Giriş
Yerin altındaki en saf ve paha biçilmez madene isim olan altın, yerin üstüne çıkarıldığı andan itibaren maddi ve manevi her türden değer hiyerarşisinin en üstünde anlamlar yüklenir. Bu anlamlar, geçmişten bugüne gündelik hayatımızın içerisine sinmiştir ve değer bakımından herhangi bir nesnenin, durumun, olayın, olgunun vb. en üst seviyede olduğunu ifade etmemize yarar.
Her ne kadar maddenin bu en mükemmel halini tasvir edebilmek zor olsa da, altın kelimesinin bütün zamanlar ve mekânlar için temsil ettiği ve çağrıştırdığı anlamları bir araya getirmek bizlere kolaylık sağlayabilir: Topraktan çıkarılanın en rağbet göreni, zenginliğin, gücün, ihtişamın ve başarının simgesi, iç (altın kalp) ve dış güzelliğin (altın oran) ifadesi, yarışmalarda zaferin sembolü (altın madalya), bir olgunun en başarılı olduğu dönem (altın çağ) ve niceleri… Altın, kimi zaman temsil ettiği bütün maddi ve manevi gücü arkasına alarak duygu dünyasına da hitap eder: Bazen aşkın ve sadakatin sergilenmesinin aracı, geleneğin ve kültürün maddi taşıyıcısı, mezar kazıcıların ve define avcılarının umudu olur; bazen her şeyin çok farklı olduğu bir geçmiş zamanı ya da henüz yaşanmamış mükemmel bir dünya özlemi ve idealini ifade eder.
Kimi zamansa altın, tarihin görgü tanığıdır ve hakikat için hazırda bekler: Dünyadaki altın rezervinin en çok bulunduğu coğrafyalarda kolonyal hırs ve arzuların nesnesi olarak karşımıza çıkarken, Türkiye’de de Ermeni define arayıcılarını, Ermeni ve Süryani toplumlarının tarihsel varlığını/yokluğunu, altın işleyen zanaatkârları ve bu zanaatın tarihini hatırlatır. Yakın tarihlere gelindiğinde ise altın, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde doğanın talan edilmesine yol açan siyanür yöntemiyle altın arayıcılığına karşı ekolojik mücadelenin ana temalarından biri olarak sahneye çıkar. Dolayısıyla altın, yerin altında filizlenen bir madene isim olmasının ötesinde toplumun kültürünü, anlam ve değerler dünyasını da içerisine alan koca bir tarihi peşinden sürükler. Bu koca tarihe dair bir fikir edinebilmek için altına bir geçmiş, bir gelecek ve bir bugün vermemiz, yani onu çoklu ve büyük bir hikâyenin içine yerleştirmemiz gerekiyor. Şu soruyla başlayabiliriz: Altın bir nesne olarak yaşadığımız/deneyimlediğimiz hayatla ve toplumsal tarihle nasıl ilişkilenir? Bu yazının cevap vermeye çalıştığı soru bu. Nesnemizin toplumsal tarihle ilişkisini anlamak için öncelikle geçmişin bilgisine başvurarak yola koyulalım o halde.
Tarihi “Altınla Kaplamak”
Herhangi bir nesneyi altınla kaplamak için yüzeyinin iyice temizlenmesi ve tüm kirlerden arındırılması gerekir. Bu bölümün, “tarihi altınla kaplamak” şeklinde başlıklandırılması da, altına dair hikâye kurgusunun resmi yazın ve kültürden arındırılmasının ve toplumsal tarihle kesiştiği noktaların ortaya konmasının önemli olduğunu vurgulamak içindir. Bu ansiklopedi çalışması kapsamında yer alan 100 nesne içerisinde altın gibi, Türkiye tarihi içerisinde hikâyesi hâlâ devam eden nesnelerin özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Çünkü nesneye dair serüvenin devam etmesi, o nesnenin hikâyesinin birbirinin içine yerleşen daha büyük bir hikâyeler dizisinin (bir ülkenin, bir uygarlığın, bir kentin, bir toplumsal grubun hikâyesi) alt örgülerinden biri olduğunu gösterir.
