CAMİ
DENİZ PARLAK

İÇERİK

Tanım

Cami… Şadırvanında erkeklerin sohbetinin yankılandığı, kadınların Ramazan mukabelelerini beklediği, sabah gittiğinde gelen bir diğerini tanıdığın, cuma namazına kimin gitmediğini ayırt ettiğin, kimisi için sevap kaynağı, kimisi için sayısı arttıkça işlevi sorgulanan… Oysaki “toplayan, bir araya getirendir” cami. Alevi’nin cemevini bilmezken, Arapça “cem”den türer, cami ve ne Kuran’da ya da İslam’ın ilk kaynaklarında yer alır ne de zarurettir.

Yeryüzü Bize Mescit ise Abidevi Camiler Kimin İçin?

Hz. Muhammed’in hadisine dayanarak Müslümanlar bilir ki, “yeryüzü temiz ve mescit kılınmıştır” ve Kuran, “cami”yi anmaz; hep mescittir o. Ama ne zamanki Medine’ye hicret edilir, ilk iş oraya büyük mescitler, yani cami yaptırılır. Çünkü cami tarihi boyunca yalnızca ibadethane değildir, dini eğitim-öğretimin verildiği, içinde kütüphane olan bir yerdir; askeri ve daha da önemlisi idari amaçlarla da kullanılır. Bu amaçla, Müslümanların yaşadığı her köye bir cami yaptırılır. Artık göçebe bir tarım toplumu değildir yaşayan, tabakaları vardır toplumların, ayrışmaları da. Mısır’da Hicret’in 132. (750) yılında köy camilerine, cemaate birkaç basamak yukarıdan seslenmek için minber konulur; ki minbere çıkan, bölgenin yöneticisidir (Önkal & Bozkurt, 1993). İlk kez 10. yüzyılda cami kelimesi tek başına kullanılmaya başlanır. Peygamber döneminden itibaren kâh idari meseleler kâh onların halka duyurulması camide gerçekleşirken; şehirlerde cami sayısı hızla artar. Artık ihtişamlı olanını inşa ettirmek de bir güç simgesine dönüşür (Özcan, 1993). Müslümanlar için İslam’a karşı bir direnişin sembolü kabul edilen Konstantinopolis’te Ayasofya Kilisesi’nin camiye çevrilmesi ve fetihten sonraki ilk cuma namazının Ayasofya’da ezanla kılınması hanedanlığın kudretini “taçlandırır.”

Bir köyün mescidi için tahtadan inşa edilmiş basit minare, 1953. Kaynak: ETH-Bibliothek Zürich, Bildarchiv /Comet Photo AG (Zürich) / Com_L02-0122-0003-0004 []

Beytullah, yani Allah’ın evi olan camiye girildiği andan itibaren herkes eşit kabul edilse de; cami yaptırma ediminin kendisi, en başından sınıfsaldır. Osmanlı devletinde yalnızca padişahların yaptırabildiği, birden çok minaresi olan, ihtişamlı camiler inşa ettirmek, imparatorluğun ve sultanın gücünü ispat etme çabasıysa, 21. yüzyıl Türkiye’sinde Çamlıca’nın tepesine altı minareli, altmış üç bin kişilik cami inşa ettirmek de esasında camiyi devasa bir manifestoya dönüştürür.

Osmanlı’nın klasik dönemlerinde tipik bir Müslüman mahallesini minaresiyle, kubbesiyle, etrafında örülü çarşısıyla bütün mahalleyi kuşatan camiden anlarsınız. Halkın medreseleriyle eğitimdeki esas adresi olan, vaazları ve hutbeleriyle siyasal kararlardan haberdar olunan, avlusunda cemaatten haber alınan, mimarisiyle maddi kültürü yansıtan, ulemasıyla devletin kurumsal mimarisinin bizatihi içinde yer alan camiler; öncelikle devletin gücünü ve iktidarını yeniden üreten mekânlar olarak bütün toplumsal dönüşümün izlendiği, yaşayan mekânlardır. Bu yaşayış, aynı zamanda toplumsal değişimle birlikte değişir, dönüşür. Padişahın cuma selamlıkları dışında tiyatrolarda halka göründüğü, hutbelerin ve vaazların yalnızca iktidarın değil; muhalefetin de sesi konumuna geldiği, mahallenin her türlü idari, adli ve sosyal işlerinden sorumlu imamların yalnızca defin ve cenaze işlerinden sorumlu tutulduğu, medreselerin ıslah edildiği, mahyaların kandille değil elektrikle kurulduğu, cami avluları yerine kıraathanelerde toplanıldığı geç Osmanlı dönemi, Cumhuriyet Türkiye’sinin devraldığı mirastır.

Bilmem ki Ramazan Ankara’ya Nasıl Gelir?

Şapkalı müftü: “Müftülerde Teceddüd: Ayvalık Müftüsü Muhammed Şakir Efendi Şapka Giymişdir” Kaynak: Cumhuriyet no. 653 (02.03.1926), s. 1.

