ÇADIR
ALİ EKBER DOĞAN

İÇERİK

Giriş

TDK Sözlüğünde “Keçe, deri, kıl dokuma, sık dokunmuş kalın bez veya plastik maddelerden yapılarak direklerle tutturulan, taşınabilir barınak” diye tanımlanan çadır, tarım ve bahçecilikten ziyade hayvancılıkla geçinen ve çoğunlukla kolektif farklılık/özerkliklerine düşkün ve dayandıkları görece1 eşitlikçi sosyal ilişkileri korumaya çalışan göçebe toplulukların, geçici konaklama yerlerindeki daimi yuvalarıdır.

Bu çalışmada “çadır”ı; göçebeliğin sürekliliği, ortadan kaldırılma çabaları ve de günümüz dünyasındaki farklı kullanım biçimleriyle insanların yaşamda tutunabilmek, mücadele etmek ve eğlenmek için kurduğu veya kullandığı bir nesne olması eksenlerinde ele alacağım.

Bu esnada da cumhuriyet tarihinin farklı dönemlerinde yaşanan kimi olaylara değinecek, bunların yakından ilişkili olduğu sosyal gerçekliklere dair eleştirel değerlendirmeler yapacağım.

Çadır nesnesinin yüz yıllık serüvenini anlatmaya yerleşik toplulukların ortaya çıkıp sınıflılaşıp devletleşmesiyle çadırda yaşayan görece eşitlikçi topluluklar arasındaki çatışmayı anlatarak bir tarihsel arka plan kuracağım. Kısaca göçebeliğin bin yıllara yayılan var kalma mücadelesinden bahsettikten sonra da Türkiye’nin son 100 yılında çadır nesnesiyle içsel ilişki içindeki sosyal grup ve sınıfların başından nelerin geçtiğini anlatmaya çalışacağım.

Baker Ticarethanesi kataloğundan: “çadır ve siperlik çadır”, 1911. Kaynak: Salt Araştırma, Monograflar Koleksiyonu / AMN156 []

Çadırda Yaşamak versus Yerleşmek

Görece eşitlikçi ilişkilerin sürdüğü neolitik köyler de yok muydu diye sorulabilir. Binlerce yıl böylesi köyler de oldu; fakat, göçebelik ve yarı-göçebelik aynı zamanda kadim yaşam kültürlerini sürdürmenin daha kolay bir yoluydu. Sınırlı sayıdaki nehirlerin çeperlerinde sürdürülebilir olan tarım ve bahçecilikse yeryüzünün çok daha geniş yerlerinde zorluklarla dolu bir geçim ve yaşam tarzı olarak gelişti. Tarihi M.Ö. 4.000-5.000 yılına kadar giden tahta ya da tunçtan yapılan sabanların çok daha sağlam olan demirden yapılmasıyla geçilen bir çağ olarak tanımlanan Demir Çağı’na (M.Ö. 2000) kadar toprağı yenilemek ve işlemek çok sınırlı yerlerde –büyük nehirlerin getirdiği alüvyonlu toprakların toplandığı, delta-haliç ve bataklık kenarlarında– mümkündü. Bu tarihten sonra tarım nehir kenarlarının çevresine doğru biraz daha geniş bir alana yayılsa da yorucu ve yıpratıcı bir iş olmaya devam etti. Tek avantajlı yanı, çocuk bakımını kolaylaştırıp doğanların hayatta kalma olasılığını yükseltmesi, yani topluluk nüfusunu arttırması gibi gözükmektedir.

Yerleşik hayat üremeyi ve çocuk bakımını kolaylaştırdığı için nüfus artışına yol açsa da toprak-su vb. tarımsal üretim kaynaklarının sınırlılığı, kuraklık, don, yanma, çekirge, böcek istilası, bulaşıcı hastalıkların yanısıra kıtlığa, ölüme ve nüfus baskısına, köy toplulukları arasında sıklıkla yaşanan çatışmalara yol açtığı için barbarlık çağı olarak adlandırılmaktadır. Nüfus artışı aynı zamanda topluluk ve üretim dengesini kısa süre içinde en fazla 1 yıllık ve ihtiyacı kadar üretebilir konuma getirdiği için de sürekli istikrarsızlık ve çatışmaya açıktır. Bütün bunlar sonucunda avcı-toplayıcı veya göçebe toplumlarda yaş ortalaması 30 civarındayken, neolitik köylerde 25’e iner. Aynı zamanda neolitik dönemden kalan insan iskeletlerinde şiddete maruz kalarak öldüklerine dair çok sayıda bulguya rastlanmıştır (Faulkner, 2015).

Göçebeliğin Direnişi ve Yerleşiklik

Çadırların yerleşik hayata geçmekten kaçınan, eşitlikçi ve görece barış içindeki toplulukların yuvası olduğunu söylemiştik. Bu toplulukların tarımla uğraşan yerleşik toplulukların zamanla artan işgücü ihtiyacını karşılamak için köle ya da yarı-köleleştirilerek göçebe yaşamdan kopartıldıklarını Antik Mısır ve Mezopotamya’daki köleci tarım toplumlarının gelişim tarihinden biliyoruz. Avrupa’da M.Ö. 1500’e, Afrika’da çok daha geç zamanlara kadar avcılık ve toplayıcılıktan vazgeçilmemiş olması da gösteriyor ki, tarım ve yerleşik hayat insan topluluklarının gönüllü ve bilinçli bir tercihi olmaktan ziyade iklim koşulları, coğrafi konum ve askeri tahakküm gibi çok çeşitli faktörlerin zorlamasıyla yaygınlaşan bir olgudur.

Sınıflaşma ile eşitsiz sosyal ilişkilerden kaçınan göçebeler, kan bağı veya akrabalığa dayalı kadim düzenlerini sürdürmek isteyen topluluklardır. Kendi içlerinde ve birbirleriyle barış içinde olmalarını sağlayan ilişkiler geliştirmiş olsalar da kendilerini köleci/sömürgeci yerleşik sınıflı toplumların yağmalarından ve köleleştirme saldırılarından korumak için yarı savaşçı nitelikteki aşiret veya aşiret konfederasyonları şeklinde örgütlenmiş yapılardan bahsediyorum. Aşiretler, kan ve akrabalığa dayansa da konfederasyonlar ortak bir atanın ve inançsal yoldaşlığın –bilge bir din adamı, inanç sistemi, bu sistemleri yeniden üreten merkez/ocaklar, kültler– oluşturduğu bir kutsanmış birliktir. Göçebelik, yarı göçebeliğe döndükten sonra konfederasyon ağının parçalarındaki aşiret topluluklarının ortak ataları, inanç sistematiği ve şeriatları (yolları) farklılaşabilir; fakat, asıl dinamik olan barış ve işbirliği sürebilir ve topluluklar kendini eski konfederasyon bütününün adıyla x, y, z aşireti diye adlandırmaya devam edebilir.

Kıl Çadır/Yörük Çadırı ve Toroslar

Osmanoğulları da konar-göçer yaşam tarzına sahip bir topluluk olmasına karşın, Bursa’yı ele geçirmesinden itibaren Bizans’ın yerine yerleşik toplumların devleti olma yoluna girmiştir. Zaman içinde de vergisi ve askerini esas olarak büyük oranda tarıma dayalı yerleşimlerden alan bir sisteme dayanmıştır. Bunun içerdiği yetersizlikler ise Roma tipi bir imparatorluk mekanizmasını işletmesini sağlayan fetih-yağma-haraçlar sayesinde kapatılmıştır. Doğudan Türkmen toplulukları geldikçe onları Balkanlara yerleştirirken; Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasındaki Yörük, Türkmen, Kürt nüfusunun önemli bir kısmı da Anadolu’nun çeperleri sayılabilecek Ege-Akdeniz kıyılarında, Kayseri’nin doğusu ve Kilikya’nın güneyinde devlete vergi ve asker vermeden konar-göçer hayatlarına devam etmişlerdir.

