- Tanım
- Tarihçe
- Osmanlı’da Ayakkabıcılık Zanaati
- Kauçuk Ayakkabıların Rekabeti
- Sümerbank Ayakkabıları Doğuyor
- Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası
- Özel-Kamusal Mekânları Ayıran Sembol Olarak Ayakkabı
- Sınıfsal ve Siyasal Sembol Olarak Ayakkabı Türleri
- Siyasi Sembole Dönüşen Ayakkabı Türleri
- Yakın Dönem Türkiye Siyasetinde Ayakkabı
- Köylülüğün Sembolü Olan Ayakkabılar
- Ayakkabıcılar
- Ayakkabıcıların Sendikaları
- Çıplak Ayaklı Yürüyüşler
- Sonuç
- Kaynakça
- Dipnotlar
Tanım
Ayakkabı, TDK Sözlüğü’nde, “Genellikle sokakta giyilen ve altı kösele, lastik vb. dayanıklı maddelerden yapılan giyecek, başmak, pabuç” olarak tanımlanır.
Ayakkabı adı üzerinde ayağın kabıdır. Tarif ettiği nesneyi bütün sadeliği ve işlevselliği ile anlatan bir sözcüktür. Artık daha az kullanılmakla birlikte pabuç da ayakkabı yerine geçen bir sözcüktür. Aynı zamanda farklı tür ayakkabılar olarak kundura, iskarpin, postal, çizme, bot, çarık, lastik, nalın, takunya, sandal, yemeni, terlikten de söz edebiliriz.
Türkçede hem bu farklı ayakkabı türlerinin (ya da ayakkabısızlığın) hem de ayakkabı imalatında kullanılan malzeme ve işlemlerin yer aldığı zengin bir deyimler kümesi bulunur. “Yalınayak başı kabak,” “pabucunu ters giydirmek,” “pabuççu muştası gibi,” “pabucumun…,” “pabuç pahalı geldi,” “pabucuma anlat,” “sağlam pabuç olmamak,” “pabucu dama atılmak,” “nalıncı keseri gibi kendine yontmak,” “dost başa düşman ayağa bakar,” bunlardan bazılarıdır.
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar.
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi.
Ayakkabısı vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah’ın adını
Günahkâr da sayılmazdı
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye…
Orhan Veli (2008: 31), Kitabe-i Seng-i Mezar adlı bu naif ve çok bilinen şiirinde sağlıklı bir ayağın ve ayakkabının önemine dikkat çeker. Evrim çizgisinde iki ayağı üzerinde dikilerek yürüyebilmesi, en ayırt edici niteliklerinden biri olan insan soyu için, yürümeyi kolay kılan bu giysi, yaşamsal önemdedir. Kuşkusuz uygarlığın gelişimi içinde ayakkabı da salt işlevsel bir nesne olmaktan çıkmış, farklı dönemlerdeki farklı moda akımlarına göre çok farklı şekiller alan bir estetik objeye; sosyo-ekonomik konuma işaret eden bir toplumsal simgeye dönüşmüştür.
Tarihçe
Dünyada ilk ayakkabının, 5 bin yıl önce Mısır Firavunu Narmer tarafından giyildiği yönündeki bilgi genel kabul görmektedir (Çobanlı, 2015: 98). Eski Mısır’da prototipi oluşan ve sandalet olarak adlandırılan bu ilk ayakkabı türünü, tarihin erken evrelerinde Perslerden İspanyollara, Slavlardan Afrikalılara dünyanın hemen her yerindeki toplulukların kullandığı görülür (İmre, 2016). Roma döneminde ustalar, soylular için daha zarif ve değerli ayakkabılar üretmişlerdir. Rönesans döneminde ön kısımları yuvarlak ve geniş, arkaları ise dar ve alçak ayakkabılar ortaya çıkar. Orta Asya’da ve kuzey steplerinde ise ökçesiz çizmeler erken dönem ayakkabıları olarak dikkat çeker.
Anadolu’nun geçmişinde dericilik ve ayakkabıcılık önemli gelişme kaydetmiştir. Özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda deri ürünleri ihraç edilmiş, “sahtiyan” adı verilen deri işlemeciliği dünya çapında tanınan bir yöntem olmuştur (İmre, 2016: 199). Osmanlı döneminde giyilen ayakkabılar, saray ve saray dışında halkın giydiği ayakkabılar olarak farklılık göstermiştir. Saray ayakkabıları, konçlu çizmeler, terlikler, nalınlar, kösele tabanlı süvari pabuçlarından oluşurken; halk tipi ayakkabılar, başmak, potin, çapula, çedik türü ayakkabılardır. Çarık ise Anadolu köylüsünün yüzyıllarca simgesi olmuş bir ayakkabı türüdür.
16. yüzyılda Osmanlı tebaasının kılık kıyafeti ile ilgili fermanlarda, hangi grupların hangi tür ve renklerde ayakkabı giyebileceği belirtilmiştir. Burada da yine ayakkabının bir statü sembolü olarak önemini görürüz.
Osmanlı'da Ayakkabıcılık Zanaati
Osmanlı İmparatorluğu’nda deri, deriden üretilmiş mallar ve ayakkabı üretimi, önemli bir yere sahiptir. 1638’de İstanbul’da pabuççu esnafı olarak 3400 dükkânda istihdam edilen 8000 çalışan vardır (Küçükerman, 2020: 39).
Fransız sanatçı Pretextat Lecomte, 20. yüzyıl başında kaleme aldığı Türkiye’de Sanatlar ve Zanaatlar adlı kitabında, Türkiye’de yapılan ayakkabıları detaylı biçimde betimler:
Türk kunduraları sandalın gelişmiş şeklidir, atkılar kaldırılmış ve bir yüz geçirilmiştir. En yaygın olarak kullanılan ayakkabı Sahtiyan (boyanmış parlatılmış deri), kalın pençeli olup ucu sivri ve ökçesizdir. