SİNEK
İSHAK EREN PAYDAŞ

İÇERİK

Hayatta belli başlı üç tema vardır: Aşk, ölüm ve sinekler. İnsanın ortaya çıkışından beri birincinin yarattığı duygu, ikincinin yarattığı korku ve üçüncünün salt varlığı, insana daimi olarak yarenlik etmiştir. Diğer insanlar ilk iki konuyla meşgul olabilir. Ben ise sineklerle ilgileniyorum…

Augusto Monterroso, Devridaim

Bir Vakıa Olarak Sinek

Sinek bildiğimiz anlamda bir “nesne” değil; ama, tüm saygınlığıyla, kendi yaşam alanının sınırlarını belirleme konusundaki olanca inadıyla o, gündelik hayatın şekillenmesinde oldukça belirleyici olmuş bir hayvan, bir olgu, eskilerin deyimiyle bir “vakıa.” Aşağılanacak, insanın kendisini üzerinden kurduğu edilgen bir nesneye indirgenecek hiçbir tarafı yok. Ama sineğin sadece varlığını sürdürmek için ortaya koyduğu irade ve bu iradeye karşı insanın açtığı ezelsiz ve ebedsiz savaş, bu hayvanı, hayatın örgütlenmesinde varlığı göz ardı edilemeyecek bir “şey” haline getiriyor. Ve bu şeyin Türkiye coğrafyasındaki hikâyesi sayısız nesne, tarih ve teknikle kesişiyor.

İsmi ve cismi ölümle ve çürümeyle bu kadar çok anılan; varlığı, pisliği, kaşıntıyı ve uykusuzluğu hatırlatan bu hayvanın herhangi birinde uyandıracağı çağrışımlar, irili ufaklı, “at”lı, “sivri”li kuzenleriyle, bu hayvanın neye benzediğini ve kendisini nasıl var ettiğini tarif etmeyi gereksiz kılıyor. Ama ayaklarıyla dahi tat alma becerisine sahip bu olağanüstü hayvan, doğadaki organik maddeleri ortadan kaldırmakla, çiçekleri döllemekle ve canlılar arası mikrobik madde teslimatı işleriyle meşgulken; insan hayatı üzerinde yarattığı etki ve yayılmasına vesile olduğu hastalıklar nedeniyle kendisini tüm tarihe ve coğrafyalara yayılan kesintisiz bir savaşın karşı cephesinde bulmuş durumda. Bir hastalığı yaymakla meşgul olmadığı durumlarda bile sırf varlığıyla yarattığı rahatsızlık, bu hayvanın küçüklüğünden, uçar kaçarlığından ve ele gelmezliğinden kaynaklanan gücü, onu ortak kültür belleğinde adeta bir “bela” sembolü haline getirir. Hera’nın gazabından kaçan ve ceza olarak kendisine bir sinek musallat edilen, sineği arkada bırakmak için boğazı yüzerek geçen İo, hayvanın ısırığının verdiği acıyla boynuzlarını toprağa vurur ve ortaya Haliç çıkar (Erhat, 2015). Taberî tarihine göre Tanrı, Kral Nemrud’u burnundan içeri soktuğu bir sinekle cezalandırır, sineğin verdiği rahatsızlığa dayanamayan Nemrud ise kendi başına balyozla vurarak ölür (Ibn Cerîr Et-Taberî, 2020). Talmud’da bahsi geçen “Mısır Sineği” öyle bir pislik ve rahatsızlık kaynağı olarak görülür ki, Şabat gününde dahi öldürülmesine cevaz verilmiştir. İbrahimî dinlerde İblis’in askerlerinden biri olarak anılan Baal-Zebub’un ismi “Sineklerin Tanrısı” anlamına gelir (ki William Golding’in romanı da ismini buradan almıştır) ve bir sinekle özdeşleştirilir. Modern bilimin ortaya çıkmasıyla ve Kara Ölüm’den Britanya Adaları’ndaki kıtlıklara kadar pek çok hikâyede sineklerin oynadığı rolün de anlaşılmasıyla beraber sineğin kültürel bellekteki izine başka bir boyut eklenir. Öyle ki, böcekbilim konusundaki ilk ciddi çalışma sayılan A Theater of Insects kitabında Thomas Moffet sineklerden, “tüm insanlara karşı nefretle dolup taşan küçük yaratıklar” diye bahseder (akt. Connor, 2006). Toplumsal hayatı ilgilendiren şey ise artık hayvanın doğada yerine getirdiği sayısız işlev değil; toplumları, yaşam alanlarını ve de siyasi iktidarları tabi tuttuğu imtihandır.