Cumhuriyet tarihinde çadırın hikâyesini anlatmaya, Anadolu coğrafyasında özellikle Teke Yarımadası’ndan başlayıp devamında Bitlis Dağları’na-Malatya’dan kıvrılarak Erzincan’a doğru uzanan Toros-Anti-Toros dağ sıralarının orman, vadi ve yaylalarında yaşayan göçebe-yarı göçebe toplulukların Osmanlı’nın sonlarından itibaren yerleşik hayata geçmeye zorlanması politikasında süreklilik ve kopuşlarla başlamayı düşünüyorum. Kimi yerlerinde derin nehir vadileri ve uçurumlarıyla doğudan batıya geçit vermez kesintiler içerse de Suavi Aydın’ın da işaret ettiği gibi Toros Dağları’nın yüksek çayırları ve hemen eteğindeki deniz seviyesine yakın düzlükler nedeniyle konar-göçer (transhumans) hayvancılığı için çok uygun bir alandır (2006: 114).2

Yörüklerle Nezihe Araz’ın röportajı: “40 Pencereli Konak” Kaynak: Hayat Mecmuası no. 1 (Mart 1956), s. 12.

1860’larda dünya pamuk üretimininin üslerinden biri haline gelmeye başlayan Çukurova’daki büyük toprak sahiplerinin ucuz işgücü ihtiyacının bu toplulukların yerleşikliğe zorlanmasındaki rolünden bahsedeceğim. Bu zorunlu iskânlar için kurulmuş ve 1865-1866 yıllarında faaliyette bulunmuş Fırka-i İslahiye ordusundan bahsetmemek olmaz. Fırka-i Islahiye’nin resmi amacı Çukurova, Cebel-i Bereket (Gavur Dağı) ve Kozan dağlarında yaşayan, devlete asker ve vergi vermeyip hac konvoylarını haraca bağlayan göçerlere Osmanlı Devleti’nin gücünü kurmak diye belirtilmiştir (Yavuz, 2012: 114-115). Suavi Aydın gibi konunun ekonomi-politik yanına da bakan araştırmacılar, asıl amacın İngiltere ve Avrupa tekstil endüstrisinin en büyük pamuk üreticisi haline gelmeye aday Çukurova’da artan tarım işçisi ihtiyacını karşılamak olduğunu belirtir (Aydın, 2012). Kozan’dan Gavurdağı’na uzanan, hatta Çukurova’ya yakın doğu Toroslarda yaşayan Avşarlar, Farsaklar, Karakoyunlular, Sırkıntılılar, Bozdoğanlılar, Kozanoğulları, Küçük Alioğulları gibi konar-göçer aşiretlere bağlı yörükler bu politikanın başlıca muhattabı ve elbette mağdurları olmuştur. Bu noktada Avşar ozanı Dadaloğlu’nu anmadan olmaz. Harekâtta Gavurdağı ve Kozan bölgelerinde hakimiyet belli ölçüde sağlandıktan sonra 1866’da Fırka-i İslahiye kaldırılmıştır (Yavuz, 2012: 126). Bu süreçte yörük kabile/oymakların silah zoruyla, katliamlarla berkitilmiş devletçi ikna yöntemleriyle sıcak-nemli-ağaçsız-duldasız çelik gibi sivrisinekle dolu, hastalık kaynayan yarı-bataklık, bir o kadar da verimli pamuk tarlalarıyla kaplı Çukurova’nın doğusunda yerleştirilmeleriyle kurulmuş bazı köy ve kasabalar zamanla Osmaniye, Islahiye ve Hassa gibi büyük ilçelere dönüşmüştür. Tabii, Yaşar Kemal’in popüler kültürde ondan daha az bilinen Binboğalar Efsanesi’nden bir alıntıyla bu mağduriyeti özetlemek de mümkündür:

Dünyanın üstünde konduk kalktık, özgür, tutsak, yenilmiş, yenmiş… Yüzyıllar geçti, parça parça bölündük, küçüldük, kara çadırlar soldu. Ulu dağlara, sulara, topraklara, ovalara, ülkelere ad verip damgamızı bastık. Anadolu’da karşımıza çıktı Kayseri dağı, Ağrı, Süphan, Nemrut, Binboğa, Cilo dağı… Ve adlarımızı verdik sulara, ovalara, dağlara. Anadolu’nun her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta, soyumuz boy versin diye… Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi halden hallere (Kemal, 2007: 263-264).

Avrupa’ya tarımsal dış ticaretin 1950’lerden sonra gelişmeye başlamasıyla birlikte, dağların eteklerine yapılan yollar ve sulama kanallarının da kolaylaştırıcılığıyla yörüklerin daha büyük bir kısmının Torosların Akdeniz’e doğru inen eteklerindeki bereketli topraklara inip çıkmaya başladığını, sahillerde iç turizmin-yazlık sitelerin yükseldiği ve ihracatın arttığı 1980’lerden sonra bahçeciliği ilerletip kasaba ve ilçelerde ev/daire alıp yerleşmeye başladıklarını da eklemek gerekir. Buna rağmen yörüklerin Sarıkeçililer gibi küçük bir kısmı bahardan itibaren keçileriyle birlikte Torosların yolunu tutmaya devam etmektedir.

Kendilerine “göççü” de diyen Sarıkeçililer’in sözcüsü Pervin Çoban Savran, iki devesiyle birlikte, 16 Nisan 2011’de AKP iktidarının su, toprak, dağ gibi doğal müşterekleri barajlar, maden ocakları ve otoyollarla tahrip ve talan etmesine karşı, “doğaya ve yaşama zarar veren tüm yatırımların durdurulması” talebiyle Hatay’dan başlayan ve mottosu “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” olan Büyük Anadolu Yürüyüşü’nün de simge isimlerinden biri olmuştur. Bu yürüyüşten 11 yıl sonra da Sarıkeçililer “#YörüklerÖzgürceGöçsün” hashtagiyle, Toroslarda otoyollar, barajlarla yaşanan ekolojik yıkım, mera ve otlakların imara ve tarımsal kullanıma açılması, ormanların yangınlar ve kesim sahası ilan edilmesi nedeniyle sürüleriyle birlikte yaylalara ulaşımlarının engellenmesine karşı sosyal medya kampanyaları yapmak durumunda kalıyor.

Çadırcılara Modern Cumhuriyetin Çözümü: Zorunlu İskân

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, aynı modern devlet anlayışının Türkleştirme politikasıyla devam ettirildiği görülmektedir. Lozan Anlaşması gereğince Müslüman (Türk)-gayrimüslim (Rum) nüfusun Yunanistan’la mübadelesiyle yaşanan göçle gelenler ve Türk olmayan nüfusun Türkleştirilmesinin şekillendirdiği iskân (yerleştirme) politikasının hep bir ucu, göçebe topluluklara uzanmıştır. Cumhuriyetin makbul vatandaşları sayılmanın yolu göçebe hayatı bırakıp dört duvar arasında yaşayan Türk köylüsü veya kasabalısı olmaktı. Bu biraz daha mahalle çetelerinin dükkânlardan haraç alması gibi bir makbullüktü: Haracını verirsen devlet seni korur yoksa bu topraklarda sana hayat hakkı tanımaz. 1926’da çıkartılan 885 sayılı İskan Kanunu, modern devlet mantığıyla savaşlar, isyan ve tenkiller sonucunda sayısı artması beklenebilecek olan ve göçebe-seyyar diye tanımlanan toplulukları yerleşik hayata geçmeye zorlamayı hedefliyordu. 1934 tarihli 2510 sayılı İskan Kanunu ise bunu içermeye devam ederken; işi bir adım öteye taşıyıp özellikle ülke yerleşim yapısının bilinçli bir Türkleştirme politikasıyla şekillendirilmesini hedeflemiştir. 2510 sayılı kanun, hem Balkanlardan 1930’larda gelmeye devam eden Müslüman (Türk kökenli) nüfusun Anadolu’ya nasıl yerleştirileceğine hem Romanlar başta olmak üzere Türk ve Müslüman olmayan diğer halkların nasıl dışarıda bırakılacağına hem de Kürt coğrafyasının askeri olarak nasıl zaptürapt altına alınacağına ilişkin içerdiği üst ilkelerle bugünkü Türkiye’yi şekillendiren bir sosyal mühendislik örneği kabul edilmektedir. “Yer, sıhhat, kültür, askerlik, güvenlik sebepleriyle boşaltılması istenen” mıntıkalar ibaresiyle neyin kastedildiği tam olarak, 3 yıl sonra yapılacak Dersim harekâtıyla anlaşılacaktır.3

“Youruk Encampment in the Taurus”, Edwin John Davis, 1879. Kaynak: Wikimedia []

Dersim Tertelesi sırasında yerel halkın operasyonu yürüten askerlerle dağlarda iki yıl ölümüne bir köşe kapmaca oynamayabilmesini sağlayan da, yarı-göçebe hayat kültüründen kopmamış olmalarıdır. Bu dönem halkın da askerlerin de kırsal alanda/dağlarda hareket halinde çadır ve mağaralarda yaşadığı bir süreç olarak yaşanmıştır.

