ÇANTA
FUNDA ŞENOL

İÇERİK

Çantalar Bizi Söyler

Hep hayatımızın içinde olduğu için “görmediğimiz,” hakkında düşünmediğimiz; ama, hem nesne olarak kendisi hikâye anlatan hem de içinde birçok hikâye taşıyan çok işlevli bir nesne çanta. Özellikle kadınlar için çantayla kurulan, organik bir ilişki. Bazen varlığı bile unutuluyor. Ama yokluğu da çok ağır bir yük olabiliyor. Günlük dile sirayet etmiş, “çanta gibi yanında taşımak” tabiri, bu bağımlılık ilişkisini iyi anlatıyor. Bazen içine hiç bakmadan elimizi sokup temas yoluyla aradığımızı bulabiliyoruz. Üstelik, çantanın taşıdığı hikâyeler o çantayı taşıyanı anlatmakla birlikte çanta sahibinin yaşadığı sosyal çevrenin, toplumun, dönemin hikâyesine dair de ipuçları veriyor.

İzmir Kemeraltı’nda çantalarıyla, çantacının önünden geçen kadınlar, 1973. Kaynak: University of Wisconsin-Milwaukee Libraries, Harrison Forman Collection /fr434259 [https://bit.ly/3UxFrtU] © Harrison Forman

Aslında çantaların günlük kullanımda ve tüketim kültüründe bugünkü biçimleri ve işlevleriyle yer almalarının tarihi çok eski değil. İnsan var olduğundan beri taşıyıcı aparatlar yok değil. Ama kamusal insanın doğuşuyla bildiğimiz çantanın ortaya çıkışı birbirine paralel görünüyor. “Dışarı” çıkarken birçok şeye hazırlıklı olmalı insan çünkü. Almaya-satmaya, kim olduğunu kanıtlamaya, doğa olaylarına, kazalara, saldırgan ve/ya sevgi dolu karşılaşmalara. Bu liste uzar gider. Ama modern toplum yaşamına geçmeden önce dışarı çıkan insanın, genellikle de erkeğin yanında taşıması gereken sadece paraydı ve bu elde tutulan veya kemere/kuşağa takılan para keselerine sığabiliyordu. Bazen bu keselerde enfiye gibi rahatlatıcı ve keyif verici otlar da olabiliyordu. Zaman kullanımının hayati hâle gelmesiyle zenginlerin bellerine bağladıkları, bir kısmı kıymetli madenlerden ve taşlardan imal edilmiş saatler bu dönemde yaygınlaştı. Bunlar keseye girebilecek boyutta olmalarına rağmen gösterişçi birer obje oldukları ve sık kullanıldıkları için belde taşınıyorlardı. Dolayısıyla tırnakçıların iştahını kabartıyorlardı. Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe kadar geniş bir okur kitlesine ulaşmamış; fakat, rahatlıkla pre-feminist bir anlatı diyebileceğimiz Moll Flanders (2021) romanında, kendisine hayatta kalmak için fahişelik ve hırsızlık yapmaktan başka seçenek bırakılmayan kimsesiz ve yoksul Moll, saatleri ve keseleri aşırmakta ehil biri hâline gelir kısa sürede. 17. yüzyılda İngiltere’deki gündelik hayatı sarahatle anlatan romanda, maddi kültürün nasıl dönüştüğünü ve cinsiyete, sınıfa, kültüre göre tüketim tarzlarının nasıl farklılaştığını takip ederiz. Tabii bir de, suç sayılan faaliyetleri eleştiri konusu etmeyip suça teşvik eden düzeni eleştiren, ufku açık bir yazarla karşılaşma şansını yakalamış oluruz.

Uzun yıllar dışarıya çıkanın bahsettiklerimden fazlasını taşımasına gerek yoktu. Satılacak ürünler ile satın alınanlar çuvallarda, heybelerde, küfelerde, zembillerde, tekerlekli vasıtalarda taşınıyordu. Tabii ki keseler ve bunların taşınma biçimleri sahiplerinin cinsiyetlerine, mensup oldukları sınıfa, kültüre göre farklılaşıyor; daha renkli, parıltılı, daha küçük veya büyük olabiliyorlardı. Hatta taşrada keselerin yerini bizim kültürümüzde çıkın denilen; fakat, her kültürde yeri olan bez parçaları ve mendiller alıyordu. Dört köşesi bir araya getirildiğinde bir kesenin işlevini görebilecek, içi boşaldığında da temizlik amacıyla kullanılabilecek taşıyıcı aparatlar… Mendillerle ilgili etraflıca bir yazıyı Bülent Şık yazdı. Bu konuda sözü ona bırakıp devam edeyim.

Zamanla keselerin yerini daha önce başka amaçlarla kullanılan heybeler, çuvallar, bohçalar, sandıklar aldı. Zamanı ve mekânı iklimin, doğanın, ataerkil kültürün kontrol altında tuttuğu taşra yerleşimlerinde yaşayan, kendilerine ait zamanları ve mekânları olmayan kadınlar bu taşıyıcı aparatlarda, tarlada bahçede çalışırken yiyip içeceklerini, bir aile kurmak ve yaşatmak için gerekli nesneleri, evden dışarı çıkaracaklarını, dışardan derleyip eve götüreceklerini taşıdılar. Onlardan bazen daha şanslı olan şehirli, üst sınıftan kadınlarsa bir aile kurmak için gerekli nesnelerin yanında asil, alımlı, kibar ve temiz pak görünmek, sosyal etkinliklere ve eğlencelere katıldıklarında kullanmak için başvuruyorlardı taşıyıcılara. Bir pudriyer, bir yelpaze, bir opera dürbünü, saç tokası veya bahşiş için bozuk para. Şehirde yaşayıp da şehirli olamayan, hizmet sektöründe çalışan kadınların aynı alışkanlıklara sahip oldukları söylenemez tabii.

