardı (Tuğluoğlu, 2008).
Sivrisinekler, Sıtma ve Çukurova
(…) Bir telaşlaydılar çeltikçiler, etrafta bir dolanıyor, bir terliyorlardı ki, gören hallerine acıyordu…Çeltikçiler, o burunları kaf dağında çeltikçiler, çarşıya düşmüşler önlerine gelene dert yanıyorlar…
– Deli…Deli…Bilse memlekete çok faydası var. Bilse çeltik sıtma yapmaz. Bilsee…
– Kim görmüş çeltiğin sıtma yaptığını?
– Çukurova oldum olası sıtmalı…
Yukarıdaki alıntı, ilk basımı 1955’te yapılan, Yaşar Kemal’in Teneke (2000: 61) isimli romanından. Romanda, köylüler ve toprak ağaları arasında çeltik ekimi ile ilgili mücadele anlatılmaktadır. Çeltik, sivrisineklere ve sivrisinekler de sıtmaya neden olduğu için köylüler çeltik tarlalarının köylerinden uzakta olmasını isterler. Toprak ağaları ise köylülerin taleplerini dikkate almadan, bazı köyleri de içine alacak şekilde, çeltik ekimi yaparlar. Bunun sonucunda sıtma nedeniyle köyde çok sayıda ölüm olur. Toprak ağaları, yeni atanan kaymakamı başlangıçta yanlarına çekmeyi başarır; ama, daha sonra kaymakam, gerçeği görür ve köylülerin yanında yer alır. Fakat hikâyenin sonunda ağalar, kaymakamı ilçeden sürdürmeyi başarır.
Teneke’de olduğu gibi, sivrisinekler ve sıtmaya bağlı yaşanan sorunların 50’li yıllarda özellikle Çukurova’da geçen hikâyelerin anlatıldığı romanlarda sıkça konu edildiğini görmek mümkün. Bu romanlara örnek olarak, Orhan Kemal’in Eskici ve Oğulları ve Yaşar Kemal’in Hüyükteki Nar Ağacı romanları verilebilir.
İşte sıtmanın kol gezdiği bu yıllarda, karşımıza bu kez “Kininli Gripin” olarak çıkan Gripin, piyasada yaygın olarak kullanılmış ve Türkiye’nin en ücra köşelerinde aranır hale gelmiştir.
Günümüz Türkiye’sinde İlaç Sektörü
İlaç sektörü Türkiye’de en erken kurulan sektörlerden birisi olmasına rağmen istenen seviyede gelişme gösterememiştir ve ilaçta dışa bağımlılık hâlâ devam etmektedir. Türkiye, Avrupa’da en ucuz ilaç ve sağlık bakım fiyatlarına sahip ülkelerden biridir. 2018 yılı itibariyle 11 milyar dolarlık değeriyle dünyanın en büyük 15. ilaç pazarı olan Türkiye’de, dünyanın önde gelen ilaç firmalarının üretim tesisleri bulunmaktadır (Tıraş, 2020).
Türkiye ilaç endüstrisi 100 yıllık geçmişi olan; ancak, önemli atılımlarını son yıllarda gerçekleştiren bir sektördür. Özellikle İyi İmalat Uygulamaları Yönetmeliği’nin (GMP) yürürlüğe girdiği 1984 yılından günümüze kadar üretim teknolojisi yenilenmiş, üretim makine parkı, ülke ihtiyacının üzerinde bir kapasiteye getirilmiştir. Ancak ilaç sektöründe dışa bağımlılık halen devam etmektedir (Yalçınkaya & Özden, 2020).
Türkiye ilaç sektöründeki araştırma-geliştirme (Ar-Ge) yatırımları incelendiğinde, 2017 yılında yatırımın 8 milyar dolar olduğu; 2008’de 1 adet olan onaylı Ar-Ge merkezi sayısının 2019 yılında 33’e çıktığı görülmektedir. Yerel Ar-Ge yatırımlarındaki bu büyümeye rağmen 2018 yılında Türkiye ilaç sektöründe, Ar-Ge harcamalarının toplam ilaç pazarı büyüklüğüne oranı, yaklaşık % 1.5 olmuştur. Bu oran, tahmini % 14.9 olan küresel oranın oldukça gerisindedir (Sözbilir, 2022).