Kürtlüğün Akademiye Girişinde Koçerler

Göçerler ve göçebelikten bahsettiğimizde Kürt meselesinin sosyal bilimler literatürüne girişinde özel bir yeri olan eski bir koçer aşireti olan Alikan veya Alikilerden söz etmemek olmaz. Kürtçenin Kurmanci lehçesini konuşan aşiret, başta Batman ve Beşiri olmak üzere Siirt, Muş, Malatya, Adıyaman, Diyarbakır, Nusaybin, Tatvan, Hizan, Kurtalan, Van, Erciş gibi geniş bir bölgeye yayılmıştır. Bu yaygınlığın sebebi büyük bir kısmı 150 yıl önce Batman’ın Beşiri ilçesinde yerleşik hayata geçse de bir kısmı Kürtçe adıyla koçerliğe –yani göçebeliğe– yakın zamanlara kadar devam eden kabileler konfederasyonu biçiminde örgütlenmiş olmalarıdır. Bu örgütlenmeyi, en küçük birim “çadır”dan başlayarak ortaya koyduğu Doğuda Değişim ve Yapısal Sorunlar (Göçebe Alikan Aşireti) adlı doktora teziyle İsmail Beşikçi (1965), Kürtlerin farklı bir ulusal-sosyal mevcudiyetleri olduğunu tarihsel ve sosyolojik bir çerçevede akademik dünyaya kabul ettiren öncü isim olmuştur. Kürt koçer aşiretlerinin örgütlenmesini, Beşikçi (1969), “çadır,” “zoma,” “kabile” “aşiret” ve “ulu kişi” şeklinde tarif eder. Beşikçi’nin koçer Kürt toplulukları üzerinde yoğunlaşan ilk dönem çalışmaları, her biri Kürt coğrafyasının geniş kısımlarına yayılmış kabilelerden müteşekkil bu aşiret örgütlenmelerinin Kürt toplumunun önemli yapıtaşları olduğunu ortaya koymuştur.

Kürdistan diye bilinen coğrafyanın Türkiye’nin doğu-güneydoğusuna, Suriye’nin kuzeyine ve Irak’ın batısına denk düşen geniş bir kısmında konar-göçer biçimde yaşamış büyük aşiret konfederasyonları denildiğinde, Alikan/Alikilerin yanında, bir kısmı hâlâ yarı-göçer küçükbaş hayvancılığa-yaylacılığa devam eden Beritan/Bertiler, Şavaklar, İzolları da anmadan geçmek olmaz. Yüzyıllarca koçer olarak yaşamış Kürt aşiret toplulukların 1990’lardan bugüne devletin köy boşaltma ve yayla-mera yasaklarıyla daha fazla yerleşik hale gelmesi, Türkiye tarihi ve siyasetiyle Kürdistan kentlerini köklü biçimde değiştiren bir olaydır. Bahse konu bölgede 1980’lere doğru Kürtlerin ulusal-demokratik hakları adına mücadele eden siyasi hareketlerin güçlenmesi karşısında devletin 12 Eylül darbesinden bugüne uyguladığı politikalar, Diyarbakır, Van, Mardin başta olmak üzere bölge kentlerini daha fazla Kürdileştirmiş, Kürt realitesinin İstanbul, İzmir, Mersin gibi kentlerin sosyal ve siyasal hayatını belirleyen faktörlerden biri olmasını sağlamıştır.

Her Daim Milli Güvenlik Sorunu Roman Çadırları/Göçebeliği

1934’teki kanunda da ifade edildiği üzere, konar-göçerlerin kara çadırının yanında, milliyetçi Kemalist devlet erkanının görmekten hoşlanmadığı bir diğer çadır “Çingene Çadırı”dır. Göçebe satıcı ve zanaatkarlıkla geçimini sağlayan Çingeneler hem köylere bu tür hizmetler vermekte hem de kasabaların dışında bir yerde çadırlarıyla kurdukları alanda o yerleşim yerlerinde alenen yapılamayan eğlencelerin yapıldığı, içki ve esrar içilen, büyüler yapılan, bozulan egzotik bir ortamı sunmakta hem de kasabalıların acil veya bekleyen gündelik ya da birkaç günlük bağ-bahçe-tarım işleri için ihtiyaç duyulan ucuz işgücünün bulunabileceği yerler olmaktadır. Romanların ucuz işgücü sıkıntısı çekilen yerlerde hasatın kaldırılması işini yarıcılık yoluyla yaptıkları da görülür. Buna karşın, bir yere çadır kurduklarında sıklıkla sürüldükleri, jandarma-polis baskısının yanında linç saldırılarına maruz kaldıkları da görülür.

Çingenelerin, devlet sınırlarıyla bir meselesi olduğunu biliniyor. Bununla birlikte, Türkiye’de Romanların yerel nüfusa oranının en yüksek olduğu kentlerin Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Kars, Erzurum gibi sınır ve ona yakın yerlerde olması da bu durumla ilintilidir.4 Bir kısım Romanın buralardaki yerleşikliğinin devletlerin adına kaçakçılık dediği, sınırlar arasında küçük çaplı gümrüksüz mal alışverişiyle ilgili bir boyutu olsa gerektir. İşin ölçeği ve maddi kazancı büyüyünce, kaçakçılık daha örgütlü hale gelir ve araya katırcı şebekeleri, aşiretler ve devletin sınır-gümrük kapılarındaki askeri-sivil bürokratları girer.

Çadır önünde poz verdirilen çingeneler: “Kağıthane’nin naciz müdavimlerinden – bir çingene ailesi arasında” Kaynak: Şehbal no. 21 (14.06.1910), s. 12.

Zanaat ve sanatla içiçe bir topluluk olan Romanların modern sanattaki en ünlü temsillerinden biri Georg Bizet’in ilk kez 1875’te sahnelenen Carmen operasıdır. Romanları utangaç bir liberalizm içinde vahşi-güzel-umarsız aşk insanları olarak egzotikleştirerek sunan operadaki erkek subay kahramanın sonunda muhafazakâr bir dönüş yaparak annesinin sözünü dinleyip düzene boyun eğmesi doğallaştırılır. Carmen’deki Roman temsili, burjuva popüler kültür içinde daha sonra farklı sanat türlerinde işlenerek bugünlere kadar yeniden üretilmiştir. Yugoslavyalı yönetmen Emir Kustirica’nın 1988 yapımı Çingeneler Zamanı (1988) filmi ise sözü edilen modern burjuva temsilden en büyük kopuşu temsil eder. Sadece yönetmeni Emir Kusturica’ya değil; filmin unutulmaz müziklerini yapan Yugoslav müzisyen Goran Bregovic’e de dünya çapında ün kazandıran Çingeneler Zamanı, tamamı Roman/Çingene diliyle çekilen ilk filmdir. Filmde yer alanların profesyonel oyuncu olmadığı filmde, Romanlar kendilerine dair bir hikâyeyi, büyülü gerçekçilik çizgisine yakın bir üslupta kendi perspektiflerinden anlatmışlardır.

Mevsimlik Tarım İşçilerinin Çadır Kümeleri ve Linççi Saldırganlık

Romanların, yüzyıllardır sürdürdüğü yerleşim yerlerinin çeperlerinde konaklayıp, geçimini ufak tefek ticaret, işçilik, zanaatkârlık ve eğlence gibi konularda geçici hizmetler sunarak sağlama yordamını kapitalist zamanlarda uygulayan bir toplum kesimi olarak topraksız-yoksul kır emekçilerinin çadırlarından da söz etmeden geçemeyeceğim. Bunlar hemen her ülkede –tek başlarına olmasa da– pazara dönük meyve-sebze üretimi yapan kapitalist tarım faaliyetlerini sırtlarında taşıyan mevsimlik tarım işçileridir. Mal sahibinin anlaştığı elci (elçi/aracı) denilen işçi kiralama aracılarının gözetiminde, çocuklar da dâhil tüm aile çalışan bu topraksız tarım işçileri, tarla sahibiyle elcinin çifte sömürü ve baskısı altında geçimini sağlayacak bir gelir elde etmeye çalışır. Kurdukları çadır kümeleri seraların, bataklık yerlerin yakınındadır. Yerler ıslak-çamur, hava nemlidir. Sivrisineklerden, sıtmadan kaçma olasılığı da yoktur.