Cep demişken… Keseden sonra ve çantadan önce cep vardı, diyebiliriz rahatlıkla. Başlangıçta aksesuar işlevi görmüyorlardı cepler. O yüzden geniş, kullanışlıydılar. Taşrada iş tulumlarının göğüs kısmında, şehirde kibirli beylerin pantolonlarının iki yanındaydılar. Üst sınıftan şehirli erkekler taşınacakları hizmetkârlarına taşıtıyor, iki yandaki cepleri ise ellerini gösterişli biçimde zapt etme işine yarıyordu. Şehirli kadınlar da hizmetkâr kullanıyor, ellerinde bazen bir mendil ve bazen zarif bir kese oluyordu. Kadın hizmetkârlar dışardan görülmeyecek biçimde giysi kıvrımlarının arasına yerleştirilmiş cepleriyle kamusal alanda arz-ı endam ediyorlardı. Fakat bazen bir tarih veya antropoloji külliyatından daha bilgilendirici olabilen romanlardan öğreniyoruz ki, cep kamusal alana, dolayısıyla erkeklere has, özgürlüğü, sosyal statüyü, maddi gücü imleyen bir eklenti. Richard Hughes’in Jamaika’da Bir Fırtına (2020) romanında, Jamaika’da bir çiftliği olan sömürgeci İngiliz ailenin hemcinslerinden daha atak, özgüvenli ve dış dünyaya merak duyan küçük kızı Emily’nin giysilerine cep dikilmesine izin verildiğinden bahsedilir. Emily ve kardeşleri daha iyi bir eğitim görsünler ve güvende olsunlar diye Londra’ya doğru yola çıktıklarında açık denizde bir korsan gemisinde alırlar soluğu. Burada geçirdiği aylardan sonra Emily, okuru dehşete ve şaşkınlığa sürükleyecek maceraları cebinde biriktirerek karaya ayak basacaktır. Meraklı ve sorgulayıcı bir gözle bakınca, her ayrıntı tafsilatlı ve farkındalık yaratıcı hikâyeler anlatıyor böyle.

Mahremin Taşıyıcısı Olarak Çanta

Modern hayatın ve sanayi toplumunun gereklilikleri ve açtığı yeni ufuklar bedenin ve ruhun ihtiyaçlarını, beklentilerini arttırdı. Tüketim kültürünü besleyen kapitalist piyasanın, reklam endüstrisiyle güç birliği ederek genişlettiği sözde ihtiyaç skalası ve sürekli değişen estetik kriterleri de buna ekleyelim. Dolayısıyla cebe/keseye/çıkına sığmayanlar için bugünkü anlamı ve biçimiyle çantalar peydah oldu. Çanta geniş bir kategori tabii. Bavulları, valizleri, evrak ve bilgisayar çantalarını, cüzdanları, okul, beslenme, makyaj ve şapka çantalarını, alışveriş poşetlerini, torbaları ve sayamayacağımız daha pek çok versiyonunu bu başlık altına sokabiliriz. Bugünkü biçimiyle çantanın serüveninin küçük boyutlu olduğu için koltuk altına sıkıştırılabilen, elde tutulabilen veya küçük, zarif bir saptan tutularak taşınan versiyonlarıyla başladığını, omuz çantası için 1930’ları beklemek gerektiğini ekleyerek devam edelim.

Çantalar daha ziyade kadınlarla birlikte anılan eşyalar, aksesuarlar. Ama benim çantaya aksesuar demeye dilim varmıyor. Bizzat çanta bir tüketim malı, bir zanaat –hatta kimine göre sanat– ürünü, bir prestij unsuru olsa da, içindekilerle birlikte var. Çantalar hakkında kapsamlı bir etnografik çalışma yapan Jean-Claude Kaufmann, “Salyangoz için kabuğu neyse kadın için de çantası odur. Tek bir farkla; o da kabuğun içinde ne olduğunu bilmemizdir” diyor (2012: 9). Kaufmann’ın kitap boyunca yaptığı tespitlerin bir kısmına katılsam da çantaların ve içindekilerin kadınlara ne ifade ettiği hakkındaki kimi yargılarının ve görüşmelerden yola çıkarak yaptığı tahlillerin yer yer eril bakışla malul olduğunu söylemeliyim. Ayrıca o kabuğun içinde neler olabileceğini bildiğimizden o kadar emin olmayalım. Yedi yıl önce Kaufmann’ınkine benzer bir çalışmayı çeşitli yaş grubundan, cinsel kimlikten, sınıftan ve kültürden kadınla yaptığımda, çantasına çok bağlı bir kadın olarak tahmin ettiğimden çok farklı içerikler ve hikâyelerle karşılaşmıştım. Çantalar, size içlerini döktüklerinde veya modellerine, kullanım alışkanlıklarına dikkatinizi verdiğinizde sahipleri hakkında tafsilatlı bilgi verdikleri halde kapalıyken hep biraz esrarengizdirler.

Çantaların esrarengizliğinin kaynağı mahremiyetimizin mütemmim cüzü olmalarından, hangi çantanın içinden ne çıkacağının kestirilemezliğinden kaynaklanır. Fakat her kültürde ahlaki/etik bir norm olarak çantalar dokunulmazdır. Bir kısım erkek için de bu böyledir mutlaka; ama, özellikle kadınlar, ataerkil bir dünyada yasaklar, baskılar, korkulardan korunmak, hayaller, ümitler, arzuları yaşatmak için gerekli olan şeyleri bir çanta aracılığıyla kucaklarında, sırtlarında, kalplerine yakın bir yerde veya ellerinde taşırlar, bu dokunulmazlık halesinin avantajını kullanarak. Yine Kaufmann yaptığı görüşmelerden yola çıkarak, çantanın bir vajina gibi de düşünülebileceği fikrini ortaya atar (2012: 20). Bir “özel eşya” olarak çantanın, en mahrem hikâyelerimizi taşıdığını, bizi ve sevdiklerimizi koruduğunu ve sadece bize ait olduğunu varsaydığımızda bu metaforun çok da abartılı olmadığını söyleyebiliriz. Çantamıza bizden izinsiz en yakınlarımızın bile ellerini daldırmalarını istemeyiz. Bir tür cinsel şiddet gibi karşılık bulur bu tasallut. Bir dönem moda olan şeffaf çantaların, çantanın ruhunu taşıdığını ise söylemek zor. Mahremiyeti haiz olmayan bir çanta, ancak içindeki pahalı objelerle zenginliğin teşhir edildiği bir gösterişçi tüketim malıdır. Zaten bu çantaların ömrü de çok uzun olmadı ve kullanımları çok da yaygınlaşmadı.