Ahmet Rasim, İstanbul Mektupları başlıklı yazısında sorduğu bu soruyla, eski başkent İstanbul’da Ramazan’ın bütün sesleriyle yankılanırken, yeni Türkiye’nin Ankara’sında Ramazan’ın geldiğinin duyulmadığını yazarken, artık camilerin de dolmadığından söz eder (Hakimiyeti Milliye, 14.04.1924). Kelimenin gerçek anlamıyla bir gecede kurulmuş cumhuriyetin, hızlıca yakalaması gereken kapitalist bir dünya, parçalanmış toplumunu ortaklaştırması gereken bir ulus devlet arayışı vardır. Bu arayışın içerisinde, İslam’ın Osmanlı’nın son yıllarından beri tartışılageldiği gibi mân’i terakki1 mi yoksa toplumun tutkalı mı olduğu sorusu bugün bile hemen her konuda “icazet alınan” Diyanet İşleri Reisliği’nin kuruluşuyla cevaplanır. Devlet aygıtından özerk olmayan Diyanet, Sünni İslam’ın koruyucu ve düzenleyici otoritesi olarak kurulmuşken, elbette camilerin idari yönetimini de devralır. Osmanlı mahallesinin adli, idari işlerinin yöneticisi olan imam, Diyanet İşleri Reisliği tarafından, Latin harflerini ilk kurslarda öğrenen ve halka öğretmesi beklenen, resmi kıyafetleri belirli bir devlet görevlisi olur. Din görevlileri sarıklarını çıkarıp şapka taktıklarında Diyanet de, halkın dini olarak da şapka giymenin caiz olduğuna ikna olması için çeşitli fetvalar yayımlar ve namaz sırasında da başı kapatmanın zorunlu olmadığını vaazlarda aktarır. Ayvalık Müftüsü Muhammed Şakir Efendi, şapkalı pozuyla cami önünde gazetelere manşet olur. Falih Rıfkı Atay’ın (1980) “Eski Türkiye’de ‘Cumhuriyet’ sözü ‘Şapka’ sözü kadar kötü ve korkulu idi” dediği gibi, camiden çıkan cemaatin başına sardığı mendiller, ters takılan kasketler, şapka giymeye karşı çıkanların avludaki görüntüsüdür.

Camilerde artık padişah değil; cumhuriyet adına hutbeler okunur (Vakit, 08.03.1924), Ramazan gecelerini İstanbul’un siluetine yansıtan mahyalar 1929’dan itibaren Türkçe, “Hakimiyet Milletindir,” “Türkler Cumhuriyetperverdirler” sözleriyle cami minarelerini ışıklandırır (Hakimiyeti Milliye, 20.03.1926). 1928’de Mehmed Fuad Köprülü başkanlığında İlahiyat Fakültesi hocaları, her ne kadar uygulamaya geçirilmemiş olsa da, Dini Islahatın Esasları Hakkında Layiha başlıklı bir raporda, camilerde sıraların ve vestiyerlerin olmasını, halkın camilere temiz ayakkabılarla girmesini, hatta camilerde musiki aletlerine ve enstrümantal musikiye ihtiyaç olduğunu ve imamların dini rehberlik için felsefi eğitim almaları gerektiğini yazarlar (akt. Feroze, 1995).

Cami, Müslüman’ın ibadethanesi olmasının çok ötesinde “sözü” ve “özü” ile bütün toplumu inşa edebilecek ve ona nüfuz edebilecek bir kudrete sahiptir. Bu nedenle, camide kılınan namazla göreve başlayan Meclis’ten; ibadetleri “Türk(çe)leştirilen,” görevlileri kontrol edilen, dini eğitimi rasyonalize edilip modernleştirilen, hatta gerekirse tasnif ve tasfiye edilen, gerçekleştirilen tüm reformların gündelik hayatta deneyimlendiği camiler, artık halifenin fermanlarının okunduğu değil; siyasal iktidarın ricasıyla Ahmed Hamdi’nin yazdığı hutbelerle “Müslümanlıkta ilmin payesi”nin konuşulduğu yerlerdir. Aynı şekilde camiler tüm bu dönüşümle birlikte “içeride” yaşananı açığa çıkarandır.

Tanrı Uludur: Laikliğin İzinde Türkçe Ezan

1932 Ramazan’ında İstanbul’da camiye giden cemaatin, ezanı ilk kez “Tanrı Uludur, Tanrı Uludur,” diye duymasının ardından günde beş vakit okunan Türkçe ezan, bir yandan İslam’ı Türk(çe)leştirme; diğer yandan dini reforme ederek bir biçimde modernizmle uyumlu kılma çabasına 18 yıl boyunca yurdun dört bir yanında yükselen ses olur. Meclisini dualarla açan bir Türkiye’den İslam’ın iktidar ilişkileri içerisindeki yerinin siyasal stratejiler manzumesiyle düzenlendiği Türkiye’ye evrilen bir toplumda laikleşme ile girilen yol medcezirlidir: Ne din karşıtı propagandaya destek verilir ne de din, diğer toplumsal kurumlardan farklılaştırılır.

Fatih Camii’nde Hafız Rifat Bey ilk Türkçe ezanı okurken, 30.01.1932. Kaynak: İBB Atatürk Kitaplığı / Alb_000150

Her ne kadar hutbelerin ve vaazların Türkçeleştirilmesi, Osmanlı’nın geç dönemlerinde Kazanlı Halim Sabit’in Sırat-ı Müstakim’de “Zaten bu hutbeleri anlayan bilen yok ki […] Birçok kimseler Cuma’ya gelirler de hutbeyi dinlemezler bile […] Zaten dinleseler de bir şey anlayabilecekler mi? Heyhat!” dediği (Kazanlı Halim Sabit (1908 [2012]), uzun yıllara dayanan tartışmaların konusu olsa da Türkçe ezan, yeni Türkiye’nin camilerinde gündem olacaktır. Milliyet gazetesi 6 Şubat 1932 günkü manşetini “Türkçe ezanı dinlemek için 20 bin kişi Süleymaniye Cami’nde toplandı,” diye atacaktır. Artık, Türkçe ezanın okunduğu yerin karşılığı, Ziya Gökalp’in dizelerinde Vatandır:

Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur.
Köylü anlar manasını namazdaki duanın.
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur.
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ’nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!

Milliyet Gazetesi’nin “Türkçe Kuranı halk misilsiz bir huşu içinde dinledi” başlığıyla verdiği Ayasofya’da Kadir Gecesi’nde Türkçe Kuran okunmasını dinlemek için toplanan kalabalık, 03.02.1932. Kaynak: İBB Atatürk Kitaplığı / Alb_000150

İslam, 1930’lu yıllarda gittikçe Türklük temelinde şekillenen milliyetçi bir ethosla biçimlenmişken, cami bu milli, Türk dinin inşasına payanda olmuştur. Diğer taraftan, 1 Şubat 1933 günü Bursa Ulu Cami’de ezanın Türkçe okunmasına karşı çıkan cemaatin protestolarıyla toplumsal tepkiler gün yüzüne çıkar.

İbadet dilinde ezanın Türkçeleştirilmesi, laikleşme sürecinde halkın tepkilerinin yoğunlaşmasına neden olur. Arapça okunan ezanın günde beş vakit Türkçe, üstelik makamla okunmasıyla camiler, halkın pasif direniş mekânlarına dönüşmüştür. Yurdun farklı yerlerinden Diyanet İşleri Reisliği’ne türlü dilekçeler, Emniyet Müdürlükleri’ne şikayetler iletilmiştir: Ezanı önce Türkçe okuyup sonra kısık sesle Arapça okuyanlar, Arapça ezanı çocuk ya da meczuplara okutanlar, sabah ezanında çok kimse duymazken ezanı Arapça okuyanlar…

Milli Bir Dava Olarak Ayasofya

Ezanın Türkçe okunmasının yanı sıra 1930’ların bir diğer netameli konusu camilerin tasnif edilip gerektiğinde tasfiye edilmesi ve anıtsal camilerin müzeye çevrilmesidir. 1922 yılına kadar fiili savaş halinde olan ülkenin ilk bütçe görüşmelerinde Karesi Mebusu Vehbi Bey, camilerden “adım başı bir harabe” olarak söz eder (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 2, İçtimai Senesi 3, İçtima 61, c. 14, 214-215). 1925 yılı bütçe görüşmelerinin ardından camilerin temizliği, aydınlatması ve tamiratına sınırlı bir bütçe ayrılır. 19 Nisan 1927 tarih ve 1011 sayılı kanunla camilerin tasnif edilmesi, ihtiyaç olunan din görevlilerinin tespitine karar verilir. Talimatnamenin şartlarına göre bir caminin tasnif dahilinde kalabilmesi için beş vakit ibadete açık bulunması, bu süre zarfında cemaatinin olması, en yakın camiyle arasında en az 500 metre mesafe bulunması, fiziki koşullarının yeterli olması beklenmektedir. Ancak mimari ve tarihsel değeri yüksek olan camiler bu tasnifin dışında bırakılmıştır. Osmanlı devletinden cumhuriyete kalan 12 bin 36 cami, müftülükler aracılığıyla tasnif edilir (Aytürk, 1990: 4-5). Mübadele ve savaş koşullarında ayrılan ve zorunlu göçe tabi tutulan, Müslüman olmayan azınlıkların topraklarındaki ibadethanelerin pek çoğu Osmanlı döneminde olduğu gibi sessizce camiye çevrilir. Örneğin, Niğde’nin Fetek köyündeki nüfus, mübadele ile ayrılınca, köye yerleştirilen Müslüman nüfusun talebi doğrultusunda kilise, camiye dönüştürülür ve Diyanet’e bağlanır (BCA, 07.12.1925.30-18-1-1-16-77-5). 1927 yılının ardından cami arsalarının ve onarılamayacak durumda olan camilerin, kurumların ihtiyacına göre devrine ve tasfiyesine başlanır. Kimi, binası yetersiz gelen belediyelere, kimi fiziki yetersizliğinden hastanelere, kimi de kubbesi kurşun geçirmediği için askeriyeye depolama alanı olarak devredilir.2Bu süreci hızlandıran esas düzenleme, laikleşme sürecinin radikal bir seyir izlediği 1930’ların hemen başında, 1931 yılında camilerin yönetiminin, bütünüyle Evkaf Müdürlüğü’ne devredilmesidir. 25 Aralık 1932 günü Evkaf Müdürlüğü, camilerin tasnifine ilişkin çıkardığı yirmi maddelik detaylı talimatname ile camilerin tasnifine girişir, ardından 15 Kasım 1935 günü yürürlüğe giren 2845 sayılı kanunla camilerin kadro harici bırakılmasına ilişkin mevzuat gündeme gelir. 2022 Türkiye’sine uzanan, “CHP camileri ahır yaptı” söyleminin kökleri işte bugünlerdedir. Böylece, dönemin tarihsel ve toplumsal koşullarını nesnel bir çerçevede görmeye ihtiyaç duymayan mukaddesatçı ve İslamcı kanat için camilerin tasfiyesi ve çeşitli nedenlerle farklı kurumlarca kullanımı, popülist söylemin kadim konusu haline gelir. Oysa ki, cumhuriyet dönemine ilişkin binlerce devlet arşivinin arasında ahıra dönüştürülen hiçbir camiye rastlanmazken, bu söylemin en ateşli savunucusu AKP döneminde inşaat rantına kurban edilen camilerden söz edilmez.

Milli bir davaya dönüşen anıtsal camilerin müzeye dönüştürülmesinde şüphesiz ki, en dikkat çekeni İstanbul’un fethinin ardından Müslüman Türk’ün zafer nişanesi olarak camiye çevrilerek, fetihten sonraki ilk cuma namazının kılındığı ve böylece fetih sürecinin resmen tamamlandığının ilanı olan Ayasofya Camii’nin, 1934 yılında müzeye dönüştürülmesidir (İnalcık, 1990). 1950 yılına kadar buna karşıt sesler, yüksek sesle duyulmaz. 27 yıllık tek parti iktidarını sona erdiren 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti iktidara geldikten bir ay sonra, Türkçe ezanın kabul edildiği gibi yine bir Ramazan günü, “vicdan hürriyetine ve laikliğe aykırı” olduğu gerekçesiyle önce Arapça ezan yasağını kaldırılır (Resmî Gazete, 17.06.1950, Sayı 7535).