Türkiye ilaç pazarı, ithal ve yurt içinde üretilen ürünlerden, yerli üretim ise ağırlıklı olarak jenerik ilaçlardan (orjinal ilacın patent altındaki koruma süresi sona erdiğinde pazara girebilen, orjinal ilaçla aynı etken maddeyi, aynı miktarda ve aynı farmasötik şekilde içeren ve biyo-eşdeğer olduğu kanıtlanmış ilaçlar) oluşmaktadır. Ekonomik olmayan ve tüketimi az olan ilaçlar ise üretilmemektedir. Dünyadaki ve Türkiye’deki örneklerden de anlaşılacağı gibi devlete bağlı ve/ya özel Ar-Ge merkezleri ile ilaç üretici firmalar, kapitalist sistem gereği, hasta sayısı az olduğu için büyük kâr sağlamayan hastalıkların tedavisi için ilaç geliştirme çalışmalarına yatırım yapmamaktadırlar. Oysa ki ilaç Ar-Ge çalışmaları, hasta sayısına bağlı olarak düşünülmemesi gereken etik bir meseledir.
İlaca Erişim Meselesi
Avrupa İlaç Üreticileri ve Birlikleri Federasyonu (EFPIA) raporuna göre, 2017-2020 arasında Avrupa ülkelerinin yeni ruhsat alan ilaçlara erişimine bakıldığında Türkiye listenin sonlarında yer almaktadır. Türkiye’deki hastalar son dört yıldır AB’de onay almış yeni ilaçların % 79’una ulaşamıyor. İlaç hammaddesi ve ambalaj dahil birçok girdinin ithal ediliyor olması, hammadde fiyatları ve dövizin sürekli yükselmesi ve buna bağlı olarak ilaç fiyatlarının artması ve sağlıktaki özelleştirme politikaları, halkın ilaca ulaşımını giderek zorlaştırmakta; hatta imkânsız hale getirmektedir. Sürekli kullanılması yaşamsal öneme sahip ilaçların bulunması ve alınmasındaki zorluklar nedeniyle tedavi edilemeyen ve yaşamını kaybeden hastaların sayısı giderek artmaktadır (Sözbilir, 2022).
Dünyadaki birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de ilaca ulaşmak, SMA’lı hastaların yakınlarının verdikleri mücadeleden de görülebileceği gibi, oldukça önemli bir sorundur. Bu farklı hastalıklar ve özellikle kanser için de söz konusudur. Son yıllarda gündemden düşmeyen, kalıtsal ve ilerleyici bir kas hastalığı olan “Spinal Musküler Atrofi”nin (SMA) tedavisi için kullanılan üç tip ilaç var ve Türkiye’de bu ilaçlardan sadece bir tanesi olan Spinraza, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından karşılanıyor. Spinraza dışında Zolgensma ve Risdiplam da, Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından onaylı ilaçlar. FDA, Mayıs 2019’da, Avrupa İlaç Ajansı (EMA) da Mayıs 2020’de bu ilacı onayladı. Aileler Zolgensma’ya ulaşmak istiyor; çünkü, bu ilaç, ömür boyu kullanılmak zorunda olan Spinraza’nın aksine tek seferlik. Aileler de işte bu sebeple kampanya yapıyor. Temin edilmesi için çocuğun 2 yaşından küçük veya 21 kilodan az olması şartı aranan Türkiye’de, Zolgensma’ya erişmekle ilgili aileler, gerçek anlamda zamanla yarışıyor. Araştırma-geliştirme, lisans, yatırım ve pazarlama maliyetlerinin yanı sıra hasta sayısının hem çok az hem de ilaca mecbur olması, bir de bunlara ek olarak ilacın tek seferlik olması, bu ilacın fiyatının pahalı olmasına neden olarak gösterilse de durum, bundan farklı. Aslında bu ilaç, ABD ve Fransa’da bulunan, kâr amacı gütmeyen ve bağışla finanse edilen laboratuvarlarda üretildi. Novartis firmasının eline geçtiğinde ise artık dünyanın en pahalı ilacı olmuştu.