“Çantalar Bizi Söyler: Sergi ve Dijital Hikaye Gösterimi” afişi, 13-20.04.2015. Kaynak: Hacettepe Üniversitesi, Duyuru Arşivi [https://bit.ly/3Vtj4XW]

Çanta dokunulmazdır, diyorum; ama, polis devletinin dayatıldığı ve muktedirler marifetiyle yükseltilen terör saldırısı korkusunun, güvenlik anksiyetesinin yaygın olduğu çağımızda x-ray gibi görüntüleme tekniklerinin imkânlarından da faydalanarak çantalarımızın ve hatta giysilerimizin içini gözetleyebilen ve buna dayanarak bizi kriminalize etme ihtimali olan bir dizi deneyim yaşamadan bir günü bitirmenin neredeyse imkânsız hâle geldiğini söyleyebiliriz. Bir alışveriş merkezinin, havaalanının, otelin, bankanın, okulun, hastanenin, bir metro istasyonunun, tren garının, otogarın, devlet kurumunun, hatta kimi sitelerin kapısından çantamızın röntgenini çektirmeden girmemiz imkânsız artık. Röntgen, bir terslik olduğuna dair işaret veriyorsa ileri tetkik yoluna da gidilip çantamızı bir masanın üzerine veya bir kutunun içine boşaltmamız istenebiliyor ve sorgulayıcı bakışlar altında mahremiyetimizi inşa eden yapıtaşları yıkılıyor. Üstelik havaalanlarında, kimi devlet kurumlarının girişlerinde çantaların, bavulların, ceplerin içini dışına çıkarmak şart. Bahsettiğim yedi yıl önceki proje sırasında görüştüğüm bir kadın akademisyen, arkadaşının travmatik anısını aktarmıştı. Misafir karşılamak için gittiği havaalanında öngörmediği halde güvenlik masasını geçmesi gerektiğini ve çantasını dökmek zorunda kaldığını, çanta müktesebatı içinde yer alan pırıl pırıl bir vibratörün etrafına toplanan güvenlik görevlileri ve yolcuların ortasında mahcup bir sırıtışla kalakaldığını anlatmıştı. Bir gece önceden çantasında kalan bu metalik aletin, kısa süre önce yaşattığı keyfe karşılık bu kötü tecrübeye yol açacağını hiç aklına getirmemişti. Bir başka genç kadın, teknedeki bir partide sarhoş olup çantasını devirdiğinde, içinden çıkan muskanın, partide tanıştığı erkeği hemen yanından uzaklaştırdığını anlatmıştı. Evlere temizliğe giden genç bir kadın, çalıştığı lüks sitede başını kapatmasının hoş karşılanmadığını anlayınca, eviyle işi arasındaki ikili hayatını, olağanüstü büyük ebattaki çantasına tıkıştırdığı tesettür kuralına uygun kıyafetleri gerektiğinde giyip gerektiğinde çıkararak idame ettirmekte bulmuştu çıkar yolu. Orta yaşlı bir emekli ise evine birkaç kere hırsız girdikten sonra yanında taşımaya başladığı altınları ve dövizlerini görüşme için karşılıklı oturduğumuz ofis masasına boşaltıvermişti.

Yani çantalarımızda taşıdığımız mahrem yaşantılarımız çeşit çeşit. İlle de cinselliğe bağlanan bir hikâye olmuyor çantalarımızda. Kamusal alan için, yabancılar, hatta yakınlarımız için yarattığımız personamızın/personalarımızın ötesinde alışkanlıklarımızı, korkularımızı, inançlarımızı, önyargılarımızı, saplantılarımızı ve arzularımızı simgeleyen objeleri/işaretleri de o sır küpünün içine atıyoruz. Çantalar hem bizi, hem de bizi sarıp sarmalayan çevreyi, kültürü, normatif yapıyı, politik iklimi söylüyorlar.

Çantalar Bizi Söyler: “Çantalarımızda taşıdığımız mahrem yaşantılarımız çeşit çeşit” Kaynak: Sergi ve Dijital Hikaye Gösterimi: “Çantalar Bizi Söyler”, Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, 20.04.2015.

Kör Bir Kuyu Olarak Çanta

Evet, çantalar küp gibi dolu olabiliyorlar. Günlük konuşma dilinde, bir şeyin miktarının çokluğundan bahsederken “bir çanta dolusu” denmesi boşuna değil. Kadınların çoğunlukla omuzlarına asarak taşıdıkları çantaların deforme ettiği skolyozlu bedenler, içlerine tıkıştırılan öteberiyle bakım emeği ve duygusal emeğin adaletsiz dağılımını, kamusal alanda başımıza gelebilecek kestirilebilir ve beklenmedik şeylere nasıl da hazırlıklı olmaya çalıştığımızı gösteriyorlar. Birden çok hanenin sorumluluğu anlamına gelen birden çok anahtar, çocukların ve diğer aile bireyleriyle arkadaşların ihtiyaç duyabilecekleri nesneler, sağlıklı kalmak, hijyeni sağlamak, alışveriş yapmak için gerekenler… Karındaki şiş inince çanta şişiyor ve bebek eşyalarıyla doluyor mesela. Öte yandan, hayat şartları zorlaştıkça yük de artıyor. Bir marketten/mağazadan diğerine sürükleyen indirim kuponları, dışarıda yemek pahalı hâle geldiğinde veya sağlıksız bulunduğunda evde hazırlanan yiyecek içecek paketleri… Politik iklim ve güvenlik endişesi de çantaya yansıyor: Kimlik kartları, giriş belgeleri, küçük bir biber gazı kutusu, çakı, düdük, el feneri vs. Seyyar çalışanlar için evrak veya alet-edevat çantasına da dönüşen çantalar: Evrak dosyaları, poliçeler, bilgisayar veya tablet, pos cihazı, tarot kartları, cilt bakımı ürünleri taşıyanlar, hekim ve sağlık memuru çantaları, manikür-pedikür malzemeleriyle dolu olanlar. Güzel, bakımlı görünme dayatmasını da unutmayalım: Küçük bir makyaj çantası, parfüm, cımbız, ayna, saç fırçası, tokalar, takılar, hatta yedek iç çamaşırı, çorap, giysi ve ayakkabı…