18 yıl boyunca camilerde Türkçe okunan ezanın yeniden Arapça okunmaya başlanması şimdiye kadar buna tepki gösteremeyenlerin Demokrat Parti’ye, bilhassa Adnan Menderes’e olan inancını yükseltir. Halit Yumruk isimli bir vatandaş, Menderes’e “Ezanı muhammediyeye karşı göstermiş [olduğu] islamihissiyata güvenerek” bir mektup yazar ve madem öyle, Ayasofya’yı da bir an önce yeniden camiye çevirmesini ister (BCA, 30.09.1950, 30-1-0-0-17-99-13). İlk kez yükselen bu ses, artık hiç durmayacak ve Ayasofya’nın camiye çevrilmesi “milli bir dava” konusu olacaktır. Dönemin ideolojik ve politik ikliminde Ayasofya’yı çırılçıplak soyanlardan,3 kapısına kilit vuranlardan hesap sorulmak isteyenler artar ve milliyetçi refleksleri üreten her gündemle birlikte Ayasofya’nın “Türk’ün kapanık bahtıyla beraber açılması”4 istenir.

Sebilürreşad Dergisi’nin 125. sayısında yayınlanan Türk Milliyetçiler Derneği’nin “Ayasofya camiinin tekrar cami olmasını istiyoruz” bildirisi, Nisan 1952. Kaynak: İslamcı Dergiler Projesi / Sebilürreşad []
Akis Dergisi’nin 587. sayısının kapağı: Ayasofya’nın Kıbrıs krizine bir cevap olarak camileştirilmesi meselesi, 22.05.1964. Kaynak: İnönü Vakfı / Akis Dergisi Arşivi []

İstanbul’un fethinin 500. yıl kutlamaları Osmanlı devletinin gücüne referansla, Ayasofya’nın ibadete açılmasının milli bir dava haline gelmesine kaynaklık eden tarihi günlerdir. Bir yandan İstanbul Fetih Cemiyeti, Ayasofya’nın aralarında bulunduğu camilere fethin hatıralarını yansıtan kitabeler koymak ister; diğer yandan Fetih Yıllarını Aydınlatma Derneği başlarına beyaz keçe kumaşlar geçirip kılıçlarını kuşanarak, Ayasofya’nın kapısına at sürmek (Öney, 2016)… 1964’te Yunanistan ile yaşanan Kıbrıs Krizi’nden, 1970’lerde Milli Selamet Partisi’nin siyasal sahneye çıkmasına kadar her gündemde, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi milli bir dava olarak öne sürülür (Ayvazoğlu, 2003). 1977 seçimlerinde Necmettin Erbakan, mitinglerde “Ayasofya Câmii İslam’ın köhnemiş Hıristiyanlığa galebesinin timsalidir,” sözleriyle Ayasofya’yı ibadete açacağına söz verir (Sebil, 1977). Erbakan’ın ardından Demirel’in girişimiyle 8 Ağustos 1980’de ibadete açılan Ayasofya’nın Hünkâr Mahfili, 12 Eylül Darbesi’nin hemen ardından, 14 Eylül’de restorasyon gerekçesiyle kapatılır. Siyasal sahnenin Türk-İslam söylemleriyle dolduğu günlerde, 1991’de bu kez Turgut Özal’ın girişimiyle yeniden açılır.

Cami, Ayasofya’yı müzeye dönüştüren kurucu kadroyla ve bu kadronun laikleşme ve Batılılaşma hamlelerine karşı girişilen bir hesaplaşmada siyasal bir sembol haline gelir. Milliyetçi-muhafazakâr ve İslamcı çevrelerin geçmişe özlem vurgusunda cami, Ayasofya ile özdeşleşirken nostaljik bir araç olmaktan ziyade; geçmişteki gücün ve iktidarın şimdiye taşınabileceği ve bu gücün “biz”le kurulabileceği günlerin yakın olduğuna da tanıklık anlamına gelir. “Esir,” “mahzun,” “ağlayan” Ayasofya’da ezan sesleri duymanın hasretini 1988 yılında Refah Partisi (RP) İstanbul İl Başkanı olan, bugünün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dile getirdiğinde cami, çoktan İslamcı bir ulus inşasının sembolü haline gelmişti (Azak, 2014). 2002 yılında tek başına iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin on sekiz yıllık iktidarının ardından 24 Temmuz 2020 günü Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın elinde kılıçla minbere çıkıp hutbe okumasıyla, Erdoğan’ın Kuran tilavetiyle, binlerce kişinin katılımıyla yeniden tamamıyla ibadete açılan Ayasofya, caminin İslamcı bir ulus inşasında siyasal bir sembol haline getirilmesinin tarihini örnekleyen özgün bir örnektir.

“Minareler Süngümüz, Kubbeler Miğfer, Camiler Kışlamız…”

Türkiye’deki İslamcı Refah Partisi’nin İstanbul, Ankara gibi metropol kentlerin belediye seçimlerini kazanarak yükseldiği ve bu yükselişin laik kesimlerce kaygıyla karşılandığı yıllarda camiler, toplumsal kutuplaşmanın billurlaştığı alanlara dönüşür. Kamusal görünürlüğü artan tarikatların ve cemaatlerin yapılanması yalnızca ibadetin değil; sosyal ilişkilerin de mekânı olan camilerde o yıllarda tamamlanır. Bir cami imamı olan Muharrem’in İslami akidelere sıkı sıkıya bağlı yaşamının, bir tarikat şeyhinin dikkatini çekmesiyle başlayan ve tarikat içi ilişkileri konu edinen Takva (Özer Kızıltan, 2006) filminde Ekran Can’ın canlandırdığı Muharrem karakterine, Şeyh’in söyledikleri tarikat ve cemaat ilişkilerini özetler:

Allah razı olsun Muharrem Efendi evladım. Hesaplara şöyle bir baktım, [başka yerde Rauf din ulularının dünya işleriyle uğraşmamaları gerektiğini söylese de] bazı aksilikleri düzeltmek gerek. Bazı tamir işleri yaptırmışsın. İşte onları dergâhımıza bağlı ustalara yaptırsaydın çok iyi olurdu. Hem din kardeşlerimize hayır işlemeleri için fırsat vermiş oluruz hem de dergâhımızın gelişmesine yardımcı oluruz.