Lakin bu yazı, sineğin yarattığı tüm etkiler ve zihinlerde bıraktığı izler ile birlikte Türkiye coğrafyasındaki hayatın dönüşümüne etkisi. Bugünün kent hayatı içerisinde sinek deyince pek çok kişinin aklına yazlık muhitlerde pazardan üç paraya alınmış, ince beyaz saplı, delikli sineklikler, yazın mutfak tezgâhına bırakılmış karpuz kabuklarına üşüşen karartılar, masaya konunca insana birden ürperti veren, parlak yeşil renkli kanatlı boncuklar, mahalle aralarında çocukların kanatlarını koparıp bir sigara jelatinine doldurdukları ve oyun olsun diye yaktıkları hayvanlar, belediyenin bir kamyonetin arkasına takarak sokak sokak boca ettiği, kokusu sarhoş eden zehir dolu gaz bulutları, üzeri yapışkan bir madde kaplı sarı kapanlar, süpermarketlerde satılan ve telleri arasına giren her küçük canlıyı bir kıvılcımla öldüren cihazlar, çöp tenekesinin kapağını açınca birden içeriden fırlayıp insanın alnına çarpan küçük siyah yaratıklar geliyor muhtemelen. Belki birkaç roman ismi, bir iki de film. Ama sineğin Türkiye’deki tarihine ve varlığına ilişkin kısa bir araştırma bile, hayvanı sıradan bir rahatsızlık ve pislik kaynağı olarak gören kentli deneyimin kırda bir karşılığı olmadığını gösteriyor. Sineğin kırdaki varlığı, hayatın maddi üretim koşullarıyla, sokaktaki insanın, ahırdaki hayvanın ve tarladaki ekinin hayatı ve sağlığıyla yakından ilgili olmasının yanı sıra sinek, yaydığı hastalıklar, getirdiği yoksulluk ve ölümle doğrudan bir hayat memat meselesi olarak ortaya çıkıyor.

Sıhhiye Müdüriyet-i Umumiyesi neşriyatınca 1915 yılında basılan ilk kitaplardan Isıtma [=Sıtma]: “[Şekil-5] Dişi sivrisinek [Şekil-6] Erkek sivrisinek”. Kaynak: Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi, Erzurum / Seyfettin Özege Koleksiyonu / OZEGE_0112878

Tarihten devralınan ve güncelliğini koruyan bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimi idare aygıtlarının ortaya çıkıp şekillenmesine dair pek çok başarı ve başarısızlık hikâyesi de anlatıyor. Türkiye tarihinde sinekle olan imtihanı anlamak için onunla girişilen mücadelenin geçmişine bakmak gerekli.

Divan şiirinde sinek kanadının Farsçadan ödünç alınmış bir ifadeyle per-i meges olarak anılması, ipek ve tülü çağrıştıran bir zarafet simgesi olarak kullanılması gibi ayrıntılar bir yana, sineğin varlığı Türkiye tarihinde hiçbir zaman bir nezihlik ve sterillik meselesi olmamış, aksine, tarımdan sağlığa ortaya çıkardığı bin bir sorun ile her zaman bir hayat memat meselesi olarak belirmiş. Evliya Çelebi (2012), İzmir Menemen’de tanık olduğunu söylediği bir vakada, şehri istila eden sinekler yüzünden insanların bağlara ve bostanlara kaçtığını, geceleri şehirde sinekleri kaçırmak için yüzleri, gözleri peçelerle sarılı kişilerin davul çalarak sinekleri kovmaya çalıştığını, suç işleyenlerin dımdızlak halde şehir meydanındaki bir direğe bağlanarak sineklerin insafına bırakıldığını anlatır. Tokat’ta ailesinden kaçıp gizlice evlenen ve sazlıklara saklanırken sinekler tarafından öldürülen kızın hikâyesi de kuşaklar boyunca anlatılır (Hanilçe, 2018).

Sinek ve Cumhuriyet

Hangi formda olursa olsun, örgütlü siyasi yapıların insanlara sunduğu vaatlerden biri de, doğanın kendiliğindenliğine ve insanı hiçleştiren gücüne karşı, göreli bir bağışıklık vaat etmesidir. İmparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecini, bu bağışıklığı birbirinden tümüyle farklı veya birbirini takip eden yöntemlerin tarihi olarak okumak mümkün. Bu tarih içerisinde kesintisiz olan ise sineğin var olma biçimi ve ona karşı açılan savaş. Ancak işin toplumsal yönüne baktığımızda ilk göze çarpan şey, sineğin hem insanları hem de yeni cumhuriyeti kırda ve kentte başka başka imtihanlara tabi tuttuğu.

Ve sıska mandaların kalça kemikleri o kadar sivrilmişti ki, yer yer derilerini delmişti. Bu deliklerin üstünde sineklerin yüzlercesi kalkıp yüzlercesi konmaktaydı.