Bütün bu zorluklara 1993-96 arasındaki kirli savaş yıllarından itibaren yaşanan ırkçı şiddet ve linç girişimleri de eklenmiştir. Kirli savaş sürecinden doğan iki vektörün kesiştiği koordinatlarda tehlikeli bir gerilimin yaşandığı da gözlenmiştir. Hem köyleri boşaltıldığı ve/ya yaylacılık yapmaları yasaklandığı için yaşam alanlarından göç etmek zorunda kalan, bu yüzden de daha da mülksüzleşen Kürt nüfus içinde, mevsimlik tarım işçiliği yapmak durumunda kalanların sayısı artmış hem de ticari tarımın seracılıkla, bahçecilikle canlı olduğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz kıyılarındaki pek çok köy ve kasabada ırkçı milliyetçilik bir şekilde yükselmiştir. Özellikle Yörük geleneğinden gelen Silifke-Osmaniye arasındaki Toros eteklerindeki yerli unsurun (Yörükler) 1950’lere kadar göçebe veya yarı-göçebe çadırcılar olduğunu düşününce, 1990’ların Kürt göçebeleriyle karşılaşması daha da ilginç bir hal almaktadır. Hikâyesi Toroslarda geçen, yönetmen Emin Alper imzalı 2012 yapımı Tepenin Ardı filmi, bu gerilimin dolaylı da olsa iyi biçimde işlendiği eserlerdendir. Irkçı-milliyetçi örgütlenmenin bu bölgelerdeki yükselişinde buralardan askere giden gençlerin, savaşın bedelini canlarıyla, bedenleri ve psikolojileriyle ödemesinin belli bir payı olsa da devletin güvenlik aygıtlarının bu çizgiye verdiği açık ve örtük desteklerin de belirleyici bir rol oynadığı belirtilmiştir. En ağır işleri, en ucuza yapacak bir mülksüzleşme yaşamış Kürt zorunlu göç mağdurlarının, bu küçük yerleşim yerlerinde çoğunluk hâline gelmesine karşı, bilinçli bir yerleşim politikası izlendiği belirtilmiştir. Buna ilişkin olarak, 1994’ten itibaren bu bölgelerde MHP’li adayların belediye başkanlıklarının önlerinin açıldığı, 1999 yerel seçimlerinde Mersin’de sayımın durdurulup sonucun üç gün sonra açıklanması gibi uygulamalara gidildiği, Mersin, Antalya, Batı Ege gibi farklı yerlerdeki Kürt nüfus yoğunluğunun siyasi bir güce dönüşmesini önlemeye dönük özel konseptler uygulandığı iddiaları sıkça dile getirilmiştir.

Çerge Çocukları, göçebe tarım işçileri hakkında, Sait Kesler’in foto röportajı., Kaynak: Sait Kesler, “Çerge Çocukları”, Foto Magazin no. 4 (01.08.1938), s. 44.

Dolayısıyla, çoğunluğu Kürt, Suriyeli veya Roman olan mevsimlik işçiler yerel halkın ayrımcı-dışlayıcı tutumlarını üzerlerine çekmekte, çoğu zaman onlardan gelen taciz ve ufak-tefek saldırıları sineye çekip çalışmaya devam etmektedirler. Aylarca çalışmalarının karşılığı birikmiş alacaklarından vazgeçip can havliyle, jandarma-polis gözetiminde çadırlarını toplayıp emeklerini satacakları başka yerlere yollanan mevsimlik işçilerin haberleri ise basına yansımaktadır.

Kızılay Çadırları ve Çadır Kentler

Cumhuriyet tarihinde çadır denilince akla gelen bir başka nesne de, “Kızılay Acil Afet Çadırları”dır. 11 Haziran 1868 tarihinde “Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti” adıyla, savaş alanında yaralanan ya da hastalanan askerlere yardım amacıyla doğmuş bir kurum olan Kızılay, teşkilatlanması ve faaliyetlerini Cumhuriyet Türkiyesi’nde de sürdürmüştür. 1947’de “Türkiye Kızılay Derneği” adını alan kurumun faaliyetleri, depremler başta olmak üzere afetlerde zarar gören sivil halka yardım alanında yoğunlaşmıştır. Afet çadırlarının kurumun simgelerinden biri olduğu da söylenebilir. Nitekim, bunun da etkisiyle olsa gerek, Kızılay’ın düzenli aralıklarla yürüttüğü kan bağışı kampanyaları sırasında da, sıklıkla kentlerin merkezi yerlerinde büyük sahra çadırları kurduğu, internetten bağış toplarken bunu çadır ölçeğiyle kategorileştirdiği görülmektedir.

Kızılay çadırları, sınıflı toplum kaynaklı insan hataları ve yanlışlarıyla katmerlenen doğal felaketler yaşandığında ihtiyaç duyulan acil ve asgari hizmet ve altyapıların afetzedelere etkin biçimde ulaştırılması için kentlerin güvenli yerlerinde toplulaştırılarak kurulur. Afetzedelerin kullandığı çadır ve bazen konteynerların toplulaştığı ve belli kamu hizmetlerinin –kriz merkezi, sivil savunma, hastane, polis, jandarma, vb.– yürütüldüğü merkezler olarak büyük sahra çadırlarının da bulunduğu bu mekânsal örüntüye (dokuya) “çadır kent” denmektedir. Bu arada yeri gelmişken, Kızılay çadırlarının ne kadar sık kurulduğu konusunda açıklayıcı olması için son yüzyıllık sürede yaşanan belli başlı 48 depremi tarih sırasına göre sıralamak isterim: 1924 Pasinler, 1926 Kars, 1929 Suşehri, 1930 Hakkâri, 1935 Digor, 1938 Kırşehir, 1939 Erzincan, 1941 Van-Erciş, 1942 Niksar-Erbaa, 1943 Adapazarı-Hendek, 1943 Tosya-Ladik, 1944 Bolu-Gerede, 1944 Edremit Körfezi, 1946 Varto-Hınıs, 1949 Karlıova, 1951 Çankırı, 1952 Hasankale, 1953 Yenice-Gönen, 1957 Fethiye, 1957 Abant, 1966 Varto, 1967 Mudurnu, 1967 Pülümür, 1970 Gediz, 1971 Bingöl, 1975 Lice, 1976 Çaldıran, 1983 Erzurum, 1992 Erzincan, 1995 Dinar, 1998 Adana-Ceyhan, 1999 Gölcük, 1999 Düzce, 2000 Bolvadin-Sultandağı, 2003 Bingöl, 2004 Doğubayazıt, 2005 İzmir, 2010 Elâzığ, 2011 Simav, 2011 Van, 2014, 2017 ve 2020 Ege Denizi, 2019 İstanbul, 2020 Elâzığ, 2020 İran-Türkiye, 2020 Bingöl.

Gediz depremi sonrasında çadırlar, 1970. Kaynak: ETH-Bibliothek Zürich, Bildarchiv / hg /Com_LC0191-005 []

Her bir depremin geniş alanlarda çok sayıda kentsel ve kırsal yerleşime ağır hasarlar verdiğini düşünürsek, Kızılay çadırlarının pek çok yerleşimde kurulduğunu, çadır kentler oluşturup sonra kaldırıldığını söyleyebiliriz. Bunlara seller, toprak kaymaları, yangınlar gibi diğer afetleri de eklersek Kızılay çadırlarının ne kadar sık kurulduğu konusunda kafalarda daha net bir resim oluşur diye düşünüyorum. Çoğu zaman insanların alışık olduğu yuvasının konforundan uzak olsa, soğuğa, sıcağa karşı konutlar kadar koruyucu olmasa da sunduğu acil konaklama imkânıyla çadırlar halkın geçici sığınakları olmuştur. Depremlere seller, toprak kaymaları, yangınları, yakın ülkelerden topluca göç etmek durumunda kalan mülteci-sığınmacıları da eklersek, göçebe kültürünün bize armağanı olan ve modern devletin ortadan kaldırmaya çalıştığı çadırın değerini doğanın ve hayatın insanlara sürekli biçimde hatırlattığını da söyleyebiliriz.