Bugün baktığımızda bir yandan küçük esnaf, orta ölçekli işletme sahibi; diğer yandan ise artık holdingleşmiş yapılar olan tarikatlar ve cemaatler, toplumsal sınıf ve güç ilişkileri içinde kendilerine yer edinir, dolayısıyla devlet aygıtıyla ve siyasal iktidarla tahmin edilenin çok ötesinde, çıkar birliği içindedir. Bir zamanlar İstanbul Fatih Çarşamba’daki İsmailağa Camii’nin imamı olan Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cami cemaatinden oluşan küçük ölçekli oluşumu, 90’lı yıllarda Türkiye sathında ekonomi politik süreçleri etkiler hale gelir. İstanbul’da Erenköy semtine yerleşen Mahmut Sami Ramazanoğlu’nun gittikçe büyüyen ve siyasal aktörler çıkaran müritleri, Erenköy Camii’ni merkeze alarak genişler ve Erenköy Cemaati’ni oluşturur.

Türkiye, tarikat şeyhlerini ziyaret eden, onlardan icazet alan, camilerde beraber cuma namazına katılan siyasal parti liderlerinin haberlerine 90’lardan beri alışkın. 1980 askeri darbesinden sonra devletin resmi bir ideoloji olarak benimsediği Türk-İslam sentezi, neoliberal dönüşümün başlamasıyla sermaye birikim stratejisinin değişimi, kamusal temel eğitim ve sağlık gibi hizmet alanlarının özelleştirilmesi, sosyal devletin peyderpey tasfiyesi tarikat ve dini cemaatlere bekledikleri alanı açan tarihsel fırsatı sunar. Diğer bir deyişle, devletin özelleştirmelerle, neoliberal politikalarla eğitim ve sağlık gibi birçok temel alandan geri çekilmesi, artık cami cemaati olmanın çok ötesinde hayırsever dernekler ve vakıflar gibi işleyen tarikat ve dini cemaat yapılanmalarını gittikçe kitleselleştirir. Erdoğan rejimi ve AKP iktidarında ise bu sınıfsal ve dolayısıyla toplumsal ilişkiler gittikçe derinleşir. İsmailağa Şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun Fatih Camii’ndeki cenazesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, pek çok siyasetçi ve bürokratın yer alması, hatta onların önünde yeni şeyh ataması yapılması bu ilişkilerin içiçe geçmiş olduğunu kanıtlar.

İslami referansların ulusal kimliğin önemli bir bileşeni olarak toplumsal kutuplaşmayı inşa edecek biçimde kullanımı, AKP iktidarı döneminde yoğunlaşır. Siyasal dinamiklerin etkisiyle caminin (yeni) ulus inşasında kurucu unsur olarak simgeselleşmesinde, siyasal aktörlerin söylem ve pratikleri kritik öneme sahip olacaktır. Henüz 1997 yılında, İstanbul Belediye Başkanı iken Recep Tayyip Erdoğan’ın Siirt’te gerçekleşen bir miting sırasında, “Minareler süngümüz, kubbeler miğfer, camiler kışlamız” dizeleriyle devam eden şiiri okuması nedeniyle hakkında “halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçlamasıyla Türk Ceza Kanunu’nun 312/2 maddesine göre dava açılır ve yargılama sonucunda Erdoğan, 26 Mart 1999 günü cezaevine girer. Mahkemede verilen mütalaada “Rejimle ilgili talebi olmayan, dindar, devlet ve milletine bağlı insanlar, ‘şeriatçı, radikal İslamcı, irticacı’ gibi ifadelerle de rencide edilmekten kaçınılmalıdır. Cami cemaatini, özelikle cuma namazını kılmakta hassasiyet gösteren vatandaşları RP’li olarak algılamak yanlıştır,” sözleri toplumda iyice tırmanan laik-dindar çatışmasının, hukuki yargılamalara konu olmasına önemli bir örnektir.

Kürt bölgesinde yaşanan silahlı mücadeleler sonucunda asker cenazelerinin kaldırıldığı cenaze törenleri ile camiler, devlet protokolünün milliyetçi-İslamcı referanslarla bezendiği performansa izin verir. İstanbul’da Zincirlikuyu ile Teşvikiye Camii, Ankara’da Kocatepe Camii “protokol” camileri işlevi kazanır. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası, bilhassa İstanbul’daki kimi camiler, o gün hayatını kaybedenlerin cenazelerinin kaldırılması vesilesiyle “Şehitler Camii” olarak anılmaya başlanır. Gülen Cemaati ile ilişkili olduğu iddiasıyla gözaltına alınan Dumankaya Holding sahiplerinin yaptırdığı Dumankaya Camii, bu yıllarda adı değiştirilerek 15 Temmuz Şehitler Camii’ne dönüştürülür.

Şefaatten İnşaata

İstanbul’un Çamlıca tepesine şehrin “siluetine” yansıyacak cami yaptırmakla, cemaatin ihtiyacı doğrultusunda cami yaptırmak tartışmaları uzun yıllardır süregiderken, bugün Türkiye’de cami sayısı 90 bindir. Cumhuriyet döneminin şehirlerinde yalnızca onarılan, bakımı yapılan ya da tasfiye edilen camilerin yerine yenisinin eklenmesi, 1945 yılında İstanbul’un merkezinde Şişli’ye klasik Osmanlı camisine uygun bir cami yapılmasına karar verilmesiyle başlar. Bu tarihe kadar cami mimarisi, kültürel tezahürlerin bir parçası değildir ve Osmanlı mimarisi referans kaynağı olmaya devam etmiştir. 1950-1957 yılları arasında 1.044 cami onarım görmüşken, 12 bin 971 yeni cami inşa edilir ve tek parti iktidarı döneminde bu alana ayrılan bütçenin altı katına denk düşen bütçe ayrılır (Batuman, 2015). Daha önce bağışlarla yaptırılan camiler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1965 yılında bugünkü teşkilat yapısını alması ve camilerin gerek mali gerekse idari işlerinden tek sorumlu merci olmasıyla devletin denetimine dahil edilir. Bugün Türkiye’de Diyanet’in izni olmadan cami adına çivi dahi çakılamaz.