Latincede “parlayan şafak” anlamına gelen altını, tarih boyunca bu denli mükemmel kılan neydi? Uğruna savaşılan, varlığı, dünyanın ve uygarlıkların manzarasını ve yönünü değiştiren bu maden, eski zamanlarda kutsal ve ilahi olanla, doğaüstü güçler ve hatta ölümsüzlük ile ilişkilendirilmiş ve o zamandan bugüne asil bir malzeme olarak kabul edilmiştir. Altının asilliği, “doğada oldukça nadir halde bulunmasına, rengi ve parıltısının gözalıcı olmasına, havadan ve sudan etkilenmemesine ve parlaklığını yitirmemesi gibi özellikleriyle insanların ilgisini çeken ilk metal” (Küçük, 2007:11) olmasına dayandırılabilir. Bu özelliklerin yanı sıra eski uygarlıklarda altının, ilahi bir sembol olduğu ve manevi güç içerdiği yönündeki ön kabüller de onun, asil olarak sıfatlandırılmasına neden olmuş olabilir. Tam da bu noktada altının manevi gücünü vurgulayarak saf altının peşine düşen simyacıları anmadan geçmek olmaz. Simya geleneğine göre “altına kavuşmaya doğru giden her aşama simyacılığın mistik anlamda tamamlanmasının bir aşaması, ruhun ‘kurtuluşa’ doğru attığı bir adımdı” (Eliade, 2002: 100). Çünkü simyacılara göre “sıradan madenler cahil ruhlarla (sürekli karmaşa yaşayan, akışkan bir ruhsal-zihinsel yaşam) bir tutulur, oysa altın tamamıyla özgür bir ruha” özdeş sayılırdı (Eliade, 2002:100). Belki de altına dair bütün bu elle tutulan/tutulamayan özellikler nedeniyle çoğu medeniyet, altının sembolik işlevini benimsemiş, ona parasal bir değer kazandırmış ve hatta bazen ona tapmıştır.
Altının parasal değer kazanması, yani ödeme aracı haline gelmesi çok eski çağlara dayanır. Yüzyıllardan beri bir değişim aracı olan altının doğrudan para olarak kullanımı, 20. yüzyıla gelindiğinde sona ermiş ve altın, bir yatırım aracı olarak parayla alınıp satılır hale gelmiştir. Pierre Nora “altın, paranın tek hafızasıdır” derken (2006: 32), altının çağlar ötesinden bu zamana güvenilir bir yatırım aracı olma özelliğini korumasına ve paranın serüvenine tanıklık etmesine vurgu yapar. Ancak kapitalizmin gelişme süreci içerisinde altının spekülasyon aracı olması, onun üretim ve değerinde değişikliklere yol açmıştır (Küçük, 2007: 12).
Günümüzde altın ile para ilişkisindeki tezata ve altının sembolize ettiği gücün ve saygınlığın ulusal saygınlıkla eş tutulmasına dair haklı bir itirazda bulunan Bertrand Russel, itirazını şu cümlelerle ifade etmiştir:
Ulusal saygınlığın bir bölümünün hâlâ gerçek altına dayandırılması, hiç şüphesiz, barbarlık çağı kalıntılarından biridir. Bir ülkede özel iş ilişkilerinde altın kullanma usulü çoktan tarihe karışmıştır. Birinci Dünya Savaşından önce hâlâ küçük miktarlarda altın kullanılıyordu, ama Birinci Dünya Savaş ından sonra doğmuş olanlar arasında altın sikkenin yüzünü bile görmüş kimse hemen hemen hiç kalmamıştır. Buna rağmen, sihirli gücünü nerden aldığı bilinmeyen bir hokus-pokus yüzünden, her bireyin malî durumunun sağlamlığının, o kimsenin ülkesindeki merkez bankasında bulunan altın istifine bağlı bulunduğu varsayılır (1997: 59).
Merkez bankaları, kuruluş amaçları gereği altın ve döviz rezervlerini saklamak ve yönetmekle yükümlüdür. Dolayısıyla her ülkenin merkez bankası, adına “uluslararası rezerv” dedikleri altın ve döviz stoğuna sahiptir. Bu rezervler, yurt içinde ve yurt dışında oluşabilecek ani finansal değişimlere karşı ekonomiyi dayanıklı hale getirmek ve ekonominin sıkıntıya girdiği hallerde kullanılmak üzere biriktirilmiş tasarruflar olarak düşünülebilir. Gelişmiş ülkelerin kendi paraları, “rezerv para” (dünya ticaretinde geçerli para birimi) olduğu için parasal rezerv tutmazlar ve altını, rezerv olarak tercih ederler. Gelişme yolundaki ülkelerin ve ekonomilerin parası ise dünya ticaretinde kullanılmadığı için, yani rezerv para olmadığı için ekonomik sıkıntı zamanlarında dövizi kullanırlar (Eğilmez, 2012). Gelişmiş ülkelerin altın rezervlerinin yüksek olması “geçmişte kâğıt parayı altın karşılığında basmalarından dolayı ellerinde biriken altın stoğu” sayesindedir (Eğilmez, 2012). Ancak 1990’lı yıllara gelindiğinde gelişmiş ülkelerin merkez bankaları, ellerindeki altınları nakide çevirirken zarar etmeye başlayınca, altın stoğunun yani istiflenen hazinenin fazla oluşu, “piyasalar üzerinde dolaşan bir karabulut” şeklinde tasvir edilmiştir (Bernstein, 2007: 300). Görüleceği üzere altın madeni, bir zamanlar ülkelerin merkez bankalarının ekonomik güçlerinin göstergesi iken bugün gücünü yitirmiş ve artık merkez bankalarının, sabit döviz kurlarının ve finans işlemlerinin merkezinde yer almaz olmuştur. Dolayısıyla merkez bankalarının altın ile ilgili öyküsü, altının evrensel bir para birimi olarak tarihsel rolünün de sonuna gelindiğini gösterir. Bu tarihsel rolün başladığı noktada bitmesine değinen Russel (1997), altının, yerin altından üstüne çıkarılmasından başlayıp para değerinin ifadesi olarak merkez bankalarının kasasına konulmasına kadar geçirdiği tüm süreci şöyle değerlendirmişti:
Herkes tarafından yararlı diye kabul edilegelen uğraşılar içinde hemen hemen en saçması altın çıkarma işidir. Altın Güney Afrika’da yeraltından çıkarılır, hırsızlığa ve kazaya karşı sınırsız önlemler alınarak Londra’ya, Paris’e ya da New York’a taşınır ve bu şehirlerde yine yerin altındaki, çelikten banka kasalarına saklanır. Böyle yapılacağına, Güney Afrika’da yerin altında bırakılsa hiç birşey değişmeyecekti.