Mülteci Çadırları ve Sair Çadırlar

Kızılayın olanakları ve bilgi birikimi yalnızca doğal afetler sonrasında değil, on binlerce insanın savaştan ülkesinden kaçarak Türkiye’ye geçtiği iki büyük sınır-aşan göç hareketi sonrasında da devreye girdi. Bunlardan ilki, Birinci Körfez Savaşı sırasında (Ocak 1991’de) Irak ordusunun kuzeydeki Kürt bölgesine doğru başlattığı harekât sonrası dağları aşıp Türkiye’ye geçen 486 bin kişi için kurulan çadırlardır. Türkiye-Irak sınırında birkaç ay süren bu olaydan 21 yıl sonra, Türkiye daha önce yaşamadığı bir sığınmacı/mülteci göçü yaşamıştır. 2012’de başlayan Suriye iç savaşıyla birlikte Türkiye’ye gelen on binlerce insan ilk başlarda varlığını uzun yıllar sürdürecek, düzenli çadır kentlere yerleştirilmiştir. Fakat iç savaş uzayıp Türkiye ve Batı emperyalizminin desteklediği rejim muhalifleri yenilgiye uğrayınca, göç edenlerin sayısı milyonları aşmış ve gelenleri bu çadır kentlerde tutmak imkânsız hâle gelmiştir. Suriyeli göçmenler iki yıl içinde sınıra yakın illerden başlayarak Türkiye’ye yayılmış, kentlerin yeni sakinleri haline gelmiştir.

Afet, kitlesel mülteci göçü gibi olağanüstü durumlarda kurulan çadırların bir benzeri savaşlar sırasında kurulan çadırlardır. Bunlara ek olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla tamamlanan 1919-1923 arası “Milli Mücadele” döneminde asker kaçakları, isyancılar, “düşmanla” işbirliğiyle suçlananları yargılamak için kurulan İstiklal Mahkemeleri de genellikle çadırlarda icra edilmiştir. 100 yılın hikâyesini çadırlarla anlatırken, 1990’lı yıllarda pek çok belediyeyi Refah Parti (RP)’lilerin kazanması, ardından Ramazan aylarında belediyelerce kurulan ve devamı sayılabilecek AKP’li yıllarda iyice yaygınlaşan “iftar çadırları”ndan bahsetmemek olmaz.

Ramazan çadırı diye de adlandırılan iftar çadırları, bir yandan İslamcı siyasetin parti-belediye-vakıf-hayırseverler sacayaklarına oturan yoksula yardım faaliyetlerinin merkezi yerlerde, İslami yaşam kültürüne dair muhayyel bir geçmişin propagandasının yapılmasını sağlayan bir yandan da yerel ya da merkezi devletin sosyal ve kamusal görevlerinin hak temelli düzlemden paternalist bir himayeciliğe kaydırılmasına yol açan bir belediyecilik pratiği olmuştur. İslamcı belediyelerin kolektif tüketimin daraltılması, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, halka sunulması gereken mal ve hizmetlerin ticari saiklerle fiyatlandırılması, kadrolu personel sayısının azaltılması gibi neoliberal belediyecilik politikalarının dini muhafazakâr bir temelde topluma empoze edilmesini kolaylaştıran bu ve benzeri sosyal mekân pratiklerinin ürettiği kentsellik biçimini, “eğreti kamusallık” diye adlandırmıştım (Doğan, 2007).

Yayladağı’nda Suriyeli mülteciler için kurulan kamptan, 25.06.2011. Kaynak: Michael Kaplan, “Syrian Refugees In Turkey Face Exploitation, Despair As War Lingers At Home” International Business Times [Çevrimiçi Edisyon] (24.09.2015 [] / © Adem Altan (Getty Images)

Anadolu coğrafyasının önemli bir kısmında doğayla uyumlu bir barınma yöntemi olan çadır, modern zamanlarda, küçük burjuva katmanlardan çekirdek aileler için deniz ve doğa tatili sırasındaki konaklama ihtiyacını, ucuz ve pratik yoldan çözmenin de aracı olmuştur. 1990’lardan beri hâkim devlet politikası diyebileceğimiz neoliberal özelleştirmecilik anlayışıyla, dar gelirli aileler ya da gençlerin çadır kurmasına izin verilen kamp alanlarının sayısı azalırken, son yıllarda kültürel sermayesi yüksek burjuva gençlere hitap eden, doğa-inziva-dağcılık ve yogacılık türünden etkinliklere eşlik eden çadırların sayısının arttığı gözlenmektedir.

Direniş Çadırları

Çadır nesnesinin TDK Sözlüğü’ndeki ikinci anlamı, gölgelik olarak kullanılan tente veya şemsiyedir. Bu çadır bir konaklama aracı değil, kullanıcılarına aynı zamanda görünürlük de sağlayan geçici bir korunaktır. Direniş Terimleri Sözlüğü’nün çadır tanımı bu ikinci tanıma yakındır: “Direniş amacıyla bir araya gelen insanların bir çatı altında toplanmasına imkan sağlayan ve dışında olanlara huzursuzluk veren tente veya şemsiye.”

Nitekim, 1990lardan beri, Türkiye’de birçok sosyal direnişin ilanı, “Direniş çadırı kuruldu’ denilerek yapılır. Söz konusu direnişte, direnenlerin fiziken bir çadır kurup kurmamalarından veya benzer bir mekân belirlemesi yapıp yapmamalarından bağımsız olarak, ilgili söz öbeği, sürekliliği olacak bir eylem sürecine başlandığının habercisidir. Bu bağlamda, 1990’larda Grup Yorum ekolünden gelen Grup Ekin’in, nakaratı “Grev çadırı önünde / Bir işçi dimdik duruyor / Grev çadırı önünde / Kızıl bir ateş yanıyor” sözleri ve ezgisiyle tüyleri diken diken eden Grev Ateşi şarkısını anmadan geçmek olmaz.

Muhaliflerin, protestocuların, Walter Benjamin’in deyimiyle “ezilenlerin,” sürekli maddi-manevi kıyımlara yol açan kapitalist olağanüstü hâlin yeni bir tezahürü karşısında ilan ettiği bir proleter olağanüstü hâle dikkat çekmek için kurulmuş çadırları genel olarak direniş çadırı diye adlandırabiliriz. Yer yer kurulduğu mekandaki kapitalist gündelikliğin düğümlerini çözecek biçimde rutinleri, tekrarları, akış ritimlerini bozan bu çadırlar, seslenilmek istenen toplum kesimlerinde rahatsız edici bir ritim bozukluğu duygusu yaratmaz. Aksine, çoğu zaman, yakın tarihte kaybedilmiş muhayyel bir dayanışmacı-komünalist-insancıl-tüm toplumun yararına bir uyum hâlinin ritmini yeniden yakalama örtük vaadiyle kendilerini gerekçelendirirler. Sosyal ya da kamusal boş yerde (mekânda) kurulmuş bu direniş çadırı altında, egemenin saldırısına karşı ezilenlerin kamusal alanı kurulmuş olur.

Direniş çadırlarının en güncel örneğiyle Boğaziçi Üniversitesi’nde (BÜ) karşılaştık. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şubat 2021’de BÜ rektörlüğüne üniversite dışından, üstelik AKP’den milletvekili aday adayı olmuş Melih Bulu’yu atamasıyla birlikte üniversite bileşenleri rektörlük giriş kapısının önüne haftalarca çadır kurdular.

Üzerine direnişin kaçıncı gününde olunduğunun yazdığı bir kağıt asılan çadır üzerindeki tarih 175’i gösterdiğinde Melih Bulu görevden alınarak yerine vekaleten Naci İnci atandı. Bu tarihten sonra da direniş devam etti. Fakat dokuzuncu ayından itibaren öğrencilerin toplanma noktası olan çadırın kurulması, polis ve özel güvenliğin şiddetli saldırılarıyla engellendi. Bununla ilgili en büyük olay, 22 Ekim 2021 günü yaşandı. Çadırlarına el konulup ağır kolluk şiddetine maruz kalan öğrenciler topluca gözaltına alındı ve sonrasında 45’i “Çadır Davası” diye adlandırdıkları davada yargılanmaya başladı.