Çoğumuzun birden çok çantası var. Sık kullanılan çantanın kadrolu içeriğinin olduğu gibi diğer çantaya aktarılması zaruri. Aksi halde ruhsal bir huzursuzluk kadar fiziksel ve güvenlikle ilgili sorunlar da ortaya çıkabiliyor. Kimliğin, anahtarın, cüzdanın, telefonun, düzenli kullanılan ilacın, güven veren bir objenin diğer çantada unutulması gibi. Bu yüzden çanta içi düzenleyici mini çantalar da yaygınlaştı giderek. Hiç telaşa kapılmadan bu sabit kadroyu bir çantadan diğerine aktarabiliyorsunuz. Geri kalan içerik keyfinize kalmış. Ne de olsa gerçekten işe yarayıp yaramayacağını anlayana kadar elimize geçen her şeyi çantamıza atıyoruz. Çantamız bir kara derin kuyu gibi her türlü döküntüyü yutuyor. Kulağımızdan düşen küpenin tekinden, kullanılmış kâğıt mendile, bir kâğıt parçasına karalanmış kime ait olduğu bilinmeyen bir telefon numarasından bir otelden alınan tek kullanımlık şampuana, tespih ve dua kitabından sustalıya, plastik çataldan arkadaşımızın bebeğinin çıngırağına, yarısı yenmiş elmadan yerde bulunan ve bir işe yarayabileceği düşünülen çiviye kadar… Birçok kadın karışıklığın çantanın ruhu ve bolluk-bereket kaynağı olduğunu düşünüyor ve bu durumdan rahatsız olmuyor.

Çantalar Bizi Söyler: “Birçok kadın karışıklığın çantanın ruhu ve bolluk-bereket kaynağı olduğunu düşünüyor” Kaynak: Sergi ve Dijital Hikaye Gösterimi: “Çantalar Bizi Söyler”, Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, 20.04.2015.
Çantalar Bizi Söyler: “Çantamda ne var?” Kaynak: Sergi ve Dijital Hikaye Gösterimi: “Çantalar Bizi Söyler”, Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, 20.04.2015.

Son yıllarda sosyal medyada “Çantamda ne var?” videoları giderek yaygınlaştı. Bu videoları ve altlarına yazılan yorumları takip edince, özellikle kadınların çantalarının içinde eksik bir parça kalmasın, her şeye hazırlıklı olsunlar istediklerini görüyorsunuz. Veya zaten benzer olan çanta içi objelerin daha kullanışlı, daha şık olanlarına özeniliyor. En önemlisi, izleyici çantanın içindekileri tahlil ederek çanta sahibi hakkında, bir kısmına peşin hüküm desek de büyük bir kısmı doğru olan kestirimlerde bulunmak istiyor. Çantanın kadınlarla birlikte anılması boşuna değil. Henüz çocukluk döneminde bir kızın en büyük hayallerinden biri kendine ait bir çantaya sahip olmak. Cinsiyetli olma süreci bu bir bakıma. Ama kadınsı, süslü püslü olmakla açıklanabilecek bir durum da değil. Kadınlara biçilen rolleri temsil eden ayna, tarak, mendil gibi objeleri koyabileceği bir çanta isterken; kız çocuğu aynı zamanda kendine ait bir mahrem alan, bir mikrokozmos talep eder. Kendisine gerekli olanlarla, başkalarına sunulacak olanları birleştirdiği, şıklık ve özgüven de veren bir tamamlayıcı parçadır çanta çünkü. Bu arada okul çantalarımızı da analım. Muhtemelen çoğu insanın ilk çantası okulda kullandığıdır. Şimdiki şık, markalı sırt çantaları ve tekerlekli çantaların ortalıkta olmadığı dönemlerde sapından tutulan evrak çantası/bond çanta benzeri çantalarla veya postacı çantası tabir edilen deri veya vinleks olanlarla gidilirdi okula. Deri kullanımına yönelik hassasiyet henüz gelişmemişti ve deri mamuller şimdiki kadar pahalı değildi. Köy okullarında veya şehirlerin taşrasında yaşayan yoksul çocukların pazar çantalarını veya naylon torbaları okul çantası niyetine kullandıkları olurdu. Özel okulların, vakıf okullarının yaygın olmadığı dönemlerde her sınıftan çocuk aynı sınıfta bir araya gelir, bu çantaların kendileri ve içindeki okul malzemeleri öğrenciler arasında ayrışmaya da sebebiyet verirdi. Öğrenciler, ulus-devletin halk terbiyesi seferberliğinin kalesi sayılabilecek okula çantalarında evi taşırlardı. Bilimi ve fennî temel alan okul bilgisi de aynı vasıtayla eve taşınır, geleneksel ile modernin bitmeyen kavgasına yakıt teşkil ederdi.

Hastane ve doğum çantaları da anılmaya değer. Anonim bir mekânda ihtiyaç duyulabilecek kişisel ve hijyenik eşyaların yer aldığı ve içeriklerin yapılacak tıbbi işleme göre değiştiği bu çantalar da son yıllarda piyasanın rüzgarından payını aldı. İhtiyaç duyulacak olanın fazlası veya ihtiyaç duyulacak olanın en gösterişlisi, benzersizi ile doldurulan bu çantalardan doğum çantaları, anı olmasının yanı sıra sosyal medyada paylaşılsın ve eşe dosta gösterilsin diye kayda alınan hamilelik ve doğum hikâyelerinin eşlikçisi haline geldi. Çeşitli mizansenler yaratılarak çekilecek fotoğraflar ve videolarda giyilecek kıyafetler, kullanılacak aksesuarlar, saç ve makyaj için gerekli parçalar taşınıyor artık nevresim takımları, iç çamaşırları, gecelik-pijamalar ve hijyenik diğer malzemelerin yanında.

Çanta içinde çantadan söz etmiştik. Bunlar sadece zaruri içerikleri barındırmıyorlar. İş çıkışı daha şık bir yere gidilecekse küçük ve şık bir portföy gündelik çantaya atılıyor. Yahut alışveriş veya çocukların kirlenen üst başları için yedek poşetler, bez torbalar en sık rastlananlar. Alışveriş poşetleri ayrıca anılmayı hak ediyorlar. Naylon poşetin harcıâlem olmadığı dönemlerde ondan da “çanta” diye bahsedilir ve bunu eline geçiren, kıymetli bir hediye almış gibi özenle kullanır ve saklardı. Bizim kültürümüzde, dışa açık ekonomiyle birlikte yaygınlığı ve kullanım sıklığı arttıkça adına naylon torba denir oldu. Kendinden önce alışverişin yükünü çeken kese kâğıdının sempatikliğini taşımayan ve doğaya onun gibi yakın durmayan bu kötü karakter hayatımızda vazgeçilmez bir yer tuttu. Kese kâğıdından bahsetmişken, naylon torbalar yaygınlaşana kadar gazete kâğıtlarını kese kağıdına dönüştürerek üç kuruş kazanan yoksul aileleri anmadan geçmeyelim. Gazete kâğıdından yapılmış kese kâğıtlarını pazarcılar ve küçük esnaf, kalın saman kâğıttan yapılmış olanı da lüks manavlar, şarküteriler, balıkçılar kullanırdı. Kese kâğıdıyla aynı kuşaktan olan file ise kent yoksullarını ve memur aileleri temsil ederdi eskiden. Ekonomik krizlerin, yoklukların, enflasyonun yakasını bırakmadığı Türkiye’de sık sık gazetelerin baş sayfaları ile ekonomi sayfalarında, televizyon ekranlarında bir filenin kaça dolduğuna dair hesaplar, eleştirel haber ve yorumlar eksik olmazdı. Filedeki ürünlerin fiyatlarından yola çıkarak yoksulluk sınırı hesabı yapılırdı.

Fileler ve bez çantalar, 2020’den beri göz boyayıcı bir çevre duyarlılığının tezahürü olarak yeniden hayatımıza girdiler. AKP hükümeti, alışverişlerde kullanılan naylon poşetlerin çevre kirliliği yarattığı eleştirisini sahiplenerek naylon poşetleri ücrete bağladı. Manav ve kasap reyonlarında hâlâ naylon poşet kullanılır, gösterişli ambalajı olmayan ürünler tüketici ilgisine mazhar olmaz ve çöpleri doldurmak için hâlâ naylon poşet satın alınırken kalkışılan bu seferberlik, pek de bir anlam ifade etmiyor.

Çantanın Farklı İşlevleri

Çantalar, bavullar, heybeler ve benzerleri sadece eşyalarımızı sarmalayan kabuklar değiller tabii. Gerektiğinde savunma veya hücum silahı, yastık, yabancıyla araya mesafe koymak için tampon olarak kullanılabiliyorlar. Yer tutmak için koltuğa/masaya/sıraya çantasını yerleştirmeyen insan çok azdır herhalde. Çoğu kişinin bedenlerinin memnun olmadıkları, beğenilmeyeceğini düşündükleri bölümlerini; kadınlarınsa dekoltelerini gizlemek için çantalarının yardımına başvurduklarını hatırlatalım. Uzun sapından tuttuğu ağır çantasını şöyle havada bir iki tur çevirerek hasmının veya saldırganın kafasına indiren kadın sayısı da az değildir.

Annesi toplama kampından kurtulan Danuta Danielsson’un, İsveçli Neo-Nazilerin gösterisi sırasında çantasını protestoculardan birinin kafasına indirirken çekilen fotoğrafı ve heykeli. Kaynak: Twitter, @EllaLondonGB [https://bit.ly/3FrgnjW]
Annesi toplama kampından kurtulan Danuta Danielsson’un, İsveçli Neo-Nazilerin gösterisi sırasında çantasını protestoculardan birinin kafasına indirirken çekilen fotoğrafı ve heykeli. Kaynak: Twitter, @EllaLondonGB [https://bit.ly/3FrgnjW]

Çizgi romancılar Berardi ve Mantero’nun yarattıkları ve Audrey Hepburn’u model alarak tasvir ettikleri adli tıp uzmanı Julia Kendall, amatör dedektiflik yaparken silah kullanmaktan imtina eder. Ama hep başını derde soktuğu için, ağır bir küllük yerleştirdiği küçük çantasını gizli ve hayatını sık sık kurtaran silahı olarak kullanır.

Hikâyelerimizi, hayallerimizi, kayıplarımızdan arta kalanları, özgürlük ihtimalimizi doldurduğumuz bavullardan da söz edelim. Dünyadaki yerimizi ve sahip olduklarımızı temsil eden bavullarımızı kaptığımız gibi çıkarız evlerden bazen, üzerlerine oturup bizi bulunduğumuz yerden uzaklaştıracak bir araç bekleriz. Veya ulaştığımız menzilde gidecek yerimiz yokken ilişiveririz bu seyyar evin bir kenarına. Hande Yener kadıncıl şarkısı Havaalanı’nda, kendisini mutsuz eden bir ilişkiye mekan teşkil eden evden fırtına gibi çıkıp soluğu havaalanında almaya kararlı bir kadının ağzından şöyle sesleniyor: “Küçük ya da büyük bir bavul hiç fark etmez/anıları affetmez, sildim sildim.” Çanta adlı şarkısında “üstümde kurduğun edepsiz baskıya dayanamıyorum” diyen Yener’in ezeli rakibi Demet Akalın ise şöyle devam ediyor: “Gidiyorum şimdi elimde çanta / tüm bağlantımı kestim şu anda / üzülüp de başına vurduğu anda / zor olacak ama gidiyorum.”

Çantayı omuzda, elde veya sırtta tutarak oturmak, beden dilinde sıkıntıyı, iğretiliği imler. İlk fırsatta kalkılıp gidilecektir. Deprem çantaları da 99 depreminden sonra hayatımıza girdi ve maalesef bir daha çıkmadı. Onlar da acil durumlarda en hayati ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek kadar yetkin, seyyarlığımızın yükünü arttırmayacak kadar hafif olmalılar. Son olarak şunu ekleyelim: Çağımızın travması mülteci olma hâli, kanun dışı hareketlilik esnasında çevik olabilmek, bir tekneye, otobüse, kamyon kasasına sıkış tepiş sığabilmek için, evinizden alabileceğiniz en yaşamsal eşyalarla dolu sırt çantaları, küçüklü büyüklü denkler ve torbalarla sembolize edilebilir sanırım.

Çantanın statü göstergesi olarak oynadığı rolü de ihmal etmeyelim. Astronomik fiyatlara satılan marka çantaların lüks mağazalarda ve bunların taklitlerinin Türkiye’de “sosyete pazarı” denilen ve dünyada da benzerleri bulunan mekânlarda çok sayıda müşteri bulduğu biliniyor. Kaldı ki taklitleri bile oldukça pahalı. Yoksul ülkelerde sudan ucuza çalıştırılan ve çoğu kayıt dışı istihdam edilen, aralarında çocukların da bulunduğu işçilerin emeğiyle üretiliyor bu ikonik aksesuarlar. Diğer birçok tüketim malı gibi… Kapitalizmin doymak bilmez iştahı, kişiye özel tasarımlar veya otantik, vintage modeller de üreterek, giderek birbirine benzeyen “görgüsüz zengin” sınıfından uzaklaşma illüzyonu yaratmayı da ihmal etmiyor. Çanta ile ayakkabı uyumu da her sınıftan insanı az ya da çok meşgul eden bir şıklık kriteri. Çantanın eşlikçisinin kıyafetten çok ayakkabı olması, zanaatkârının ve çoğunlukla hammaddesinin aynı olmasına bağlanabilir.

Erkek Çantaları

Gelelim erkeklere has bulunan ve onlarla anılan çantalara. Erkekler uzun yıllar ellerini özgür bıraktıktan veya ceplerinde tuttuktan ve de çanta taşıyan erkekleri kadınsı bularak küçümsedikten sonra iki tür çantayla tanıştılar: Evrak çantaları ve bond çantalar. Erkekler için çanta modelleri üretilip yaygınlaşmadan önce erkeklerin eline yakıştırılan türler bunlardı. Bond çanta, James Bond filmlerinden ilhamla almıştı bu ismi. Ve şifreyle korunan kilidi açıldığında içinden çıkanlar ya yeraltı dünyasına ya da bürokrasiye ait olurdu. “Daire”ye gittiği söylenen aile babalarının hafif bir ritimle salladıkları evrak çantaları veya bondların yanı sıra, Hollywood veya Yeşilçam filmlerinde fidyenin, gizli evrakın, şantaj kasetlerinin ve silahların konulduğu bondlar da, uzun yıllar kadınların ve çocukların aktörü olmamalarına rağmen malzemesi/mağduru oldukları bir âlemi, bir sistemi temsil ettiler. Fakat epey zamandır zihnimizde yakalı, çizgili tişörtüne eşlik eden küçük el çantasıyla bir emekli veya bir doblo şoförü imgesi de var. İkincisi biraz daha taşra ruhu taşıyan bir imge. Bu imgeyi popülerleştirense, çizgili ve yakalı tişörtleri ve mütemmim cüzü olan el çantasıyla Avrupa Yakası adlı dizide Engin Günaydın’ın canlandırdığı “Burhan Altıntop” karakteri.

Erkeklerin çantayla ilişkilerinin kriminal bir tarafı da vardı her zaman. Kapkaççı erkekler, yaya veya motorize biçimde kadın çantalarına dadanıyorlardı. Bedenen ve ruhen zayıf bulunan kadının alt edilmesi kolay ve meşru görünüyordu erkeklere. Medya tanıklığı aracılığıyla yaygınlaştırılan, çantasını kaptırmamak için sapına tutunarak metrelerce sürüklenen kadın figürleri, başından beri sözünü ettiğim çantanın mahremiyetine ve onunla kurulan yakın ilişkiye sıkı sıkıya, hatta bu örnekte körü körüne bağlılığın göstergesi bir yandan da. Kaybedilecek olan sadece değerli eşyalar değil çünkü, bir hayatın hikayesi.

Rahatlıkla kriminal olarak adlandırabileceğimiz bir başka eylem ise erkeklerin yakınları olan kadınların çantalarına yönelik merakı, şüphesi ve bunların tetiklemesiyle çantaların mahremiyetini ihlal etmeleri. Bunun bir tür cinsel taciz sayılabileceğinden yukarda bahsetmiştim.

Yıllar içinde çantalara koyulan objeler küçüldü, bazı ihtiyaçlar ortadan kalktı, başka bazıları ise ortaya çıktı. Cep telefonu ve tablet, adres ve not defterinin, saatin, fotoğraf makinesinin, hatta paranın yerine geçti. Doğanın, tıbbın, kent hayatının dayatmaları veya piyasanın yarattığı dönüşümler hijyenik malzemeler, maske, poşet, torba, ağrı kesici, ateş düşürücü ve sakinleştirici ilaçlar, deodorantlar, cinsel sağlığı koruyucu, hazzı arttırıcı objeler ve daha niceleriyle çantaları ağırlaştırdı. Bunun yanında, otomobil sahibi olmanın yaygınlaşması, insanların kimi eşyalarını yanlarında taşımalarını gereksiz kıldı. Böylesi durumlarda çanta biraz da olsa hafifledi. Bisiklet, scooter, paten gibi doğa ve beden dostu araçlarla seyahat ise çantaları yine hafifleterek sırta, çaprazlama olarak omuza veya bir kemerle bele yerleştirdi. Ama toplu taşıma araçlarında, özellikle de yer altından ilerleyerek dış dünyayla iletişim kurmayı engelleyen örneklerde ve/ya uzun yolculuklarda çanta, sahibini avutacak nesnelerle dolduruluyor: Okumak, izlemek, atıştırmak için çeşitli alternatifler.

Bildiğiniz ve tecrübe ettiğiniz gibi çantanın birçok işlevi ve temsili niteliği var. Bunlar cinsiyete, sınıfa, kültüre, ideolojiye, inanca, sosyal statüye göre değişiyor. Fakat bitirirken şunu da eklemeden edemeyeceğim: Kamusal alandan uzun süre dışlanmış, kamusal alana çıkabildiğinde ise belli bir hedefe yönelik olarak hareket etmesi ve oyalanmaması beklenen kadınların aylaklık ediyormuş gibi, ellerini kollarını sallayarak yürümemek için de ihtiyaç duydukları bir aksesuar çanta. Kişinin kimliğine, aidiyetine dair bilgi veriyor muhatabına.

Bazen bir çantaya öylesine bağlanılıyor ki, kucağımızda paralanana kadar vazgeçilemiyor ondan. Ayrıca, savrulduğunda veya içinden bir küçük savunma aleti çıktığında kişiyi koruyor. Sıkılınca avutuyor. Üşüyünce ısıtıyor. Bedeni tacizkâr bakışlardan gizliyor. Güzelleştiriyor, çekici kılıyor. Sevdiklerimizi mutlu etmemizi, korumamızı, beslemememizi sağlıyor. Kamusal alana bizimle çıkan taşınabilir evimiz, hadi biraz daha iddialısını söyleyelim, dünyadaki yerimiz oluyor. Koca dünyada kaybolmamak için bir çantanın sapına tutunuyoruz işte.

Çantalar Bizi Söyler: “Bazen bir çantaya öylesine bağlanılıyor ki, kucağımızda paralanana kadar vazgeçilemiyor ondan.” Kaynak: Sergi ve Dijital Hikaye Gösterimi: “Çantalar Bizi Söyler”, Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, 20.04.2015.
EKLER
SANDIK CİNAYETİ

Haziran 1972’de Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Banu Ergüder, Bebek’ten bir taksiye biner. Bagaja ağır bir sandık yerleştirir. Taksi şoförü sandıktan şüphelenmiştir. İçinde ne olduğunu sorar. “Kitaplarım,” yanıtını alır. Ergüder, Paşabahçe’de taksiden iner. Sandıktan kurtulmak için kendisine yardım edecek arkadaşı Zeynel Aydındağ’ı beklemeye başlar. Sandıktan kurtulma ihtiyacı duymalarının sebebi, içinde Aydınlıkçı Adil Ovalıoğlu’nun cesedinin bulunmasıdır. Aydındağ sözleştikleri yere gelmez; ama, taksi şoförünün ihbarı üzerine bir polis ekibi gelir. Ceset ortaya çıkınca Ergüder’in üstü ve çantası da aranır. Tuhaf bir şekilde çantasından 1400 liranın yanı sıra bir peruk ve iki demir gülle çıkar. Bir çantada umulmadıkbirçok şey olabilir dememiş miydik? Ergüder gözaltındayken Ovalıoğlu’nu kendisine tecavüz etmeye kalkıştığı için öldürdüğünü, önce kafasına sert bir cisimle vurup sonra cebindeki silahı alarak ateş ettiğini söyler. Kısa sürede Ergüder’in fail olmadığı, Aydındağ veya MİT içinden birinin olaya karıştığına dair iddialar ortaya atılır. Sol içinde ilk hesaplaşma olarak sunulan olay, yıllar sonra Maureen Freely’nin Aydınlanma adlı romanında ele alınır.

Sandık Cinayeti: “Esrarengiz Bir Cinayet” Kaynak: Milliyet Gazete Arşivi / Milliyet (15.06.1972), s. 1.
BAVUL, SERGEY DOVLATOV

“ (…) Ertesi hafta eşyalarımı topladım. O zaman anladım ki aslında tek bir bavul yetiyormuş… Kendime o kadar acıdım ki hıçkırıklarımı zor tuttum. Düşünsenize, otuz altı yaşında bir insanım. Bunun on sekizini çalışarak geçirmişim. İyi kötü para kazanmışım; bir şeyler almış, bir şeyler satmışım. Kendimce iyi kötü bir malvarlığına sahiptim. Ama işte sonuç ortada: bir adet bavul! O da öyle ufak tefek bir şey.

(…) Velhasıl, bir bavulla ülkemden ayrılmış oldum. Köşelerinden nikelaj kaplamayla berkitilmiş, üzeri kumaş kaplı kontrplak bir bavuldu. Kilidi bozuktu. Bu yüzden bavulumu çamaşır ipiyle bağlamak zorunda kaldım…

(…) Kapağın iç kısmına fotoğraflar yapıştırılmıştı: Rocky Marciano, Armstrong, İosif Brodski ve transparan bir kıyafet içinde Lollobrigida. Gümrükçü tırnaklarıyla Lollobrigida’yı kazımaya çalıştı, beceremedi; güzelim fotoğrafı çizdiğiyle kaldı… Aynı gümrükçü Brodski’ye dokunmadı. Sadece ‘Kim bu?’ diye sormakla yetindi. Uzak bir akrabam olduğunu söyledim…

(…) En üstte, katlanmış, gayet hoş, çift taraflı giyilebilen bir takım elbise vardı. Ne olur ne olmaz, her türlü sempozyum, ders, kutlama partisi ve röportaj türü etkinlikler için… Aslında Nobel Ödül Töreni’ne bile uyardı diye düşünüyorum. Onun altında poplin bir gömlek, kağıda sarılmış bir çift kundura. Daha altta suni deriden, içi kadife kaplı bir parka. Sol tarafta yine çakma fok derisinden kışlık bir şapka. Üç çift Fin malı soket çorap. Bir çift şoför eldiveni. Ve nihayet, kösele bir subay palaskası.

(…) Bavulun dibine ise Mayıs ‘89’a ait Pravda’nın bir sayfası seriliydi. İri puntolarla atılmıştı başlık: ‘Ölümsüz Büyük Bilim Adamı!’ Sayfanın ortasında ise Karl Marx’ın bir portresi.

(…) Gözlerim boş bavula takılmıştı. Dibinde Karl Marx, kapağında Brodski. İkisi arasında ise gözden düşmüş, değerini yitirmiş koskoca bir yaşam” (2022: 7-10).

“EVRAK ÇANTASI,” BEN TEK SİZ HEPİNİZ, HAKAN BIÇAKÇI

“O gün, yakıcı ağustos güneşinin altında, elimde herkesin içini zevzekçe merak ettiği, işaret parmağımın kopacakmış gibi acımasına sebep olan, iyileşmek nedir bilmeyen bir yara gibi sorgulamadan taşıdığım evrak çantasıyla yine yollara düşmüştüm. Ancak o gün yaşadıklarımı anlatmadan önce kısaca kendimi ve evrak çantamı tanıtmak isterim. İsmim Hamit Özata. Yaklaşık on beş yıldır valiliğin evrak bürosunda memurum. İşim evrak kaydetmek, dağıtmak ve teslim almak. Hafta içi her gün öğlene kadar geniş tahta masamda çay içip radyo dinleyerek gelen evrak kaydını yaparım. Her kâğıda gözlüğümün üzerinden şöyle bir baktıktan sonra arkasını çevirir, kaşe basar, mavi klasörlerden ara sayı, siyah ciltli büyük defterlerden de taksim sonu kayıt numarasını verip zimmet defterine kaydederim. Bu işlemlerden geçen evrakı masanın sol tarafında üst üste dizerim. Masanın altında siyah evrak çantam durur. Çanta kendi kendine açılıp durduğundan masanın demir ayağıyla, içi her zaman yırtık kâğıt ve zarflarla dolu koyu kahverengi çöp tenekesinin arasına sıkışık vaziyette bekler.