Türkiye’den “Altına Hücum” Hikâyeleri
Altının yerin altından yerin üstüne çıkarılmasından ve küresel kolonyal süreçten bahsetmişken, gösterime girdiği tarih ve konu itibariyle, dünya sinemasında özel ve öncü bir yeri olan The Gold Rush (Altına Hücum) filmini anmadan geçmek olmaz. 1925 yılında çekilen bu filmin yönetmeni, senaristi, yapımcısı ve başrol oyuncusu Charlie Chaplin’dir. Dünya sinema tarihi içerisinde kült bir yapım olan bu film, 1848 yılında Amerika’da küçük bir kasaba olan California’daki altına hücum dönemini merkezine alır ve o altın arayış zamanlarında yaşanan sıkıntıları ve açgözlülüğü konu edinir.
Türkiye sineması tarihi içerisinde de altın temalı filmlerle sayısız defa karşılaşmışızdır. Bu filmler arasında en klasikleşmiş olanları, 1974 yılında çekilen Salak Milyoner ve devam filmi olan Köyden İndim Şehire’dir.
Yönetmenliğini Ertem Eğilmez’in yaptığı bu iki filmde Kayseri ve genel olarak Anadolu insanının tipik şark kurnazlığı, açgözlülüğü ve düzenbazlığı konu edilir. Köyden İndim Şehire adlı film, Kayserili kardeşlerin bir küp altın bulduktan sonra birbirlerine olan güvensizliklerini, altınların getireceği müreffeh hayatın onları nasıl cezbettiğini ve bencilleştirdiğini alaycı bir dille ele alır ve izleyiciyi güldürerek düşünmeye davet eder. Bu yönüyle filmin alt metninin, inceden inceye toplum ve düzen eleştirisi olduğu söylenebilir.
Yukarıdaki görsel, bu filmden akıllarda kalan sahnelerden birine ait. Eminim filmi izlemiş olan okurlar, bu resme bakınca, dört kardeşten en büyüğü olan Himmet’in şiveli altın sayma girişimini ve bu girişimin hüsranla sonuçlandığinda nasıl küplere bindiğini duyar gibidir: “… dohuz bin dohuz yüz dohsan iki, dohuz bin dohuz yüz dohsan üççç! Bak görüyonuz mu; heç biriniz gonuşmayınca şaşırmadan sayıyom! Bir! İki!”
Bu iki filmde, bir küp altının yerin altından çıkarılma hikâyesini eğlenerek izlerken, Türkiye’de sinema ve kurgu dünyası dışında kalan gerçek define arayıcılığıyla ilgili hikâyelerin acı olaylarla örülü olduğunu görürüz. Bu define arama hikâyeleri bizi, neredeyse bir asrı geride bırakacak olan 1915 Ermeni soykırımına götürür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi, inşa halindeki Türk kimliğinin varlığını güvence altına almayı ve gelişmesine katkıda bulunmayı amaçlamıştı. Dolayısıyla “Büyük Felaket” olarak adlandırılan 1915 yılı, bu kurucu ideolojinin Türkiye’deki Ermenilere karşı kitlesel zorbalığa ve toplu katliama dönüştürüldüğü, Ermenilerin kitlesel olarak köksüzleştirildiği, varlıklarının çeşitli şiddet yöntemleriyle (katliam, tehcir, etnik temizlik) ortadan kaldırıldığı bir dönemin başlangıcıydı. Başlangıçtı; çünkü, 1915 yılındaki soykırım sonrasında Ermenilerin bütün mallarına ve mülklerine el konulmuş, Ermeni varlığı ekonomik anlamda da ortadan kaldırılmış ve böylelikle ekonominin Türkleştirilmesi aşamasına geçilmişti.