Bir direniş terimi olarak çadır. Kaynak: Twitter, @DirenisSozlugu []

1980’lerde Barınma/Kira Krizine Karşı Çadırla Direniş

Direniş çadırları bahsinde mülk sahibi sınıfların ekonomik şiddetine karşı bir protesto olarak Kemal Sunal’ın 1987 yapımı Yakışıklı filmindeki çadır eylemini anmak gerekir. 1980’li yıllar ücretlilerin ve köylülerin alım gücünü düşürüp iç pazarı daraltmaya, yabancı sermayeyi çekmeye dönük neoliberal 24 Ocak (1980) kararlarının mimarı Turgut Özal’ın Türkiye ekonomisi ve siyasetine 12 Eylül askeri darbesi sonrasında, önce ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı, 1983’teki seçimlerle ise başbakan olarak damgasını vurduğu yıllardı. Neoliberal politikaların bir boyutu da kentsel rantları ve konut-arsa fiyatlarını ve kiraları yükselten inşaat-emlak sektörlerini teşvik politikasıydı.

Türkiye’nin, benzerini 2000’li yıllarda da yaşadığı yüksek kiralardan kaynaklı barınma krizine karşı kiracıların, mülksüz kentlilerin öfkesini beyaperdeye taşıyan filmde, Kemal Sunal’ın canlandırdığı baş kahraman Selim ve eşi, gece kurdukları çadırın kapısının bir tarafına “Evsizliğe No,” diğer tarafına “Sosyal Konuta Yes” yazan dövizler yerleştirirler. Çift, çadırda uyurken gün aydınlanır ve çadırın Taksim Gezi Parkı’nda kurulmuş olduğunu anlarız.5 Zabıtalar gelir ve yüksek kiralardan barınacak ev bulamayan çifti, çadırdan çıkarır. Çadırı kaldırdıktan sonra zabıtanın, “Yahu ayıp değil mi? Buraya çadır mı kurulur?” şeklinde sorduğu soruya Selim’in verdiği yanıt, 1987’lerde uygulanan neoliberal politikaları teşhir eder: “Otele gecede 40 bin lira bayılacak paramız da yok, ev kirasına aylık bin mark verecek dövizimiz de yok. Buraya yedi kat apartman konduracak dayımız da yok. Bu yoklukta bize de çadır kurmak düştü.” Çadırlarına el konan çift sonraki bir sahnede yeni bitmiş bir kooperatif sitesi içindeki daireyi işgal eder. Orada da etrafı kuşatan polislere, maaşlarının toplamının bir daire kiralamaya yetmediğinden, ev sahiplerinin kümes gibi evlerini Araplarla Acemlere vermek istemeleri yüzünden mağdur olduklarından bahseder. Filmdeki bu diyaloglar, barınma/kira krizinin 2022 Türkiyesi’ne özel bir durum olmadığının, sermaye birikiminin kentsel rantlar alanlarına, inşaat ve konut sektörlerine yönlendirildiği dönemlerde benzer olguların boy verdiğinin göstergesidir.

Sunal’ın bu filmini anmışken, aynı yıl Orta Oyuncular tiyatro grubunun sahnelediği ve Ferhan Şensoy’un yazıp-yönettiği İstanbul’u Satıyorum oyunundan bahsetmemek olmaz. Oyunda, Özal hükümetlerinin ve ANAP’tan belediye başkanı seçilmiş Bedrettin Dalan’ın “işbaşında” olduğu bu dönemde, neoliberal kentsel politikalara eşlik eden hukuka aykırılık, yolsuzluk, el koyarak zenginleşmeyle İstanbul’un altının nasıl üstüne getirildiğinin, müteahhitler, holding ve bankalarca nasıl yağmalandığının hikâyesi anlatılır. Türkiye’nin bu en büyük kentinin nüfusunun 1983’te 5 milyon 300 bin iken, 6 milyon 300 bine yükselmesinin6 neden ve sonuçları, çok daha bütünlüklü ve derinlikli biçimde eleştirilir.

2010’larda Çadırlarla Simgeleşen Tarihsel Olaylar: Tekel ve Gezi

Tekel yaprak tütün fabrikalarında çalışan Tek Gıda İş Sendikası üyesi işçiler, 15 Aralık 2009’da, işyerlerinin kapatılıp görece güvenceli kamu işçisi kadrosundan, güvencesiz, sözleşmeli 4/C statüsüne geçirilerek farklı işletmelere dağıtılması planlarına karşı, farklı kentlerden Ankara’ya geldiler. Abdi İpekçi Parkı’ndaki oturma eylemlerinin üçüncü gününde polisin saldırısı sonucunda ıslanıp dayak yiyen işçiler, sendikalarının bağlı bulunduğu TÜRK-İŞ Konfederasyonu’nun Kızılay Sakarya Caddesi’ndeki binası yakınında çadır, bez, tente, tahta ve direklerden bir çadır kamp alanı inşa ettiler. Yüzlerce kişinin gecelediği, binlerce dayanışmacının gün boyu ziyaret ettiği Tekel çadırları cumhuriyet tarihinde kent merkezinde kurulan ve en uzun süreli (78 gün) en büyük direniş alanı olarak tarihe geçti.

İşçilerin 78 günlük direnişi, Türkiye kamuoyunda, AKP iktidarının neoliberal politikalara katı sadakati etrafında geniş bir tartışma-eleştiri gündemi yaratmıştır.7 Bu çerçevede en fazla tartışılan temalar: Kamu iktisadi teşekküllerinin (KİT) değerlerinin çok altına özelleştirildiği ya da KİT’lere ait işyerlerinin kapısına kilit vurulup onların faaliyet alanlarının özel sermayeye açıldığı ve iktidarın ülkeyi daha fazla ucuz ve güvencesiz bir işgücü pazarına çevirme konusundaki gayretkeş bir tutum içinde olduğuydu. TEKEL işçilerinin yanında veya karşısında olmak biçiminde keskinleşen tartışmalar şubat ayında zirveye çıkmış, AKP iktidarı şahsında İslamcı siyasetin seküler cumhuriyet elitlerinin dışladığı, baskıladığı halk kesimlerinden, aşağıdan, popüler tabirle “Anadolu’nun bağrından” geldiğini iddia eden kimlikçi-popülist imajıyla söylemine derin bir çizik atmıştır. Fakat direniş, hükümetin sendikaya, 4/C’nin bu işçilere hemen uygulanmayacağı sözünü vermesi ve Danıştay’ın da buna paralel bir karar vermesiyle sona ermiş, 2 Mart 2010’da çadırlar, biraz da buruk biçimde, kaldırılmıştır.

Kamu işçilerinin 1990’ların başından beri özelleştirmeler, emeklilik yaşının yükseltilmesi, kıdem tazminatının budanması, esnek-güvencesiz istihdam, taşeron çalıştırma gibi işçi düşmanı/sermaye dostu neoliberal politikalara karşı gerçekleştirdikleri ve zaman zaman ülke gündemini belirleyecek düzeye çıkan kitlesel eylemlerinin son halkası olan Tekel direnişinin bu şekilde bitmesiyle, Türkiye’deki işçi mücadelesi tarihinde de bir dönem kapanmıştır.8

Kış aylarına denk gelen Tekel işçileri direnişinin merkezi, Sakarya Caddesi civarındaki bu türden naylon çadırlardı. Kaynak: Haber Evci [Blog] [] / © Haydar Ata

Tekel çadırları anlaşmayla kaldırıldı; ama, bir yıl geçmeden Mısır’da Tahrir Meydanı’nda öyle bir kuruldu ki, sonraki üç yıl boyunca New York’tan Bahreyn’e pek çok ülkenin büyük şehirlerinin ana meydanları ve merkezi parklarında odaklaşan çadır kamp alanları 1968’den beri görülmemiş kitlesellik ve yaygınlıktaki halk isyanlarının kalbine dönüştü. 2013 Mayıs ayının son günlerinde kurulup haziran ortasına kadar kalan “Taksim Gezi Parkı Çadır Kamp Alanı” da bunlardan birisiydi.