Türkiye’de SMA hastaları için reçetelenebilen Spinraza ise bu alanda ilk geliştirilen ilaç. FDA onayını 2016’da aldı. Türkiye’de Spinraza’ya da erişim yeterli değil, özellikle son aylarda SGK’daki bütçe sıkıntısı nedeniyle hastalara ilaç temin edilemedi. Ayrıca ilaç her alındığında hastanın, mutlaka fiziksel olarak bir gelişim göstermesinin beklenmesi; aksi halde ilacın kesilmesi gibi ilacın temininin bazı koşullara bağlanması, bu kriterleri sağlayamayan çocukların tedaviden mahrum kalması gibi sonuçlara yol açmış, hasta yakınlarının kararlı mücadelesi sonucunda ise Spinraza’nın temini ve koşula bağlı verilmesi ile ilgili önemli kazanımlar sağlanmıştır. Yeni ve daha etkin oldukça pahalı ilaçların temini ile ilgili Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Ağustos ayında Risdiplam’ı kast ederek, “Son dönemde ruhsatlandırılan, oral yoldan alınan bir benzer ilacın geliştiğini ve onay aldığını, bununla ilgili hem Maliye, hem SGK hem de bizim devrede olduğumuzu söylemek istiyorum. Biz de bu ilaca ulaşmaktayız,” demişti. Ancak Risdiplam hâlâ Türkiye’ye getirilmedi (Aktan, 2021).
Günümüzde bir diğer önemli sorun, ilaç araştırma geliştirme çalışmaları ile ilgilidir. Türkiye’de özellikle “yeni ilaç Ar-Ge” çalışmalarına devlet desteği çok sınırlıdır. TÜBİTAK proje çağrıları yoluyla bunu yapıyor gözükmektedir; ancak, destek olunan projelerin sayısı ve niteliğine bakıldığında mevcut durumun hiç de öyle olmadığı ortaya çıkmaktadır. Geçmişi, SMA hastalarının sorunlarının duyulur olmasından daha öncesine dayanan ve hâlâ görmezden gelinen bir başka hasta grubu da SSPE (Subakut Sklerozan Panensefalit) hastalarıdır. Özellikle 2 yaşından önce geçirilen kızamık enfeksiyonundan sonra, 5-10 yıllık bir uyuklama dönemini takiben görülebilen, hücre içinde kalmış kızamık virüsünün yol açtığı kronik bir merkezi sinir sistemi hastalığıdır. Yavaş ilerleyen, ölümcül bir virüs enfeksiyonu olan bu hastalığın henüz kesin bir tedavisi yoktur. Yaygın ve uygun aşılamanın (kızamık aşısı) yapıldığı ülkelerde görülme sıklığı oldukça düşüktür. Ancak özellikle son yıllarda komplo teorilerine bağlı yaygınlaşan aşı karşıtlığı, savaş politikaları nedeniyle göçmen nüfusun artması ve bu insanların içinde bulunduğu olumsuz yaşam koşulları, bu hastalığın önümüzdeki yıllarda gelişmiş ülkelerde de ortaya çıkabileceğine işaret etmektedir. Türkiye’de ise bu hastalıktan mustarip, azımsanmayacak sayıda hasta vardır. Bu hastaların yatağa bağlı ve bakıma muhtaç olarak yaşamlarını devam ettirmeleri, çok özenli ve oldukça masraflı bir bakıma ihtiyaç duymaları, herhangi bir destek olmaksızın hasta yakınlarının, özellikle annelerin kendi yaşamlarından tamamen vazgeçerek çocuklarının bakımını üstlenmeleri ciddi bir sorundur. Tüm bu zorluklara rağmen hasta yakınları, hastalığın tedavisi ile ilgili araştırmaların yapılması ve konunun uzmanı bilim insanları tarafından hazırlanan araştırma projelerine maddi destek sağlanması için dernekler aracılığıyla destek olmaya çalışıyor, Bakanlık’ta ilgili kişilerle yaptıkları sayısız görüşmeler ve TBMM önünde hasta çocuklarıyla yaptıkları eylemlerle görünür ve duyulur olmak için çaba gösteriyorlar. Konuştuğum bir hasta yakını ise, süreci şöyle özetliyor: “Yetkililer bizim çocuklarımıza nasılsa ölecekler, iyileşmeyecekler para harcamaya gerek yok, birkaç görüşme yapılır, sözler verilir sakinleştirilir, gittiği yere kadar böyle devam edilir mantığıyla bakıyorlar.”