Türkiye’de her kentin, kasabanın, köyün bir Ermeni hikâyesi vardır; çünkü, Ermeniler 1915 öncesinde Türkiye’nin hemen hemen bütün kentlerinde varlıklarını sürdürmüşlerdi. Çoğu zaman Ermeni komşuların varlığı, çalışkanlığı ve üretkenliği ile başlayan bu hikâyeler her ne kadar insancıl, övgü ve özlem dolu cümlelerle ifade edilse de Ermeni malları ve define merakı hiç bitmemişti. Bu durumu Nalcı (2013), şu cümleyle ifade eder: “Nerede bir Ermeni’nin yaşadığı iddia ediliyorsa orada kazı yapılmıştır mutlaka Türkiye’de.” Genellikle bu kazılar, gizli saklı bazı anlatılara dayalı efsanelerle başlıyor, haritalara ulaşmak, işaretli kaya aramak ve Ermeni kültürel mirasının, yani kiliselerin ve manastırların altını üstüne getirmek şeklinde ilerliyordu. Define peşinde olanlarla çok sık karşılaşanlardan biri de Hrant Dink’ti ve 17 Haziran 2001’de Trabzon’da yaptığı bir konuşmada olanlarla ilgili bir deneyimini şöyle aktarmıştı:
Bana İstanbul’dan, Anadolu’dan epeyce insan gelir. Gazeteye gelir, elinde bir tane kağıt. Ürkerek uzatır, “Abi şuna bir baksana burada ne yazıyor?” Açarım, “Define mi arıyorsun dayı?” derim. Ermenice harfler var içinde. Gidecek, Anadolu’da define arayacak. Aksaray’da kahvesi var, borsası var define haritalarının, Ermeni haritalarının. Her gün taksi plakası gibi fiyatları artar onların. Var, doğrudur çok define var orada. Onu da iyi biliyorum. Ama asıl define toprağın üstündekilerdi. Asıl define onlardı, insanlardı.
Hrant Dink, “asıl definenin” insan olduğunu belirtmişti. “Borsa” diye tanımladığı define haritaları ve eline kazma kürek alarak define peşine düşenler gün geçtikçe arttığından olsa gerek, bu sefer “Define Tarifi” adlı bir yazı yazarak gerçek definenin ne olduğunu Agos’ta ayrıntılarıyla anlatır:
Yerin altında Ermeni definesi arayanlar, yer üstündeki Ermeni definesinin ne kadar farkında oldular? Yaşanmışlıklar hiç de farkında olmadıklarını gösteriyor. Yerin üstündeki definenin gerçek kaynağı, göçürülmekten kurtulan ve kendi topraklarında kalabilen insanlardı elbet. Kalanlar ve onların çocukları, dayanabildikleri kadarıyla Anadolu’da yaşamlarını sürdürdüler. Ama ne yazık ki bunların da değeri bilinmedi. Okulları, kiliseleri ellerinden alındı. Zamanla, önce İstanbul’a ardından da tüm yeryüzüne aktılar. Bugün artık Anadolu’da o denli tek tükler ki, ya varlar ya yoklar. Onların üretip de toprağın üzerine ektikleriydi asıl define (Dink, 2000).
Hrant Dink yerin altındaki değil üstündeki Ermeni definesinin farkında olmayanları belirtmişti. Bu define hikâyelerinin en acı ve vahim tarafı, Ermenilerin varlığıyla ilgili akla ilk gelenin, onların malı, mülkü ve altınları olmasıydı. Ayrıca define/hazine arayıcılarının, kendi efsanevi gerçekliklerine uyarak hareket etmeleri, zaten harap halde olan kilise ve manastır gibi Ermeni kültürel mirasının da yok edilmesine neden oluyor. Kimi durumlarda devletin resmi makamlarının ruhsatlı izin vererek bu kazılara göz yumduğu biliniyor. Nalcı (2003) bunun, devletin bu coğrafyada Ermeni varlığının izlerini yok etmek için vatandaşına verdiği bir “resmi rıza” ve “yağma ruhsatı” olduğunu belirtiyor.