Gezi işgal/kamp alanına katılan her bir sosyal-siyasal kolektif/grup/küme, kendi farklılıklarını sergileyip tikelliğine saygı gösterilmesini talep etmiş, sorunları, hayalleri ve taleplerini görünür kılmaya çalışmıştı. Aynı zamanda, katılan herkesin sesine/sözüne barışçıl biçimde kulak vermiş, diğerini anlamaya gayret göstermiş, birbirinin yaralarını sağaltmaya çalışmıştı. Çoğu kolektif ve/ya bireysel katılımcı, alandaki ihtiyaçları karşılamak için imkânlarını ve emeğini oradaki ortak yaşamın yeniden üretilmesi için sunmuştu. Uzun lafın kısası, katılımcıların çoğu yaşanan bu istisnai siyasal hadiseye elinden geldince, maddi-manevi katkıda bulunmaya çalışmıştı. Bu anlamda, Gezi sürecinde kurulan kamp alanlarındaki ortak yaşam, bir müşterekleşme –yeni bir kamusallık yaratma– pratiği olduğu ölçüde, daha demokratik, toplumcu, doğayla uyum içinde ve birbirleriyle barış içinde bir Türkiye’nin nüvelerinin boy verdiği, yarım kalmış bir sosyal sözleşme süreciydi de. Etkisi yıllar sonra Gezi işgal/kamp alanına katılan her bir sosyal-siyasal kolektif/grup/küme, kendi farklılıklarını sergileyip tikelliğine saygı gösterilmesini talep etmiş, sorunları, hayalleri ve taleplerini görünür kılmaya çalışmıştı. Aynı zamanda, katılan herkesin sesine/sözüne barışçıl biçimde kulak vermiş, diğerini anlamaya gayret göstermiş, birbirinin yaralarını sağaltmaya çalışmıştı. Çoğu kolektif ve/ya bireysel katılımcı, alandaki ihtiyaçları karşılamak için imkânlarını ve emeğini oradaki ortak yaşamın yeniden üretilmesi için sunmuştu. Uzun lafın kısası, katılımcıların çoğu yaşanan bu istisnai siyasal hadiseye elinden geldince, maddi-manevi katkıda bulunmaya çalışmıştı. Bu anlamda, Gezi sürecinde kurulan kamp alanlarındaki ortak yaşam, bir müşterekleşme –yeni bir kamusallık yaratma– pratiği olduğu ölçüde, daha demokratik, toplumcu, doğayla uyum içinde ve birbirleriyle barış içinde bir Türkiye’nin nüvelerinin boy verdiği, yarım kalmış bir sosyal sözleşme süreciydi de. Etkisi yıllar sonra ortaya çıkacak ve anlaşılacak bu istisnai süreçte, çok farklı sosyal ve politik gruplar burjuva/kurumsal temsiliyet düzeninin aktörlerini devreden çıkartıp en arzulu ve neşeli hâlleriyle kamusal siyaset sahnesinin orta yerinde kendi sözleri, bedenleri ve performanslarıyla boy gösterdiler.

Gezi Parkı’nın polis tarafından boşaltılması sırasında çadırlar arasında, 15.06.2013. Kaynak: Burhan Özbilici, “Turkish police fire tear gas, water cannons to clear park” Toronto Star [Çevrimiçi Edisyon] (07.06.2016) / Lam Yik Fei © Getty Images

Neoliberal otoriterliğin timsali haline gelmiş Erdoğan-AKP iktidarını devirmeyi hedefleyen Gezi isyanı bir siyasi değişim yaratmayı başaramadan sona erdi. Bu durumun önemli bir nedeni, Gezinin muhayyilesinden süzülen demokratik, toplumcu, özgürlükçü talepleri yeni hegemonya veya yeni cumhuriyet projelerine dönüştürecek siyasi ve sosyal ittifakların kurulamamasıydı. Bu yüzden de bir kuşağın hayatına damgasını vuran ve milyonlarca insanın farklı bayraklarla “İsyan, Devrim, Özgürlük!” diye yürüdüğü benzersiz bir radikal politizasyon momentumu, siyasal bir değişim yaratamadan sona erdi. Yani, ne iktidarı yıkabildi ne yeni oluşan iktidarın etkin bir bileşeni olabildi ne de kendi taleplerini kabul ettirebildi. Forumlardan, isyanın dinamizmini siyasi sonuç alacak sosyo-ekonomik programlar veya anayasal yeniden kuruluş önerileri etrafında birleşen ittifaklar çıkmadı.

Böyle olunca da son günlere doğru, bu istisnai sosyo-politik hareketin öncülerinin temel meselesi, güçlerini yeniden toplayan iktidar karşısında Gezi’yi ezdirmeden geri çekilmek olmuştu. Bu tartışmalar yapılırken 15 Haziran akşamı yoğun bir polis saldırısıyla Gezi çadır direniş alanı ortadan kaldırıldı. Buna karşın, yoğun katılımlı eylemler haziran ayı boyunca ülke çapında devam etti.

Neoliberal otoriterliğin timsali haline gelmiş Erdoğan-AKP iktidarını devirmeyi hedefleyen, günlerce polisle çatışarak Taksim ve Gezi Parkı çevresini özgürleştiren on binlerce insan, düzen sınırlarına sığmayan taleplerini örgütlü siyasi birlikler içinde neden yan yana getiremedi? Bu sorunun yalnızca günümüz Türkiye’sine has olduğu söylenemez. Anti-kapitalist hareketin 1968 hareketleri sırasında da 2011-2014 arasındaki halk isyanları sırasında da tekrar tekrar karşısına çıkan tarihsel bir meseledir. Binlerce yıllık sınıflı-patriyarkal sistemin, sermaye ilişkisinin hâkimiyetiyle insanlığı bir ekolojik çöküşle yüzyüze getiren tahribatına rağmen, Gezi çadırlarının kurulduğu kamp alanındaki 16 günlük deneyim, göçebe çadırlarından gelen müşterekleşme, toplulukçuluk, paylaşım, diğerkâmlık, doğayla barışıklık gibi değerlerin hâlâ yaşadığının göstergesi oldu.

Doğayla uyumlu ve pratik bir barınma-konaklama yöntemi olan çadır, bugüne kadar hayatımızı kolaylaştıran yararlı nesnelerden biri oldu. Yüksek beton yığınlarının şantiyesine dönüşmüş ve kentsel yerleşimler arası ulaşım ve diğer kentsel altyapı şebekelerinin kırları yutarak birbiriyle kenetlenmesi biçiminde ilerleyen gezegensel kapitalist kentleşme, dünyayı ekolojik yıkıma sürüklüyor. Belki de bu karışık sorunlar yumağından çıkış, çadırcılığın bütün yalınlığıyla yeniden galebe çalmasıyla mümkün olacak.

27 Mayıs 2013’te Taksim Gezi Parkı’nın Asker Ocağı Caddesi’ne bakan duvarın 3 metrelik kısmı gece 22:00 civarında yıkıldı. Aynı zamanda 5 ağaç da yerinden söküldü. Taksim Dayanışması isimli kentsel mücadele inisiyatifinin üyeleri iş makinalarının önüne geçerek daha fazla yıkım yapılmasını engelledi. Ardından bu gruptan 50 kişi parkta çadır kurarak sabaha kadar nöbet tuttu.

28 Mayıs sabahı parka daha fazla protestocu geldi. Öğle saatlerinde duvar yıkımına devam etmek isteyen ekip ile protestocular tartışmaya girdi. Öğle saatlerinde olay yerine gelen BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in de destek verdiği grup, yıkım çalışmalarını engelledi. Yıkım çalışmalarına devam etmek için, iş makineleri tekrar ilerleyişe geçti ve gruba büyük çoğunluğu zabıta önlüğü giymiş olan Kalyon İnşaat çalışanları müdahale etti. Ancak, Sırrı Süreyya Önder iş makinelerinin önüne tekrar geçti ve yıkım çalışmalarının ruhsatını görmek istedi. Yıkım ekibi, ruhsatlarının olmadığını belirtti ve yıkım çalışmaları tekrar durdu. Önder, “Ağaçları kestirmeyeceğiz. Fakir fukaranın gölgesinin kesilmesine izin vermeyeceğiz,” dedi. Gündüz olan olaylardan sonra giderek kalabalıklaşan grup, parktaki nöbeti devam ettirdi. Gecelemek için çadırlar kuruldu.

29 Mayıs sabahı saat 5 civarı polisler, parkta kalanlara müdahale etti. Çadırlar kaldırıldı ve inşaat ekibi çalışmalarına tekrar başladı. Aynı gün gerçekleşen Yavuz Sultan Selim Köprüsü inşaatının açılışı sırasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik. Yapacağız,” diyerek bu konuda kararlı olduklarını belirtti. Günün ilerleyen saatlerinde BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in de desteğiyle grup, yıkım çalışmalarını tekrar engelledi. Gecelemek için yeni çadırlar kuruldu.