Bu örneklerde de açıkça görüldüğü gibi iktidar tarafından uygulanan sağlık politikaları sonucunda Türkiye’de tedaviye ve ilaca ulaşım giderek daha da zorlaşmakta, hatta maddi olanakları olmayanlar için tamamen imkânsız hale gelmektedir. Hastalar ve hasta yakınları tedaviye ulaşabilmek için sorumluluğunu yerine getirmeyen yetkililerle ciddi mücadeleler yürütmektedir. Özelleştirme politikaları sonucunda sağlık, alınır satılır bir meta haline gelmiştir. Bu anlayış tamamen kâr amacı güden otel hastaneleri ortaya çıkarmıştır. Oysa ki kamudan alınan vergilerin, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin ücretsiz olarak sağlanması için kullanılması zorunlu olmalıdır. Sağlık hizmetlerine ulaşım talebi, en temel insan hakkı taleplerindendir. Bilimi, bilimsel bilgiyi, liyakati değersizleştiren iktidar söylemlerinin sonuçlarını sağlık çalışanlarına yöneltilen şiddette de görmek mümkündür.
Sonuç olarak, günümüzde sağlık alanında yaşanan sorunların ve ilaca ulaşımdaki sıkıntının altında yatan temel neden, yeterli miktarda kaynak, teknolojik altyapı ve alanda yetişmiş nitelikli insan varlığına rağmen, toplum sağlığını önceleyen, mevcut kaynakları bu amaca hizmet edecek, dışa bağımlılığı ortadan kaldıracak, bilime ve bilim insanlarına gereken önemi ve desteği verecek bir sosyal devlet anlayışının olmayışıdır.
Akgül, M. (2017). 1930’lu Yılların Türkiyesi’nde Basılı Reklamlarda Modern Kadın İmgesinin Temsili: Cumhuriyet Gazetesi Örneği. The Turkish Online Journal of Design, Art and Communication – TOJDAC, 7(4), 667-677.
Aktan, S. (2021, Nisan 1). SMA Dosyası: İlaçlar Neden Pahalı, Türkiye ve Dünyadaki Durum Ne? Euronews. https://tr.euronews.com/2021/01/04/sma-dosyas-ilaclar-neden-pahal-turkiye-ve-dunyadaki-durum-ne
Dumanlı, D. (2011). Reklamlarda Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Kadın İmgesinin Kullanımı; Bir İçerik Analizi. Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, 2, 132-149.
Elmacı, İ. (2013). Cumhuriyet Dönemi’nde İlaç Teknolojilerı̇, Petrol Teknolojileri ve Kimyevi Gübre Teknolojileri’ne Kısa Bir Bakış. Dört Öge, 1(3), 117-137.
Gripin’in Hikâyesi Unutulmuyor. (2019, Ekim 15). Kütahya’nın Sesi. https://www.kutahyaninsesi.com/haber-gripin’in-hikayesi-unutulmuyor-8373.html
Kemal, Y. (2000). Teneke. İstanbul: Adam.
Kurucumuz Necip Akar. (t.y.). Gripin. http://gripin.com/tr/KURUMSAL/Kurucumuz-Necip-Akar.html
Mat, A. (2001). Prof. Dr. Turhan Baytop. Türk Eczacılık Tarihi. İstanbul Üniversitesi Yayınları, Eczacılık Fakültesi No: 78.
Sert, G. & Dölen, E. (2013). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devlet Kinini. Osmanlı Bilimi Araştırmaları, XIV/2, 69-86.
Sözbilir, A. (2022). İlaç Sektöründe Son Tablo. https://www.aifd.org.tr/wp-content/uploads/2022/06/capital_haziran.pdf
Tıraş, H.H. (2020). Türkı̇ye’de İlaç Sektörünün Gelişimi; Bı̇r Durum Değerlendirmesi. Journal of Economics and Research, 1(1), 42-59.
Tuğluoğlu, F. (2008). Türkiye’de Sıtma Mücadelesi (1924-1950). Türkiye Parazitoloji Dergisi, 32 (4), 351–359.
Yalçınkaya, H. & Özden, B. (2020). Türkiye’de İlaç Endüstrisinin Gelişimi. https://www.researchgate.net/publication/348003148