Ermenilerden bahsedildiğinde akla altın ve define gelmesinin bir başka sebebi, Türkiye’deki zanaatların çoğunda olduğu gibi altın işlemeciliği zanaatında ve kuyum ticaretinde Ermeni zanaatkârların, Süryanilerle birlikte öncü olmalarıdır. Bu zanaatın bugüne gelmesinin en önemli nedeni, Süryanilerin sayıca az da kalsalar, bu ülkede varlıklarını sürdürebilmesine ve Mardin ve İstanbul’da hâlâ bu zanaatla uğraşan Süryani ustalarının olmasına bağlıdır. Osmanlı döneminden itibaren kuyum ticaretini ve altın işleme zanaatini ellerinde bulunduran Ermeni ve Süryani zanaatkârlar, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi içerisinde yoğun devlet şiddetiyle beraber yaşanan sosyo-politik süreçlerden (1895 Abdülhamit dönemi katliamları, 1915 Ermeni-Süryani soykırımı, 1942 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 Olayları, 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Operasyonu) ve dönüşümlerden etkilenmiş ve bu zanaat çözülmeye yüz tutmuştur (Tosun, 2018). Türkiye’nin birçok kentinde kuyumcu dükkânlarının vitrinlerinde bu zanaatın ürün ve çeşitlerini görmekse hâlâ mümkündür. Mardin’de ve özellikle kentin Midyat ilçesinde altın işleme, sayıları gittikçe azalan Süryani ustalar tarafından, İstanbul Kapalıçarşı’da da Ermeni ve Süryani ustalarca devam ettirilmektedir.
Altına sahip olma tutkusuyla toprağı kazmanın hafızalarda yer edinen bir başka hikâyesi, ona ulaşmak için mezarların dahi kazılmasıdır. Mezar kazıcılarının toprağın altında bulmak istedikleri, genellikle ölmüş insanların altın dişleridir ve mezar kazma olayları birer adli vaka olarak gündeme gelir. Eski zamanlarda “altın gülümseme” olarak bilinen altın diş modası, Türkiye’de bir dönem oldukça yaygındı. Kimi zaman bir gösteriş aracı olarak sosyal statüyü temsil ettiği, yatırım olarak görüldüğü söyleniyor, kimi zaman ise sağlamlığı, uzun ömürlü oluşu ve estetik olarak güzel bulunuşu nedeniyle tercih edildiği belirtiliyordu.
Altın diş ile ilgili hafızamızı tekrar yokladığımızda Romanlar tarafından oldukça yaygın bir şekilde kullanıldığını hemen hatırlayıveririz. Çünkü altın, Romanlar için ölümsüzlüğü sembolize etmektedir ve mistik anlamlar taşır (Berger, 2000: 77-78). Romanlar, altın diş takarak bir yanıyla bu mistik anlamın sürdürülmesine aracılık ederler. Romanların altın diş ile ilgili ilişkisine örnek teşkil etmesi bakımından Kocaeli Romanlarının incelendiği bir araştırmadaki bulgular ilgi çekicidir. Bu araştırmada Romanlara, çocukların diş çıkarma töreninde neler söyledikleri/yaptıkları sorulur ve şu şekilde cevaplar alınır: “Karga karga al bunu bana altın diş ver” denir, “Altın dişi olur inşallah” denir ve uygun bir yere fırlatılır, “Altın dişi olsun özgür olsun” denir, fırlatılır” (Polat, 2015: 54). Bu alıntılardan da anlaşılacağı üzere Romanlar için altın diş, arzulanan, dilek edilen bir nesne olarak öncelik taşır.
Ermeni define arayıcılığı, altın işleme/kuyum zanaatının çözülüşü ve altın dişe ulaşma tutkusu dışında Türkiye’deki “altına hücum” hamlelerinden bir diğeri ise altın üretimi için siyanürün kullanılmasıdır. Siyanürleme yöntemiyle altın çıkarma işlemi Türkiye’de 1989-90 yıllarında ilk defa Bergama’nın köylerinde uygulanmaya başlandı. 1990’lı yılların başlarından itibaren haberlerde Bergama köylülerinin siyanürleme yöntemiyle altın aramaya karşı başlatmış oldukları ekolojik ve toplumsal mücadele geniş yer kapladı. Türkiye’nin yakın tarihi açısından oldukça önemli olan ve kadınların en önde olduğu Bergama köylü mücadelesi/direnişi, 90’lı yılların başlarında filizlenmiş ve 2000’li yılların ortasına kadar devam etmiştir. Bergama köylüleri, özellikle örgütlenme biçimleriyle tarihinin, belki de en dikkat çekici toplumsal karşı çıkışlarından birisini hayata geçirmişlerdi. Mücadeleleri uzun yıllar boyunca süren köylüler, oldukça geniş bir eylem repertuvarı sergiledi. Bunlar arasında en akılda kalanları ise şöyleydi: Nüfus sayımına katılmama, referandum, yarı çıplak yürüyüşler, maden işgali, Boğaz Köprüsü’ne zincirlenerek trafiği kilitleme (İnce, 2014).
Bergama’da başlayan siyanür yöntemiyle altın çıkarma, Türkiye’de yaygın biçimde uygulanmaya devam etmiştir. Geri dönüşü olmayan çevre felaketlerine sebep olan bu yöntemin kullanımı ve yıkıcı etkileri ise ne yazık ki hâlâ devam etmekedir. Siyanür kullanımı sonucunda oluşan çevre felaketinin boyutlarını gözle görmek mümkün. Ancak bu felaketin bir de görünmeyen boyutu var: “Cehennem çukuru” denilen siyanürlü atık havuzları, suya ve toprağa karışarak canlı çeşitliliğini ve insan sağlığını ciddi anlamda tehdit ediyor.
Ülke genelinde siyanür yöntemiyle altın aramanın iyice yaygınlaşmasıyla, toprağı ve suyu siyanürle zehirleyen çok uluslu şirketlere karşı Bergama köylülerinin başlattığı mücadeleden bugünlere başka kentlerde, ilçelerde ve köylerde bu mücadelenin devam ettiğini görüyoruz. Bu mücadele kapsamındaki protestolarda açılan pankartlardan en ilgi çekici olanı ise “ALTIN’CI FİLO DEFOL” pankartıydı; çünkü, altına karşı mücadele için revize edilen bu pankartın Türkiye’nin toplumsal mücadele tarihinde oldukça önemli bir yeri vardı. 15 Temmuz 1968 tarihinde dönemin gençlik hareketi, Dolmabahçe’ye demirleyen ABD 6. Filosu’na karşı düzenlenen protesto eylemlerinde “6. FİLO DEFOL”, sloganıyla öne çıkmıştır.
60’lı yılların sonunda 68 sol öğrenci gençlik haretketinin, Amerikan 6. Filosu’na tepki olarak kullandığı “6. Filo defol” sloganına gönderme yapan “Altın’cı filo defol” dövizi, altına karşı toplumsal ve ekolojik mücadelenin sembolü haline gelmiştir.
Altınla Karşılaşmalarımız
Altınla kurulan ilişkiyi makro dünyalar üzerinden anlamaya çalıştığımzda sömürgecilik, çevresel yağma, talan ve şiddetle karşılaşıyoruz. Peki ya mikro ölçekte? Hayatlarımızda altınla nasıl karşılaşıyoruz? Geleneklerin her geçen gün yok olduğu bir dönemde, altın bizim için hâlâ bir önem taşıyor mu?
Kuyumculuğun ve mücevherat sanayinin vazgeçilmez metali olan altınla benim ilk tanışmam, 2-3 yaşlarındayken annemin el yordamıyla kulaklarımda açmış olduğu deliğe taktığı minik sallantılı küpelerle oldu. Sanırım o dönemler, bugüne nazaran bebeklere/ çocuklara altın hediyeler (top altın küpeler, isim yazılı künye, nazarlık) alınması çok daha yaygındı. Altının taşıdığı anlamla ilk karşılaşma anım ise, belki de çoğunuz gibi, çocuklukta götürüldüğüm düğünlerde gerçekleşti. Düğünlerde bir ritüel olarak takı merasimine geçildiğinde duyulan o yüksek volümlü heyecan dolu anonslar, altın takılan kişiye değil; altının kendisineydi:
– Gelinin dayısından beşi bir yerde!
– Damadın babasından geline beş burma bilezik!
Düğünlerde anonsu yapılan bu altın takılar, genellikle geline takılıyordu; ancak, bunların takılma amacı, hediyeden çok; kocanın ailesinin şanı yürüsün diyedir. Düğünde kadına takılan takıların ayarı, miktarı ve gramajı, ona verilen “değerin” de bir göstergesidir ve kadınların bu şekilde, altın üzerinden birbirleriyle rekabetinin de önü açılır (Erbay, 2009). Dolayısıyla düğünler gibi, geçmişin değer ve geleneklerinden bağımsız olmayan törenlerin ve bu törenlerde kadınlara takılan altınların patriyalkal bir seremoni olarak kendisini yeniden ürettiğine tanıklık ederiz.
Yine düğünlerde takılan bu altınlar, “ailenin ilk sermayesi” olarak kadınlara “emanet” edilir ve kadınlar bu metalin koruyucusu ve kasası olarak görevlendirilir. Ancak bu korunan altınlara/aile sermayesine her an, erkekler tarafından el konulabilir ya da bir şekilde ihtiyaç bahanesiyle erkeğe geri dönebilir (Erbay, 2009). Düğündeki bu takı merasimi, özenle kamera ile kayıt altına alınır. Kamera kaydının, özellikle bu bölümünün düğün sahipleri tarafından alacak-verecek hesabı için defalarca izleniyor olduğunu tahmin etmek ise zor değildir. Çünkü bu merasimin kendi içerisinde bir kuralı vardır: Her kim, ne taktıysa aynısı, verilecek gün için akılda tutulmalıdır.
Altın, gündelik hayat içerisinde “altın günü” adıyla kadınların sosyalleşmesinin de bir aracıdır. “Altın günü” toplaşmaları, altının bir birikim aracı olarak kadınlar eliyle dolaştırıldığı ve kadınlar tarafından bir “hayat güvencesi” olarak kenara koyulduğu zamanlardır. Kadınların yatırım ve birikim aracı olarak altınla daha yakın ilişki kurması “emanet” edilmeden, kendi inisiyatifiyle istediği an ve istediği şekilde kullanabileceği bir ekonomik alan yaratmasıyla açıklanabilir.
Yakın zamanlarda popülerleşen “Altın Gün” adlı, Türkiyelilerden ve Hollandalılardan oluşan müzik grubunun sahip olduğu bu isim, oldukça tesadüfi bir şekilde altın günü konseptini çağrıştırmakta. Bu müzik grubunun repertuvarındaki şarkılar, Türkiye’deki klasikleşmiş eserlerden oluşuyor ve grup, bu eserleri yeniden yorumlayıp aktarıyor. Altın Gün grubunun müziğine olan bu ilginin sebebi, dinleyicilerin geçmiş zamanlarda yaratılan bu eserler yoluyla kendi içlerinde romantik ve nostaljik bir yolculuğa çıkmalarında yatıyor.(Bantmag)
Türkiye tarihi içerisinde altınla bir diğer karşılaşma biçimimiz de, özellikle ekonomik kriz dönemlerinde devletin vatandaşlarının “yastık altı altınlarına” göz diktiği ve bu yastıkların sahibi genellikle kadınlar olduğu için onlara çağrı yaptığı durumlardır. Özellikle yakın zamanda AKP hükümeti tarafından “yastık altı altınların ekonomiye kazandırılması” şeklinde bir politika ile yurttaşlara çağrıda bulunulmasına tanıklık ediyoruz. Bu sefer, altınların kadınlara devletin “emaneti” olduğu, devletin her an bu altınlar üzerinde tasarruf hakkı iddia edebileceği veya yastık altında tutulan bu altınların ekonomiyi batırdığı ve kurtarıcının da yine bu altınlar olacağı ilan ediliyor. Gerçekte ise yastık altında tutulan altınlar, kadınların erkeklere ve devlete güvenmediğini, kendi güvencesinin yine kendisi olduğunu gösteriyor.
Türkiye tarihi içerisinde biraz daha geriye doğru gezintiye çıktığımızda altın ile ilgili bambaşka bir hikâyeyle karşılaşıyoruz: Alyans kampanyası/devrim yüzükleri. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından ekonomiyi düzlüğe çıkarma adı altında “Alyans Kampanyası” başlatıldı. Kampanyanın amacı “sabık idarenin mali bünyemizde bırakmış olduğu derin boşlukların kapatılması ve Devlet Hazinesi’ndeki altın stokunun takviyesi” olarak açıklanmıştı (İnci & Aslan, 2021). Halktan toplanan altın alyansların karşılığında sembolik olarak metal alyanslar verilmiş ve bu metal halkalara da “devrim yüzükleri” denilmiştir. Bu kampanya ile vatandaş tarafından ağırlıklı olarak alyans bağışı yapılmış olsa da, para ve muhtelif ziynet eşyalarının yanında altın diş, işçilerin mesaileri, fabrika sahiplerinin makinalarının geliri, şehir sinemalarının bir günlük hasılatı, hamam hasılatı gibi pek çok farklı bağış da söz konusu olmuştur (İnci & Aslan, 2021). Toplanan bu bağışların ne şekilde kullanıldığına dair resmi belgeler bulunmadığı için kampanyanın sonu hakkında net bir bilgi aktarılmamış. Ancak 27 Mayıs sürecini kitaplaştıran Karakoyunlu (2004), ordunun halktan topladığı bu alyanslarla “Ankara’da Yahya Kemal Caddesi’nde, İstanbul’da da Zincirlikuyu’da 4 binin üzerinde ev” yapıldığı, bu evlerin 27 Mayıs’tan sonra emekliye sevk edilen ihtilalci subaylara, 20 yılda ödenmek üzere yıllık 2-3’lük faizle verildiğini” ifade etmiş ve bu evlerin inşa edildiği yerlerin de “Alyans Mahallesi” adıyla anıldığını eklemiştir. Alyans kampanyası, belirsizlik ve korku zamanlarında altın biriktirme güdüsünün kimlerin aracılığıyla ve ne şekillerde ortaya çıkabildiğine dair önemli bir örnek teşkil eder.
Bernstein, “insanlık tarihi boyunca başka hiçbir nesnenin böylesine uzun bir süre bu kadar yüceltilmemiş” (2007: 301) olduğunu vurgulamakla oldukça haklıydı. Çünkü yüzyıllar boyunca güç, görkem, güzellik, güvenlik, hatta ölümsüzlük tutkusunu harekete geçiren altın, kimi zaman yaşamın belirsizliklerine karşı bir korunma aracı kimi zamansa sonsuzluk arayışının simgesi olmuştur. Altının, yani asırlar boyu maddi ve manevi açıdan değerini, rengini ve parıltısını koruyan bu nesnenin hafızada kapladığı yer, doğal olarak büyük olmuştur. O nedenle, bu ışıltılı sarı metalin gücü ve yarattığı tutku ile ilgili yazmayı sonlandırmak oldukça zor. Ancak yönelteceğim soru ve bu soruya verdiğim cevap umarım buna yardımcı olur.
Altının zamandaki yolculuğu bize ne anlatır? Altın, milyonlarca yılda oluşan ve tüketildiğinde yerine konulamayan, oluşumunda hiç kimsenin emeği ve katkısı olmayan, doğanın insanlara sunduğu ortak bir değer. Ancak dünya tarihi boyunca finans ve savaş alanını yönlendiren bir ihtiras ikonu olan altın metalinin serüveni, toplumları, doğayı, ekolojik dengeyi ve dolayısıyla bireysel hayatlarımızı riske atan ve hatta çoğu zaman riskin felakete evrildiği olaylarla doludur. Dolayısıyla sizlere yönelteceğim en önemli soru şu: Kamusal/toplumsal anlamda faydası olmayan, insanlık için hiç de masum olmayan ve üretimden ziyade tüketim alanlarında kullanılan altının mı yoksa toprağın, suyun ve soluduğumuz havanın altından daha değerli olduğunu haykıran kadınların, köylülerin ve halkların mı yanında olmalı?
Berger, H. (2000). Çingene Mitolojisi. M.Y. Sağlam (Çev.). Ankara: Ayraç.
Bernstein, P.L. (2007). Altının Gücü. İstanbul: Scala.
Dink, H. (2000, Şubat 18). Define Tarifi. Agos.
https://hrantdink.org/tr/duyurular/3198-define-avcilarina-duyurulur
Eğilmez, M. (2012). https://www.mahfiegilmez.com/2012/03/doviz-ve-altn-rezervleri-ne-ise-yarar.html
Eliade, M. (2002). Babil Simyası ve Kozmolojisi. İstanbul: Kabalcı.
Erbay, H. (2009, Temmuz-Aralık). Kadın ve Günahkar Metal Altın. https://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/2dc354827cad072_ek.pdf?dergi=HABER%20B%DCLTEN%DD
Eskiye Özlem: Altın Gün. (t.y.). Bantmag. https://bantmag.com/dergi/no-58/eskiye-ozlem-altin-gun/
İnce, E. (2014). Bergama altın madeni direnişi. Bianet. https://bianet.org/bianet/siyaset/160766-bergama-altin-madeni-direnisi-topragin-bekcileri
İnci, İ. & Aslan, K. (2021). 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi Sonrası Alyans Kampanyası. Tarih İncelemeleri Dergisi, XXXVI/1, 163-186. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1892468
Karakoyunlu, Y. (2004). Yorgun Mayıs Kısrakları. İstanbul: Doğan.
Küçük, C. (2007). Siyanürle Liç Yöntemiyle Cevherden Altın Kazanımı, Çevresel Sorunlar ve Türkiye Örnekleri (Türkiye Açısından Altın Üretimi), (Yüksek Lisans Tezi). İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi.
Nalcı, A. (2013). Şu Bizim Bitmeyen Altınlarımız. T24
Nora, P. (2006). Hafıza Mekanları. İstanbul: Dost.
Polat, E.A. (2015). Kocaeli Romanlarında (Akçakayran, Kozluk, Serdar, Tavşantepe) Geçiş Dönemleri (Doğum-Evlenme-Ölüm), (Yüksek Lisans Tezi). Kocaeli Üniversitesi.
Russell, B. (1997). Aylaklığa Övgü. M Ergin (Çev.). İstanbul: Cem.
Tosun, M. (2018). Dissolution of Craft in The Context of Ethnicity, Gender and Class: Gold and Silversmithing in Mardin and Trabzon, Turkey, (Doktora Tezi). Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi.
Kapak Görseli: Ermeni altın işleme zanaatından bir örnek-Altın Hasır Örgü Bileklik ve Kolye-Mardin. Kaynak: Fotoğraf / © Mehtap Tosun