Kent dinamiklerinin değişmesi, nüfus artışının dışında kentlerde yeni bir tür dinselliğin açığa çıkması, siyasal İslam’ın yükselişi ve İslamcı kesimlerin kamusallığının artışıyla birlikte değerlendirilen cami inşası ve mimarisi tartışmaları, 1960’larda sıcak gündem konusu olmaya başlar. 1940’larda gündeme gelen, devletin başkenti Ankara’ya anıtsal cami yaptırma fikri, bu caminin (Kocatepe Camii) yapımı için açılan yarışmayı kazanan Vedat Dalokay’ın “modern” tasarımı ile sekteye uğrar. Bu tasarımın inşasından son anda, muhafazakâr tepkiler nedeniyle vazgeçilmesi, cami mimarisinin politikleştiği ilk örnektir. Klasik Osmanlı camileriyle kurulan özdeşliğin bozulması, İslami kesimlerin sermaye birikim sürecinde güç kazanmasıyla değişir. Bilhassa kentlerde “modern” camilerin inşa edilmesi, 1990’lı yıllardaki kentleşme süreciyle hız kazanır ve modernlik imgesi bu kez İslami sermayenin camiye yansıyan gücünde temsiliyet bulur. Sosyal paylaşım sitesi Ekşi Sözlük’e başlık olan “Darth Vader Cami” ya da milyonlarca liraya rezidansların ortasına yaptırılan; ama, camiye benzetilmeyen Sancaklar Camii, gittikçe zenginleşen İslami sermayedarların kültürel alandaki yeni referans kaynaklarıdır.

Altında kapalı otoparkı ve alışveriş merkezine sahip olan Kocatepe Camisi inşaat halinde. Kaynak: İBB Atatürk Kitaplığı, Mimar Hüsrev Tayla Arşivi / FOTO_022044
Emre Arolat’ın RİBA ödüllü “milyonlarca liraya rezidansların ortasına yaptırılan; ama, camiye benzetilmeyen Sancaklar Camii” Kaynak: Anna Winston, “RIBA unveils star-studded longlist for world’s best new building”, Deezen (10.05.2016) [] / ©Cemal Emden

Camilerin inşası ve mimarisinin politikleşmesi yeni olmamakla birlikte, AKP’nin sermaye birikim stratejisinin inşaata dayalı olması nedeniyle cami inşaatlarının ekonomi-politiği yeni bir boyut kazanır. İşlevi yüzyıllardır değişmese de inşasında binbir formel ve enformel ilişkinin kurulduğu camilerin altına yapılan marketler ve alışveriş merkezleri, modernleşmeye direnen; ancak, kapitalist ilişkilere entegre olan İslami kesimlerin İslam referanslı kimlik arayışlarını yansıtır.

“Camilerimize Ayakkabılarıyla Girdiler” Gezi Parkı’ndan Taksim Camii’ne

Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren camiler, hutbesiyle, vaazıyla, ezanıyla, Kuran kursuyla ve kamusal mekân olarak cemaatiyle, iktidar ilişkilerinin içerisinde olan mekânlardır. Ne var ki, AKP döneminde hiç olmadığı kadar camilerin siyasallaştığını söylemek mümkündür. Bu anlamda, cami her tarihsel ve kolektif eylemde amaçları birbirinden farklı çok sayıda kişinin aynı amaca yönlendirilmesi için kültürel-toplumsal birliğin oluşturulmasında iktidar için vazgeçilmez bir rol oynamaya başlar. Bu anlamda Amerikalı antropolog David Kretzer’in (1996) sembollerin iktidarlar tarafından siyasal karar mekanizmalarına dahil edilerek, siyasal algı ve kolektif bir birliği oluşturmada işe koyulduğunu iddia etmesi akla gelir. Bir yandan Diyanet’in camileri yaşam alanına dönüştürme ve özellikle çocukları, camiye gitmeye özendirme gayesi; diğer yandan toplumsal ve siyasal gündemin cuma hutbelerine konu edilmesi, 15 Temmuz gecesi başlayan ve artık gerekli görülen her toplumsal olayda okunan selalar, sesi yükseltilen ezan, Kürt illerinde okunan hutbeler,5 Alevi mahallelerine cami yapılması,6 ve başkentteki cami-cemevi projesi, caminin toplumun İslamileştirilmesindeki simgeselliğini açığa çıkarmaktadır.

Önce ekolojik muhalefet ve ardından 2.5 milyonu bulan geniş halk kitlelerinin, öngörülemeyen biçimde, 79 ilde sokaklara çıktığı 2013’teki Haziran İsyanı, İstanbul Taksim’deki Gezi Parkı’nın yerine 1806’da inşa edilen Topçu Kışlası’nın yeniden yapılması için parktaki ağaçların kesimine başlayacak olan siyasal iktidara bir tepki niteliğindeydi. Parkın yerine yapılması planlanan cami ve AVM kompleksi ise, toplumun İslamileştirilmesini simgeliyordu. Topçu Kışlası’nı yıkan Hareket Ordusu, Abdülhamit’i de devirmişti ve Taksim Meydanı’na yapılacak olan cami-AVM kompleksi AKP iktidarının milletin tanımlayıcı unsurunu, Osmanlı’nın kudretli geçmişiyle harmanlanan Sünni-Müslümanlık’ta bulduğu bir millet projesine uygun düşüyordu. Bu projenin tasavvuruna uymayan Haziran isyancılarını öteki ilan etmek ve topyekûn bir otoriterleşmeyi tesis etmek içinse, iktidar bloğunun toplumsal gerçekliği ters yüz ederek sunmaya ihtiyacı vardı. Taksim Meydanı’na cami inşa etmek isteyen iktidar, “millet” projesine yükselen bu isyana karşı, safları sıklaştırarak, “biz” olma arayışına çareyi yeniden camiyi konu edinmekte buldu. Beşiktaş’ta bulunan Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’nde polis şiddetinden etkilenen yaralılara müdahale sırasında çekilen ve sosyal medyada yayılan bir fotoğraf, iktidar bloğunun Gezi isyancılarına yönelik sloganına dönüştü: “Camilerimize ayakkabılarıyla girdiler,” “Camilerimizde içki içtiler.” 11 Haziran 2013 tarihindeki grup toplantısında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dolmabahçe Camii’ne, ayakkabılarla caminin içine gireceksiniz, orada içeceksiniz ve bu ülkenin dini mabetlerine karşı bu saygısızlığı yapacaksınız, ne adına çevre adına?” sözleri ile AKP’nin hegemonya projesinde caminin kutuplaştırma zemini olarak çizildiğini görmek mümkündür. AKP’nin camiyi bir kutuplaştırma zemini olarak çizmesine belki de en açık cevap, Anti-Kapitalist Müslümanlar ilk cuma namazını Gezi Parkı’nda kılarken, müdahaleyi engellemek isteyen ve etraflarında çember kuranlarla oluşan görüntüyle verildi.