Yakup Kadri, Yaban

Sinek, eskinin köy hayatında sefaletin ve çaresizliğin bir sembolü gibi resmedilir hep. Burada, gündelik yaşamın temelleri bir hayatta kalma mücadelesi üzerine kuruludur ve sinek, harici ve arızi bir sorun olmaktan çok, bu sefalet ve mücadelenin doğal bir unsurudur, hayatın tanımına dahildir. Sineğin hayatın üzerine çullanmamasını sağlayacak araçlar mevcut değildir ve bu hayvanın yarattığı yükü, insanlar ve hayvanlar birlikte çeker. Sinek, üzerine konduğu yaranın hangi bedene ait olduğuyla da, bir bedenden aldığını hangisine taşıdığıyla da ilgilenmez. İşin zor tarafı ise, sineklerin aracısı olduğu hastalık alışverişinin çoğunun, maddi hayatın üretimi için insanlarla bir arada yaşaması gereken hayvanlar ile gerçekleşiyor olmasıdır. Bu maddi hayatın fonu, sürekli sinek vızıltıları ile doludur. Sığır sürülerinin arkasında izi sürülürken kavgalara sebep olan, yoğurulup duvarlara yapıştırılarak kurutulan, kış aylarının kutsal ganimeti tezek de sinekle beraber gelir. Yabani otların yaprakları altında yumurtadan çıkan ve hemen yanı başında ekili sebzenin köklerine hücum eden sinek larvalarından kurtulmak için çocuklar seferber edilip tarlalara ot yolmaya yollanırlar. Sofralarda, sineğin içine düştüğü yemeğin tiksintiyle heba edilmesinin önüne geçmek için peygamberin bir hadisi yardıma çağırılır: “Sizden birinizin içeceği (ve yiyeceği) içine sinek düştüğü zaman, o kişi onun her tarafını batırsın, sonra çıkarsın (atsın). Çünkü sineğin iki kanadının birisinde hastalık, diğerinde de şifâ vardır” (akt. Aydın, 2021: 13). Yani sinek, kırdaki hayatta temas ettiği her şeyde özgül ağırlığını hissettiren, kendi kabullenme ve baş etme mekanizmalarını beraberinde getiren, dağ ve taş kadar doğal ve verili bir yol arkadaşıdır.

Akşam oldu, yatsı oldu, gece yarısı oldu. Eşek önde ben arkada hep yoldayız. Eşeğin gözüne konup kalkan sineklerden başka canlı bir yaratığa rastlamadım yol boyunca. Bereket ay ışığı var…

Mahmut Makal, Bizim Köy

Yüzüncü yılın sonunda köy, geçmişte onunla özdeşleştirilen sefaleti, tedirginliği ve ilkelliği taşımıyor ve artık yalın bir hayatta kalma mücadelesinden çok daha başka bir şey. Ama biliyoruz ki kır yaşamı, Anadolu ve Kürdistan coğrafyaları boyunca, hâlâ en eski ile en yeninin, doğaya karşı en korunaklı olanla onun vicdanına en kayıtsız biçimde bırakılmış olanın farklı derecelerde bir arada yaşamasıyla belirleniyor. Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde bulunan ve milattan önce 1000 yılına tarihlenen dibeklerin örnekleri bugün hâlâ köy evlerinde, elektrikli öğütücü ve mikserlerin yanında kullanılıyor. Suyu olmayan köyler, cep telefonundaki uygulamalarla yer altı sularının izini sürmeye çalışıyor, at arabalarına kauçuk otomobil lastikleri takılıyor ve çocuklar bir yandan taklacı güvercin yetiştirmeyi öğrenirken bir yandan da Karlar Kraliçesi adlı animasyonun karakterlerini ezbere sayabiliyor. Sineğin bu hayatta taşıdığı ağırlık da bu çok katmanlılıktan nasibini almış halde. Sineği hayatın merkezine koyan sebeplerden önemli bir kısmı kontrol altına alınmış, kanalizasyon sistemleri köylere kadar yayılmış, ziraat ve veterinerlik hizmetleri gelişmiş olsa da sinekler hâlâ o gündelik hayatın bir parçası. Ve 2020 yılında Yozgat’ın Lök köyünde yaşandığı üzere, bazen sinekler hiç beklenmedik bir yoğunlukla hayatın üzerine “bir bulut” gibi çöküp eski kudretlerinden bir şey yitirmediklerini gösterebiliyor. Bu olay yaşandığında köylülerin en büyük şikâyeti ise, tarlalarında çalışıp hayatlarını kazanmalarının imkânsız hale gelmesi oluyor.

İstanbul’da sinekler hakkında: “Sineklerin garb cephesinde”, 1936. Kaynak: Cumhuriyet no. 4493 (14.11.1936), s. 7

Hastalık, Sinek ve Bataklık

“(…) sıtma mücadele heyetlerince tespit edilen mesafelerde sivrisineklerin üremesine hizmet eden su birikintilerine sebebiyet vermek memnudur.”