(…) Öğle yemeğinden önce siyah çantayı masa ayağıyla çöp tenekesi arasındaki karanlık yuvasından çekip masanın üzerine koyarak açarım. Kayıt işlemlerini tamamlamış olduğum evrakı zimmet defteriyle birlikte çantaya yerleştiririm. Çantayı kapatır, mesaiye başlarken bileğimden çıkarıp bir kenara bırakmış olduğum askerlikten kalma elektronik saatimi takıp yemeğe çıkarım. Yemek dönüşü çantamı kaptığım gibi yollara düşerim. Devlet daireleri ve belediye binaları arasındaki rutin turuma başlarım. İlgili evrakı ilgili merciye ulaştırıp teslim ettiğime dair imzamı zimmet defterime attırıp, varsa bizi ilgilendiren evrakı alıp teslim aldığıma dair imzamı onların zimmet defterine attıktan ve çay içmeyeceğimi söyleyip teşekkür ettikten sonra yoluma devam ederim.

Zamanla bir organıma dönüşmüş, bedenimin hayati bir uzvu haline gelmiş olan evrak çantası her zaman yanımdadır. Bazen tutsaklığımı yüzüme vuran paslı bir pranga, bazense meslek sahibi, saygın bir cemiyet üyesi olduğumu belirten şık bir aksesuar gibi taşırım çantayı. Bazen Memur Hamit Özata olurum, bazen Aslı’nın fotokopisi… Çantanın açılıp kapanma mekanizması bozuk olduğundan kendi kendine açılma huyu vardır. Bunu önlemek amacıyla dört parmağımla çantayı sapından tutar, boşta kalan işaret parmağımı da açılmaması için aşağı doğru uzatıp bastırırım. Bir süre sonra işaret parmağım sırayla sızlar, ağrır, zonklar ve sonunda parmağıma korkunç kramplar girmeye başlar. O zaman el değiştiririm. Diğer işaret parmağım aynı süreçten geçer. Yine el değiştiririm. Yol uzadıkça işaret parmağımın iflas etme süreci hızlanır. Daha sık el değiştirmeye başlarım. Bu taşıma yöntemi, yıllar içinde kendiliğinden gelişti. İnsanın doğaya uyum sağlayışının milyonlarca örneğinden biridir hayatımdaki tek işkence olan bu bozuk çantayı taşıma tekniğim. Zamanında kaç kez söyledim patronlara böyle kırık dökük, kendiliğinden yollarda açılıveren bir çantayla İl Makamı’nı temsil etmemin yakışık almayacağını. ‘Haklısın Hamit Bey, hemen temin edelim yeni bir çanta size’ lafları birkaç ay sonra kesildi. Kendi paramla, beş parmağımla birden sapından tutup sağlıklı bir biçimde taşıyabileceğim bir çanta almaktansa, vurdumduymazlıklarını yüzlerine vurarak patronlarıma terbiyesizlik edeceğim düşüncesiyle vazgeçtim hep. Vazgeçtikçe el değiştirdim, el değiştirdikçe vazgeçtim” (2014: 42-44).

FRANNY ve ZOEY, J. D. SALINGER

“Franny çantasını masanın seviyesine çıkardı, açtı ve içini karıştırmaya başladı. ‘Bir yerlerde biraz Kleenex’im olacaktı.’ (…) Çantasının içi çıfıt çarşısı gibiydi. Daha iyi görmek için birkaç şeyi dışarı çıkardı ve onları masa örtüsünün üstüne, el sürülmemiş sandviçinin hemen sol yanına koydu. ‘İşte,’ dedi sonra. Küçük bir ayna kullanarak alnını bir parça Kleenex’le süratle ve hafifçe sildi. ‘Tanrım, hortlak gibi görünüyorum. Bana nasıl katlanıyorsun?’

‘Kitap ne?’ diye sordu Lane.

Franny resmen yerinden sıçradı. Çantadan çıkarılıp sofra örtüsünün üzerine darmadağınık halde bırakılmış küçük eşya yığınına baktı. ‘Ne kitabı?’ dedi. ‘Bunu mu diyorsun?’ Kumaş kaplı küçük kitabı eline alıp yeniden çantasına koydu. ‘Öyle bir şey işte, trende bakarım diye yanıma almıştım.’

‘Bir görelim, neymiş?’

Franny onu duymamış gibiydi. Pudriyerini yeniden açıp aynaya kısacık bir göz attı. ‘Tanrım,’ dedi. Sonra her şeyi – pudriyeri, cüzdanı, çamaşırhane faturasını, diş fırçasını, küçük teneke aspirin kutusunu ve altın kaplama içki karıştırma çubuğunu toplayıp çantasına geri koydu. ‘Bu saçma altın çubuğu niye yanımda taşıyorum, bilmiyorum,’ dedi. ‘İkinci sınıftayken çok eski kafalı bir çocuk doğum günüm için vermişti bunu bana. Bunun son derece güzel ve orijinal bir hediye olduğunu düşünüyordu ve ben paketi açarken yüzüme bakıp duruyordu. Hep atayım diyorum, ama bir türlü atamıyorum. Herhalde mezara da bununla birlikte gideceğim.’ Durup düşündü. ‘Oğlan boyuna sırıtıp, hep yanımda taşırsam bana uğur getireceğini söylüyordu’” (2016: 28-29).

KAYNAKÇA

Bıçakcı, H. (2014). Ben Tek Siz Hepiniz. İstanbul: İletişim.

Defoe, D. (2021). Moll Flanders. N. Yeğinobalı (Çev.)., İstanbul: Can.

Dovlatov, S. (2022). Bavul. E. Karakuş (Çev.). İstanbul: Jaguar Kitap.

Hughes, R. (2020). Jamaika’da Bir Fırtına. E. Y. Sınır (Çev.). İstanbul: Jaguar Kitap.

Kaufmann, J. C. (2012). Çanta. S. Kutlu (Çev.). İstanbul: Can.

Salinger, J. D. (2016). Franny ve Zoey. Ö. Madra (Çev.). İstanbul: YKY.

Kapak görseli: Photo by Larry George II on Unsplash

İLGİLİ NESNELER