30 Mayıs günü Barış ve Demokrasi Partisi milletvekillerinin parkta yaptığı basın açıklamasının hemen ardından polisler parkta bulunan protestoculara sert bir şekilde müdahale etti. Buna rağmen akşam saatlerine gelinince katılım sayısı daha da arttı.

31 Mayıs sabahı saat 5’te parkta uyuyan eylemcilere bu kez polis daha sert müdahalede bulundu. Polis önce biber gazıyla müdahale etti, ardından da eylemcilerin içinde uyudukları çadırları ateşe verdi. Ancak resmi makamlar, çadırların polisler tarafından değil; eylemciler tarafından yakıldığını açıkladı. Ancak çekilen görüntülerde yakma işlemini yapanların polis ve zabıta olduğu anlaşıldı.9

Sonraki gün Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’na girmek isteyen insanların sayısı yüz binleri bulunca, polis geride pek çok aracını da bırakarak apar topar bölgeden çekildi ve parkın geneline yayılmış binlerce çadırla tarihte görülmemiş büyüklükte bir kamp ve yaşam alanı oluştu. Bu esnada bazı kent merkezlerinde de –Adana, Eskişehir, Mersin, Ankara, İzmir’de– benzeri kamp alanları kurulmaya çalışılsa da çok uzun ömürlü ve etkili olamadı. Taksim Gezi Parkı’ndaki park alanı ise 1-16 Haziran (2013) arasında günlerce dolup taştı.

KAYNAKÇA

Aydın, S. (2006). Toroslarda Yaylacılık ve Çukurova’nın Önemi., Kebikeç – İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi, 21, 111–134.

Aydın, S. (2012). Çukurova Tarihinde Yörükler ve Türkmenler. B. Çelik (Ed.) içinde. Adana’ya Kar Yağmış – Adana Üzerine Yazılar. (113–139). İstanbul: İletişim.

Beşikçi, İ. (1969). Doğuda Değişim ve Yapısal Sorunlar. Ankara: Doğan.

Doğan, A. E. (2007). Eğreti Kamusallık, Kayseri Örneğinde İslamcı Belediyecilik. İstanbul: İletişim.

Faulkner, N. (2015). Marksist Dünya Tarihi. T. Öncel (Çev.). İstanbul: Yordam.

Gezi Parkı eylemlerinin 8. yılı: Protestolarda neler yaşandı? (2018, Mayıs 30). BBC News Türkçe, https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-44304326

Kalyon, K. (2009, Şubat 9). Tekel Direnişinin Prizmasından. Bianet. https://bianet.org/biamag/diger/119944-tekel-direnisinin-prizmasindan, ziyaret tarihi. Erişim: 18.03.2022.

Kemal, Y. (2007). Binboğalar Efsanesi. İstanbul: YKY.

Sarı, M. (2022). Atatürk Dönemi İskan Kanunları. Atatürk Ansiklopedisi. https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ataturk-donemi-iskan-kanunlari/

Şensoy, F. (1987). İstanbul‘u Satıyorum [Tiyatro Oyunu]. https://www.youtube.com/watch?v=qpUqA-YrdCY&t=1430s&ab_channel=Ortaoyuncular

Utku, M. (2010). Diren İşçi [Film]. https://www.youtube.com/watch?v=GSxnuFVVeZ8&ab_channel=MURATUTKU

Yavuz, N. (2012). Fırka-i Islahiye Ordusunun Özellikleri ve Faaliyetleri. Akademik Bakış, 5(10), 113-127.

Kapak görseli: Varto depremi sonrasında kurulan çadırlar, 1966. Kaynak: ETH-Bibliothek Zürich, Bildarchiv /Metzger, Jack / Com_L15-0531-0003-0002 []

DİPNOTLAR
  1. Bu görece kaydını barındırdığı patriyarkal veya gerontokratik hiyerarşilerden dolayı düştüğümü belirtmek isterim.
  2. “Bu bölgede konar-göçer olarak yaşayan Sarıkeçililer, Aydınlılar, Boynuinceliler, Tırtarlar, Karakeşliler, Karahacılılar, Bahşişler, Karakoyunlular, Karayakalılar, Keşefliler, Kösereliler, Haytalar, Manavlılar, Gacarlar veya Çakallar Osmaniye, Adana, Tarsus ve Mersin’in şehir merkezlerine, ilçelerine ya da köylerine yerleşmiş, yeni köyler veya mahalleler kurulmuş ve nihayetinde Türkmenler ve Yörükler büyük ölçüde yerleşik hayata geçmiştir. Bununla beraber kalabalık Yörük obaları da yakın döneme kadar bu bölgede bulunmaktadır. Örneğin, “1940’larda bir kısım Bahşiş’le Kösereli, Karakayalı, Keşefli ve Çakal aşiretleri Mersin–Arslanköy’ün kuzeyinden başlayıp Bolkar’ın kuzey sırtlarına uzanan platoda yazlamakta ve Mersin–Adana arasıyla Doğankent civarında ve Yumurtalık kuzeyinde kışlamaktadır” (Aydın, 2006: 133).
  3. 1934 tarihli İskân Kanunu, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın ifade ettiği gibi, dört ana derde çare bulmak gayesindeydi. Bunlar: nüfus, muhaceret, göçebelik ve toprak meselesidir. İç ve dış göçleri düzenlemek, aşiret ve göçebe hayatına son vermek, milli bünyeyi kemiren büyük mahzurların önüne geçmek yapılacak önemli işlerdendi (Sarı, 2022: 5). 
  4. Türkiye’deki Romanların sayısı ve coğrafi dağılımı konusundaki bilgiler ve harita https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87ingeneler adresinden alınmıştır.
  5. 2013 Gezi isyanı zamanında iktidar çevrelerinden bu işin içinde faiz lobisi gibi dış mihraklar var gibi yorumlar yapılıyordu. Bu dış mihraklar eylemcileri sokağa döktükleri gibi, telekinezik güçleriyle iktidarı ve polisi de zaafa uğratıyordu. Çadırın daha o tarihte Gezi Parkı’nda kurulmuş olması, merhum Kemal Sunal’ın telekinezik güçleriyle Gezi isyanının ateşini tutuşturduğunun göstergesi diye yorumlanabilir.
  6. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin paylaştığı bilginin ayrıntıları için bkz. http://www.ibb.gov.tr/tr-tr/bilgihizmetleri/istatistikler/documents/demografi/t211.pdf
  7. Bu tartışma gündemini daha iyi görmek için 2010 yapımı Murat Utku imzalı Diren İşçi belgeseline bakılabilir. Film, 2011 yılında Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) En İyi Belgesel Film Ödülü almıştır.
  8. Kenan Kalyon’un (2009), “Tekel Direnişinin Prizmasından” başlıklı yazısındaki şu iki cümle Tekel direnişinin anlamı ve önemini çok iyi özetler:
    Eyleme geçen Tekel işçileri, Türkiye işçi sınıfının 1970’lerde sayıları 70 binlere dayanan, ama özelleştirme muharebelerinden yenik çıkılmasına koşut olarak habire eriyen ve şimdilerde son nefesini verdi verecek az çok “güvenceli” bir kolunun, köylülüğü de yakından ilgilendiren bir tarımsal sınaî dalının, atı alanın Üsküdar’ı geçmiş gibi gözüktüğü özelleştirme takvimi uyarınca tasfiyesi kaçınılmaz bir bakiyesi konumundaydılar. (…) Neresinden bakılırsa bakılsın ve bundan sonraki seyri ne olursa olsun, halen devam eden Tekel direnişi, daha şimdiden her hangi bir eylem ve hak arayışının ötesine geçip bir “olay”; hatta bazı bakımlardan ayrıksı ve istisnai bir olay olarak Türkiye işçi sınıfı tarihine mal oldu bile.
  9. Dönemin Beyoğlu İlçe Emniyet Müdür Yardımcısı Ramazan Emekli daha sonra çadırların yakılması talimatı verdiği iddiasıyla yargılandı. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından ihraç edilen Emekli, çadırların yakılmasından dolayı “görevi kötüye kullanmak” ve “genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması” suçlarından 10 ay hapis cezasına çarptırıldı (BBC, 2018).

İLGİLİ NESNELER