Sıtma ile Mücadele Kanunu (1926), Madde 4

Cumhuriyetin ilk yıllarından beri sinek ve türlü çeşitli akrabaları bir halk sağlığı meselesi olarak ele alınır. Sinekle ilişkilendirilen hastalıklar genelde kolera, tifo, dizanteri gibi bulaşıcı hastalıklar. Sineğin bu hastalıklardaki rolü, hastalığın yayılımını kolaylaştırması. Ama bu hastalıklar arasında bir tanesi var ki sinek, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki özgül ağırlığının büyük kısmını bu hastalığa borçlu: Sıtma. Sıtmanın kaynağının sivrisinek olduğunun anlaşılması 1800’lerde gerçekleşir. Sineğe ve sivrisineğe açılan savaş ve bataklık kurutma faaliyetleri bundan sonra başlar ve cumhuriyet tarihi boyunca da devam eder. Türkiye’nin önemli bulaşıcı hastalık uzmanlarından Ekrem Kadri Unat’a göre sıtma, Osmanlı’dan Türkiye’ye miras kalmıştır ve yeni cumhuriyetin bu sorunu, kendi modernleşme projesindeki araçlarla çözmesi gerekecektir. Sıtma ile mücadelenin gerektirdiği örgütlülük, toplumsal iş birliği, koordinasyon, tıbbi altyapı ve ekonomik kaynaklar, etkin bir idari yapının varlığını şart koşar. 23 Nisan’da kurulan TBMM, 9 Mayıs günü bir “Sıtma ile Mücadele Bildirisi” hazırlar ve eski başkentin mahzenindeki müdahale araçları gizlice Anadolu’ya taşınarak yeni idari yapının envanterine dahil edilir (Töre, 2021). Yani bir yanıyla sıtma ve dolayısıyla sinekle mücadelenin gerektirdiği idari aygıtlar, yeni cumhuriyetin kendi teşkilatını tesis etmesindeki vesilelerden biri olur. Ki sonrasında da, sineklerin yol açtığı sağlık sorunlarıyla ilgili ilk yasal düzenlemeler (Sıtma ile Mücadele Kanunu, 1926), sağlıkla ilgili genel nitelikteki yasal düzenlemelerden (Hıfzıssıhha Kanunu, 1930) epey önce hazırlanır.

Servet-i Fünun kapağından: “Anadolu’da sıtma mücadelesi: Adanavilayet merkezinde fabrika göllerine sivrisinek tohumlarını mahvetmek üzere tulumbalarla petrol serpilmesi”, 1925. Kaynak: Servet-i Fünun no. 1521 (08.10.1925)
Himaye-i Etfal Cemiyeti Hıfzısıhha Şubesi tarafından Doktor Ali Vahid’e yazdırılan 1926 tarihli Isıtma [=Sıtma] risalesinden: “Anofel nasıl ürüyor, ısıtmayı nasıl aşılıyor?”. Kaynak: Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi, Erzurum / Seyfettin Özege Koleksiyonu / OZEGE_0112879

Cumhuriyet için sineğin, öncelikli olarak sıtma üzerinden ilerleyen bir sağlık ve nüfus politikası sorunu olduğu aşikâr. Ve cumhuriyet, sineğin, kırsal hayatla, tarımla, hayvanlarla, yabanla ve bunun da ötesinde kent ile kurduğu temasla ilgili bir hareketlilik meselesi olduğunu görür. Sinek her daim hareket eder ve seyahatleri sırasında hem geleneksel yaşayışını sürdüren grupların hayvanlarını hem de yeni cumhuriyetin teknolojik araçlarını birer araç olarak kullanır. Türkiye coğrafyasında her şey daimi olarak hareket etmekte, sineği ve hastalıkları coğrafyalar boyunca taşımaktadır. Bu hareketi kontrol altına almanın mümkün olmadığı yerlerde sorunu kökünden çözmek gerektiğine karar verilir. Ve kırda sinek ve kuzenleriyle yürütülen savaşın meydanı da az çok bellidir: Bataklık.

Aslında bataklık kurutma faaliyetleri Osmanlı’da başlamıştır; ancak, cumhuriyet ile birlikte yeni bir boyut kazanır. Ve bu süreçte, devletin sineklerin kaynağını ve yayılma yollarını araştırırken ortaya koyduğu veriler, ülke toprağında yaşanan dönüşümün ve çok katmanlılığın bir tablosunu sunar. Örneğin, Milletvekili Emin Soysal, 1947 yılında Maraş ilindeki bataklıkların kurutulması ile ilgili mecliste yürütülen tartışmalarda, sinekler yüzünden her işini cibinlik altında yapan, orak biçerken iki göz bebeği dışında her yerini kapatmak zorunda kalan ve çoğu, 45 yaşından uzun yaşamayan köylülerin hikâyesini anlatırken şunları söyler:

Bataklık bu kadar münbit bir toprağı işgal etmekle kalmıyor ayrıca da bozduğu hava içinde barındırdığı sivrisinekler, sazlıkların arasında sakladığı domuz sürüleri, arasıra yol kesiciler ve kaçakçılar vasıtasiyle ova üzerindeki köylerin zirayı asayişini, işletme kudretini, hatta sosyal ahengini, nüfus artmasını ehemmiyetle ihlâl ediyor ve çekilmez bir hale getiriyor. Halkın dili ile kemikli denecek kadar iri yapılı sivrisinekleri yalnız buranın sakinlerini değil trenle geçenleri de rahatsız ediyor ve hattâ o vasıta ile uzak yerlere kadar da seyahat ediyorlar. Sürüleriyle geçinen Aydın aşiretlerinin çadırları ve hayvanları vasıtasiyle de yayla yerlere kadar gidiyorlar (TBMM Arşivi, 1947: 66).

Bütün bunlar, yani konar-göçer olanla uçar-kaçar olanın ortak bir nizamda kontrol altına alınması süreci, uzun bir süre boyunca yeni cumhuriyetin toprak, insan ve mülk ile kuracağı yeni ilişkinin merkezinde yer alacaktır.

Torbalı’nın daha sonra Sağlık ovası adını alacak olan ünlü Cellat Gölü’nün kurutulma çalışmalaları hakkında kısa foto haber, 1935. Kaynak: Cumhuriyet no. 4086 (29.09.1935), s. 3

Toprak ve İskân

Ancak işin başka boyutları da var. Bataklıkların kurutulması beraberinde başka açmazları da beraberinde getirir. Konu gündeme geldiğinde sinekler ve yaydıkları hastalıklar çoğu kez yeni tarım alanlarının açılması fikri/ihtiyacı ile birlikte ele alınır, hatta kimi zaman bunun bahanesi olur. Yeni cumhuriyet, kendi sınıfsal katmanlarını yaratacak, coğrafyayı Türkleştirecek, bir yandan gayrimüslimlerden kalan malların üzerine çökerken bir yandan da Osmanlı zamanından beri daimi olarak gündemde olan nüfus yerleştirme politikalarına girişecektir. İşte sinek ve bataklık, bu noktada kimi zaman bir gerekçe olarak iş görüp yeni devletin toprak ve nüfus politikalarına dahil olur.

Sıtmanın –yani sineğin– kol gezdiği bir bataklık olan, sadece konar göçer aşiretlerin kışlak olarak kullandığı Çukurova’nın kurutulmaya başlanması, 1800’lere uzanır. Bugün hâlâ dilden dile anlatılana göre, o süreçte kurutmak üzere bölgeye ilk yerleştirilen grup, bataklığa, iklime ve sineğin getireceği hastalıkların hiçbirine alışık olmayan Arap Alevileridir. Sonrasında da, ortaya çıkan verimli tarım toprağını işlemek için konar göçer aşiretlerle anlaşmaya varılır ve bugünün büyük toprak sahipleri ve tarımsal emeğin bugünkü dinamikleri o zaman ortaya çıkar. Ve bu toplumsal dönüşüm dinamiği, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren kullanılmaya devam eder. 1930’da İzmir’i ziyaret eden Mustafa Kemal, Cellat Gölü ve civar bataklıkların durumundan rahatsız olunca gölün kurutulması için 46 kilometrelik bir kanal açılır ve burada ortaya çıkan 1200 hektarlık toprak, yerleşik köylülere ve bu toprak üzerinde kurulan yeni göçmen köylerine tahsis edilir (Yaman, 2008). Ancak özellikle 1934 tarihli İskân Kanunu’nun ardından, sıtma ve sinekle savaş kapsamında bataklıkların kurutulması ve açılan yeni tarım arazilerine yeni toplumsal birimlerin yerleştirilmesi faaliyetleri, daha çok göçebe aşiretleri ve Kürt aşiretlerini merkeze alan bir medenileştirme/asimilasyon projesinin de parçası haline gelir (Kaya, 2015). Ve bu girişimler boyunca dönüştürülen ve aşındırılan şey sadece toplumsal doku değil; doğanın kendisidir. Örneğin, sivrisinek yuvası bir bataklık olduğu gerekçesiyle 1950’li yılların sonunda kurutulmaya başlanan Amik Gölü, 1960’ların ortalarında artık ortadan kalkmıştır. Gölün yerine açılan arazilere bölgenin Arap Alevi ağırlıklı dokusunu değiştirmek üzere Türk asıllı topluluklar yerleştirilir. Ancak gerekli su yolları ortadan kalktığı için bu yerleşim yerleri her sene su baskınları ile uğraşmak zorunda kalır. Bu sırada gölün yarattığı biyo-çeşitlilik ortadan kalkar, yılanboyun gibi endemik bazı kuş türlerinin soyu tükenir (Çalışkan, 2003).

Bütün bu girişimler, pek çoğu artık geri döndürülemez toplumsal mekanizmalar kurmuş durumda ve ironik biçimde, sinekten kurtulmak için kurulan bataklıklar ve açılan tarım alanları, hem cefasını pek çok kez tarım emekçilerinin çektiği sinek istilaları yaratır hem de başka türlü yıkımları gündeme getirir.

Maraş bataklıklarının kurutulması hakkında meclisteki tartışmaya dair, 1947. Kaynak: Cumhuriyet no. 8156 (01.05.1947), s. 1

Çeltik ve DDT

Yaz ayları… Diyarbakır ovası… Sivrisinek bulut misali. Su yok. Ambar çayının üstüne çeltik ekmişler. Çeltiğin ayakları çaya dökülüyor. Su, bu sebebden, sarı, zehir gibi akıyor. İçen bir daha doğrulamıyor.

Yaşar Kemal, 3 Temmuz 1951, Cumhuriyet

Kırda hayat, suyun varlığı ve de yokluğu üzerine kuruludur. Ve bazen kırsal hayatın üretimi, suyu ve hatta bir bataklığı, ve dolayısıyla sineklerin üreyebileceği alanları gerekli kılar. Bu açmazın en somutlaştığı yer ise, Çukurova’dan Edirne’ye kadar yayılan çeltik tarlalarıdır.

Çeltik, pirincin işlenmemiş hali ve geleneksel olarak su ile dolup taşmış toprakta, yani bataklıkta üretilir. Aslında çeltiğin su altında kalmasına gerek yok; ancak, su altında kalmış toprakta zararlı bitkiler yetişmediği için toprak sahipleri, ilaçlama ve yabani otları ayıklama gibi masraflardan kurtulmuş olurlar. Bu tarlalarda üreyen sinekler ise çeltik tarlalarında çalışanların ya da civar köylerde oturanların sorunu olur.

1950’li yıllarda, çeltik ekimi yapılan bataklıkları kurutmamayı ya da tarlaları bataklığa çevirmeyi tercih eden; ama, sineklerin varlığından da rahatsız olan toprak sahiplerinin imdadına kimyasal bir madde yetişir: DDT. O yıllarda Batının fenni bir mucizesi olarak görülen DDT ilacı, şehirlerden köylere her yerde kullanılmaya başlar. 1950 yılında Balıkesir’i ziyaret eden Refik Halid Karay, içine sinek düşmemiş bir yemek yiyebildiği için DDT’nin mucidi İsviçreli kimyagerin heykelinin dikilmesini önerir ve ekler: “(…) kötü şehirlinin ve yarım münevverin sandığı gibi köylünün ruhu haşereden hazzetmiyormuş.: Köylü haşereyi sevmez, halas olmak ister, imkanını bulamazmış. Bulunca da dört elle DDT’ye sarılmış” (Karay, 2019). Sineklerin yanı sıra bit ve çekirge istilasına karşı da kullanılan bu ilacın canlı bedenlerde kalıcı hasar bıraktığını fark etmek için yıllar geçmesi gerekecektir. Ve o sürede, ezelden beri Urfa’da kuluçkaya yatan, tasvirleri Göbeklitepe’nin sütunlarına işlenmiş kelaynak kuşlarının soyu neredeyse tükenme noktasına gelecektir.

Bugün çeltik tarımı ve yarattığı sivrisinek sorunu hâlâ ilgili belediyelerin belli başlı gündemlerinden biri. Öyle ki, 2015 yılında Edirne Belediyesi, çeltik kaynaklı sivrisinek sorununu çözmek için Yunanistan ve Bulgaristan ile birlikte bir “Sınır Ötesi Mücadele” projesini yürürlüğe koydu (Bkz. Edirne Belediyesi, 2015). Ve bu uğraş artık zamanın ruhuna uygun biçimde organik sinek ilaçlarını da içeriyor. Ancak kırda sinekle mücadele kentlileşirken, büyükşehir belediyelerinin faaliyet broşürlerinde de görülebileceği üzere sinek, macerasına kentte de devam ediyor. Lakin sinek, kır hayatının belleğinde yarattığı yükten farklı olarak kentte modernleşmeye, nezihliğe, kültüre, benliğe ve siyasete dair pek çok anlamın sembolik taşıyıcısı da olabiliyor.

Kentte Sinek

Yaz günüydü. Kırmızı, yeşil kanatlı siyah sinekler… Yüzlercesi ışık yolunda dalgalanıyordu. Vızıltılarını hâlâ kulakları işitiyordu. Eliyle kalbine vurdu:
– Senin gösterdiğin yola gitmeyeceğim, mantıksız, tabiatsız, kör kudret, dedi.

Halide Edip Adıvar, Sinekli Bakkal

Abdülhamid dönemi İstanbul’unda, toplumun tüm katmanlarının bir panoramasını çizerek Batılılaşma sancılarını dile dökmeye çalışan Halide Edip, romanın merkez mekânı olarak, bulunduğu “Sinekli Bakkal” semtiyle aynı adı taşıyan bir sokaktaki bir bakkal dükkânını seçer. Sinekler bu romanda adları her anıldığında romanın da, İstanbul’un da, ihtiyar imparatorluğun da nasıl bir daimi sıkıntı ve çaba üzerine kurulu olduğunu sezdirir: Bakkal Bilal elinde sineklikle sürekli taze yemişlerin üzerine üşüşen sinekleri kovalamaya çalışır. Semtin adını sevimli bulan saraylı Nejad Efendi’ye, dilerse yaz aylarında, sinek oğullarının istilası altında semti ziyaret edebileceği söylenir. Rabia’nın dolaptan su çekerken kavga ettiği eşeğin oyuncak bir eşekten tek farkı, sinekleri kovmak için kulaklarını ve kuyruğunu hareket ettirmesidir, Rabia’ya aşık Peregrini, kapının önünde bulut gibi biriken kara sineklerin vızıltısını dinlerken hayallere dalar.

Cumhuriyet tarihini bir kentleşme tarihi olarak okumak bu maddenin ve onun yazarının işi değil. Ancak sineğin kentlerdeki hikâyesi bize, cumhuriyet idaresinin kenti, kıra göre görece daha korunaklı bir alan olarak tesis etme sürecine dair ipuçları verir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, mevcut kentlerin büyük kısmı, meydanlar, ana caddeler, üst sınıfların oturduğu görece izole muhitler bir kenara konulursa, modern anlamda kent sayılamaz durumdadır. O yıllarda kentlerin çoğu, kır ve kırdaki hayatın üretim koşulları ile iç içe geçmiş, köy hayatının maddi temellerini kılcal damarlarına kadar taşıyan yerleşim birimleridir. Dolayısıyla sineğin erken dönem cumhuriyet kentlerine, örgütlü ve etkin bir idari yapının yokluğunda, ıslah edilmemiş dereleri ve kent içi tarım alanlarıyla, kırdakine benzer bir şekilde muamele ettiği düşünülebilir. Ancak kent ve kentli yaratma hülyasının cumhuriyetin ana motivasyonlarından biri olduğunu düşündüğümüzde, işin seyri de, rengi de biraz değişir. Ve burada sinek, bir temizlik, nezihlik ve modernleşme meselesi olarak belirir.

Of aman aman ama bıktım
Öf aman aman ama bıktım
Ay aman aman ama bıktım
Bu pis sinekten

Arda Kardeş, Pis Sinek şarkısı, 1971

Sinek sorununa dair: “Ada vapurunda sinekle mülâkat”, 1939. Kaynak: Cumhuriyet no. 5463 (28.07.1939), s. 3
Sinek avlama seferberliğine dair haber, 1959. Kaynak: Sena Erdoğdu, “Tarihimiz İlginç Vakalarla Dolu! 1959 İstanbul’da Yaşanan Sinek Avı Seferberliği,” Onedio (29.08.2021) [https://bit.ly/3pxzjsq]

Belediye nizamnameleri ile birlikte sinek çeken pislikten arınmak belli başlı bir gaye haline gelir. Ancak cumhuriyetin ve belediyelerin bu konuda yetkinleşmesi uzun zaman alır ve bazı durumlarda “devlet-millet el ele” şeklinde sinek savaşlarına girişilir. 1959’da gerçekleşen bir olay bize buna dair pek çok şey söylüyor: O yıllarda nüfusu 1.7 milyon olan İstanbul’un çöp toplama ve biriktirme sistemi henüz modern standartlara kavuşmamıştır (Bu altyapı meselesinin topyekûn ele alınması için 1993 yılında Ümraniye çöplüğündeki metan gazı patlamasını beklemek gerekecekti). O yaz, düzenli biçimde toplanamayan çöpler, şehre çöken sıcaklar, yaşanan susuzluk problemi ve şehirde gezen at arabalarının fazlalığı nedeniyle İstanbul sinek istilasına maruz kalır. Sinek raketleri karaborsaya düşmüştür. Ve 17 Ağustos 1959 günü İstanbul halkı saat 13:00 itibarıyla topluca sinek öldürmeye davet edilir. Dönemin il sağlık müdürü, tek başına günde 40-50 sinek öldürdüğünü, aynısını halkın da yapması gerektiğini salık verir. O gün valilik 10 milyon sinek öldürüldüğünü duyurur, sinek öldürme faaliyetine katılmayanlara ceza kesilir ve bu etkinliğin her Pazartesi tekrarlanmasına karar verilir (Milliyet Gazetesi Arşivi, 1959).

Ne kadar dışkı varsa o kadar boş vermiş sinek de vardır
Her taraf gübrelerle doldu taştı,
sinekler için hep meydan savaşı var

Ceza, Sinekler ve Beatler şarkısı

Kentlileşmeye, modernleşmeye ya da sınıf atlamaya çalışanlar için sineğin varlığı çoğu zaman bu nezihlik rüyasının gerçekleşemediğini, coğrafyanın kaderinden henüz kaçılamadığını gösteren sinir bozucu bir işaret işlevi görür. Adalet Ağaoğlu’nun Fikrimin İnce Gülü romanında, Almanya’dan getirdiği ve gözü gibi baktığı sarı Mercedes’inin fiyakasının bozulmasından korkan işçi Bayram, Türkiye’ye girdikten sonra arabayı birkaç kilometrede bir kenara çeker ve cama yapışan sinek ölülerini tükürüğüyle alelacele temizlemeye çalışır. Varlığıyla barış yapıldığı durumlarda ise sinek, çoğu zaman uykusuz yaz geceleri ile ilişkilendirilen, hayatın olağan akışına dair tatsız bir ayrıntıdır sadece. Sineğe, kırdaki hayatın kaldıramayacağı başka başka anlamlar yüklemek ise ancak bu noktada mümkün hale gelir. “Adana’ya gitme oğul, gözlerini sinek kapar” deyişinin kentte bir karşılığı yoktur artık. İskambil destesindeki sinek, her ne kadar solcu öğrencilerin oyun masalarında köylü sınıfını temsil etmekle maruf olsa da, kahve masalarında kötü şans ile damgalanmış bir uğursuzluk simgesidir. “Sinek kadar kocam olsun, başımda bulunsun” gibi bir deyim ise ancak kentte ortaya çıkabilir. Ve aynı laf, işaret ettiği kadınlık durumlarına eleştirel biçimde yaklaşan bir metnin başlığı haline de yine ancak kentte gelebilir (bkz. Meryem, 2002). Ve burada, “küçük de olsa mide bulandırmasıyla” nam salan sineği bir aşağılama simgesi olmaktan çıkarıp bir alegori aracı haline getirmek dahi mümkün olabilir. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan vahşeti anlatan, Mirza Metin tarafından kaleme alınmış Disko 5 No’lu isimli tiyatro oyunu, bir sinek ile örümcek arasında geçen bir diyalogla açılır. Hikâyede sinek, örümcek ile anlaşmaya varır ve diğer böcekleri, örümceğin ağına çekmek için orada bekleyip semirmeyi kabul eder. Sinek yeteri kadar semirince örümcek, gözünü bir an bile kırpmadan anlaşmayı ihlal edip sineği mideye indirir. Aziz Nesin’in Anıtı Dikilen Sinek öyküsünde yaptığı gibi, sineği insanlarla özdeşleştirip, oradan topluma ve tarihe karşı yürütülen mücadelelerin alegorisini yapan bir eser yazmak ancak kentte gerçekleşebilecektir. Ve sinek ısırıklarının müellifliği, ancak o ısırıkların başka hayatlarda ve tarihlerde yarattığı yıkımlara karşı güvenli bir mesafe varsa mümkündür.

Bitirirken: Sineğin Bin Birinci Yüzü

Sinek hayatın olduğu her yerde ve hayat, sineğe pek çok şey borçlu. Bu yüzden sineğin tarih ve toplum boyunca taşıdığı somut ve sembolik anlamları bir yazıya sığdırmak mümkün değil. Ve bu yazıyı, bir vakıa olarak sineğin ortaya çıkardığı anlamları birbirine bağlayarak bitirmek yerine sineğin, Türkiye’nin farklı coğrafyalarında yaşanan farklı hayatlarda ne şekilde cisimleşebildiğini göstererek yapmak istiyorum. Zira aşağıdaki alıntının gösterdiği üzere, sineğin, bir hakikatin nasıl yaşandığını görünür kılmak için sırtlanamayacağı anlam yok:

Oysa Kürdistan’da sineklerin insanlardan daha iyi durumda olduğu şeyler yaşandı. Ama bunu öylece anlatamadım. Savaş veya mücadele diyemedim. Yoksulluk diyemedim, haksızlık bu diyemedim, halsizlik diyemedim. Yazgı diyemedim. Vahşet diyemedim. Hayır, hiçbiri karşılamadı burada olanların anlamını. Hiçbir şey buzdolabında ceset bekletmenin, at arabasına ev sığdırma telaşının, kahvaltı sofrasında bomba parçaları bulmanın anlamını karşılayamadı (Atlı, 2022).

KAYNAKÇA

Adıvar, H. E. (2022). Sinekli Bakkal. İstanbul: Can.

Atlı, B. (2022). Ev. 5 Harfiler. https://www.5harfliler.com/ev/

Aydın, M. (2021). Sinek Hadisi Üzerine Bir İnceleme. İstanbul: Kitap Dünyası.

Töre, O. (2021). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bulaşıcı Hastalıklarla Savaşım. Klimik. https://www.klimikdergisi.org/tr/2021/04/27/osmanlidan-cumhuriyete-bulasici-hastaliklarla-savasim/

Connor, S. (2006). Fly. Reaktion Books.

Çalışkan, V. (2003). Amik Ovası ve Amik Gölü: Bir Sulak Alanı Kurutma Deneyiminin Günümüze Ulaşan Etkileri. Türkiye Coğrafya Dergisi, 41: 97-125.

Edirne Belediyesi. (2015, Temmuz 9). https://www.edirne.bel.tr/icerik/sivrisinekle-mucadeleye-araliksiz-devam-ediliyor

Hanilçe, M. (2018). Osmanlı Devleti’nin Bataklık Kurutma Uygulamalarına Bir Bakış. Türk Dünyası Araştırmaları, 119: 49-88.

Erhat, A. (2015). Mitoloji Sözlüğü. İstanbul: Remzi.

Evliya Çelebi. (2012). Seyahatname, Cilt 3. İstanbul: YKY.

İbn Cerîr Et-Taberî (2020). Tarihu’t-Taberî. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.

Karaosmanoğlu, Y.K. (2004). Yaban. İstanbul: İletişim.

Karay, R. H. (2019). Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra. İstanbul: İnkılap.

Kemal, Y. (2015). Yaşar Kemal’in Cumhuriyet’te Çıkan İlk Yazısı. Cumhuriyet. https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/yasar-kemalin-cumhuriyette-cikan-ilk-yazisi-224449

Kaya, S. Y. (2015). İskan ve Toprak Dağıtımı Politikaları Kapsamında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu. Journal of Life Economics, 2(3): 77-106.

Makal, M. (2022). Bizim Köy. İstanbul: Literatür.

Meryem, H. (2002). Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun. İstanbul: İletişim.

Milliyet Gazetesi Arşivi. (1959). 17, 18 ve 19 Ağustos 1959 tarihli nüshalar.

Monterroso, A. (2020). Devridaim. İstanbul: Vakıfbank Kültür.

TBMM Arşivi. (1947). Tutanak Dergisi. Dönem: 8, Cilt 5: 66.

Yaman, M.K. (2008). Cellat Gölü’nden Sağlık Ovası’na. AKDTYK Atatürk Araştırmaları Dergisi, 72: 693-708.

Kapak görseli: Thomas Moffet’nin 1634 tarihli Insectorum Sive Minimorum Animalium Theatrum kitabından sinekler.
Kaynak: Biodiversity Heritage Library (BHL) / QL463 .M93 [https://bit.ly/46wCQI4]

İLGİLİ NESNELER