Oktay Ekinci’nin Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Taksim Camisi Belgeseli” başlıklı yazı dizisinden: 80’li yıllardan sonra Taksim Caddesi’nde düzenli olarak Cuma namazı kılan “cemaat” Kaynak: Marmara Üniversitesi [=Kapatılan Şehir Üniversitesi’nden Devir], Taha Toros Arşivi []
Türkiye Anıtlar Derneği’nin Taksim’de yapmak için harekete geçtiği cami projesi hakkında Necdet Evliyagil’in yazısının başlığı ve caminin temsili resmi, 1952. Kaynak: Cumhuriyet (14.02.1952), s. 3.

Gezi Parkı bugün hâlâ yerinde duruyor olsa da 19. yüzyıldan beri süregelen Taksim Meydanı’na cami yaptırma ülküsünü, AKP iktidarı geçtiğimiz yıl Taksim Camii’ni hizmete açarak nihayete erdirdi. Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi ile Surp Asdvadzadzin Ermeni Katolik Kilisesi’nin Taksim Meydanında yer alması, Taksim Meydanı’na bir cami yapılması fikrini her zaman canlı tutar. 1921 yılında, şaşırtıcı bir biçimde, Nazım Hikmet bölgedeki tek cami olan Ağa Camii’yi konu edinen şiirinde “Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen/Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!” dizelerini yazar. 1952 yılında Adnan Menderes’in, 1965 yılında, ardından 1979’da ikinci kez Süleyman Demirel’in Taksim Camii girişimini, 1994’te belediye başkanlığı döneminde sözünü veren Erdoğan’ın tamamlaması, AKP’nin İslami muhayyileyi yerine getirmesi olarak okunabilir. Taksim Meydanı’na dört bin kişilik, 20 metre yüksekliğinde dikilen Taksim Camii’ni inşa etmek, karşısındaki Cumhuriyet Anıtı’nın, arkasındaki Gezi Parkı’nın simgelediği “(seküler) ulus” inşası karşında AKP’nin “(İslami) millet” tasavvurunun yansımasıdır.

Kadınlar Camilerde mi?

AKP rejiminin İslami millet tasavvurunda, kadına yer bulmak zordur. AKP’li yıllar, Anadolu’nun kırsalında kadınların gündelik hayat pratiklerinde yer alan caminin kapılarını, onlara gittikçe kapadığı yıllardır. Kentlerdeki camilerde ise kadınlar, daha keskin ayrıştırmalarla karşılaşır. Bir caminin avlusuna girdiğiniz andan itibaren henüz kapıda, size nereden içeri gireceğiniz işaret edilir: Kadınlar Mahfili. Ancak mekânın yeniden üretimi, cemaati ile mümkündür.

Ekim 2017’de, camilerdeki sorunları dile getiren bir grup Müslüman kadın, karşılaştıkları benzer sorunları yaşayan kadınlara bir çağrı yapmıştı. Camilere eşit erişimi talep eden ve bu konuda yetkililere çağrı yapan bir kampanya olarak ortaya çıkan “Kadınlar Camilerde” hareketi, geçirdiği üç yılın ardından gittikçe kitleselleşen ve hakkındaki binbir spekülasyonun ulusal ve uluslararası basında tartışıldığı bir harekete dönüşür. Çağrının ilk yürütücüleri üniversitelerle ilişkili öğrenci ya da akademisyen kadınlar olsa da; süreç içerisinde bu çağrı, oldukça geniş yelpazedeki kadınları kapsar. Mihrimah Sultan Cami’nde küçük bir grubun camilerde cuma akşamları buluşmalarıyla başlayan, daha sonra İstanbul’un çeşitli merkez camilerine uzanan “Kadınlar Camilerde” etkinlikleri, çoğalan katılımla birlikte artmaya başlar. Hemen her etkinliğe dünyanın farklı yerlerinden İstanbul’a yolu düşmüş Müslüman kadınların yanı sıra, iş çıkışı koşturarak gelen işçi kadınlar, çocuklarını alıp gelen ev emekçisi kadınlar, üniversite, hatta lise öğrencisi kadınlar katılır. Kurulan ortaklık, camilerde bir kadın olarak deneyimledikleri sorunları ve eşit erişim talepleri etrafında birleşir. Kampanyayı destekleyen kadınlar, dünyada kadınların camilere eşit erişimini talep eden kitleselliğe de yaslanarak bu talebe, Türkiye’de karşılık bulma arayışındadır. Hatta içlerinde İstanbul Feminist Kolektifi’nin gece yürüyüşlerinde “Geceleri Camileri de İstiyoruz” diyerek sokağa çıkanlar da var. Bu kampanyanın kitleselleşerek bir kadın hareketine dönüşmesini mümkün hale getiren ise, Mart 2018’de Fatih Camii’nde bir kadının, kadınlar mahfilinde namaz kıldıktan sonra mahfilin dışına çıkarak bir kadın arkadaşıyla sütunun arkasında oturması üzerine erkeklerden oluşan cami cemaati ve caminin imamı tarafından “Neyi ispatlamaya çalışıyorsun?” sözleriyle azarlanıp dışarı çıkarılması ve bu olaydan sonra sosyal medyada bu deneyimi paylaşarak “Kadınlar Camilerde”nin mutfağındaki kadınlara ulaşmak istemesiyle yaşanır. Bu deneyim, bir anda “Kadınlar Camilerde” kampanyasının bir araya gelme amacının somut göstergesine dönüşür. Kampanyanın yürütücüleri bir çağrıyla aynı camide yaklaşık kırk kadınla birlikte kadınlar mahfilinde değil, caminin mihrabını da gören ana alanda erkeklerin arkasında saf tutar. “Erkeklerle aynı safta mı namaz kılmak istiyorlar?” soruları, kampanyanın mutfağındakiler böyle bir hedefle yola çıkmasa da, İslam’ın eril algısına yönelik önemli bir eleştiri zemini oluşturmasıyla hareketin kitleselleşmesine ve bir kadın hareketi olarak anılmaya başlamasına neden olur. Başka bir deyişle, camilerin eril mekânlar olarak yarattığı maddi kültürün, toplumsal cinsiyet rolleriyle bezeli ilişkilerini sorgulamaya olanak tanır.

KAYNAKÇA

Atay, F.R. (1980). Çankaya. İstanbul: Sena Matbaası.

Aytürk, N. (1990). Türkiye’de Camiler ve Cami Görevlileri. Diyanet Gazetesi, 4, 5.

Ayvazoğlu, B. (2003). Tanrıdağ’dan Hira Dağı’na Uzun İnce Yollar. T. Bora & M. Gültekingil (Ed.) içinde. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik. (541-578). İstanbul: İletişim.

Azak, U. (2014). Muhafazakâr milliyetçiliğin bitmeyen davası: Mahzun Mabed Ayasofya. Toplum ve Bilim, 131, 236-263.

Batuman, B. (2015), Türk Sağı’nın Süngüleri: “Milliyetçi-Muhafazakârlık”tan İslamcılığa Cami Mimarisi, Praksis, 35, 23-43.

BCA, 07.12.1925.30-18-1-1-16-77-5

BCA, 30.09.1950, 30-1-0-0-17-99-13.

Erbakan: Ayasofya Camii İslam’ın köhnemiş hıristiyanlığa galebisinin timsalidir. (1977). Sebil, 2(74), 10.

Feroze, M.R. (1995). Laiklikte Aşırılık ve Ilımlılık. Türkiye’de İslam ve Laiklik içinde. (23-41). İstanbul: İnsan.

Hakimiyeti Milliye, 14.04.1924.

Hakimiyeti Milliye, 20.03.1926.

İnalcık, H. (1990). Istanbul: An Islamic City. Journal of Islamic Studies, 1, 1-23.

Kazanlı, H.S. (1908 [2012]). Hutbelere Dâir Şettâ. Sırât-ı Müstakim, 1(1-26), 188-90.

Kretzer, D. (1996). Politics and Symbols: The Italian Communist Party and the Fall of Communism. New Haven & Londra: Yale University.

Öney, S. (2016). İcat Edilen Bir Dış ve İç Sorun: Ayasofya. Birikim, https://birikimdergisi.com/haftalik/7729/icat-edilen-bir-dis-ve-ic-sorun-ayasofya

Önkal, A. & Bozkurt, N. (1993). Cami. TDV İslam Ansiklopedisi, C. 7, 46-56.

Özcan A. (1993). Cami Dini ve Sosyo-Kültürel Tarihi. TDV İslam Ansiklopedisi, C. 7, 46-56.

Parlak, D. (2020). Laikliğin Oluşum Sürecinde Camiler: Geç Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e. İstanbul: İletişim.

Resmî Gazete, 17.06.1950, Sayı 7535.

TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 2, İçtimai Senesi 3, İçtima 61, c. 14, 214-215.

Vakit, 08.03.1924.

Kapak görseli: Photo by Yusuf Onuk on Unsplash

DİPNOTLAR
  1. Ernest Renan’ın “İslam mân’i terakkidir” sözü, Osmanlı devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bir tartışmanın ifadesidir. Bu dönemin egemen sınıflarının esas gayesinin geç kalınan kapitalist ekonomiye koşarak entegre olmak ve yeni biçimlenen ulusu bu noktada şekillendirmek olması nedeniyle, İslam’ın da özünde kalkınmaya engel teşkil edip etmediği Ziya Gökalp’in, Namık Kemal’in de dahil olduğu tartışmalar bu zeminde yürütülmüştür.
  2. Camilerin tasnifi ve tasfiyesine ilişkin daha detaylı bilgi için bkz. Parlak, 2020.
  3. Milliyetçi ve İslamcı siyasetin önemli aktörlerinden olan Osman Yüksel Serdengeçti’nin, 1952 yılında Serdengeçti dergisinde yazdığı bu yazı, Ayasofya’nın ibadete açılması taleplerinin en ses getirenlerindendir.
  4. slamcılığın önde gelen ideologlarından Necip Fazıl Kısakürek, Milli Türk Talebe Birliği’nde 1965 yılında “Ayasofya Hitabesi” başlıklı bu konuşmasında Ayasofya’nın yeniden cami olarak açılmadığı sürece Türk ruhunun sindirileceğini ve bütün ümmetin davayı sahiplenerek ayaklanması gerektiğini haykırır.
  5. 2011 yılında Diyarbakır’da başlayan ve diğer Kürt illerine de yayılan, siyasal iktidarın Kürt illerinde özel önem verdiği hutbelerin Türkçe değil, anadilde, Kürtçe okunmasına yönelik başlatılan sivil cuma eylemleri açık bir itaatsizlik örneğidir. 30 ay boyunca devam eden eylemler, barış vurgusuyla sona erdirilmiştir.
  6. Daha detaylı bilgi için Cumhuriyet’in ilk asrını 100 nesne ile alternatif bir tarih okumasıyla analiz eden 100Sene100Nesne’nin “Cemevi” başlığı incelenebilir: https://100sene100nesne.com/cemevi

İLGİLİ NESNELER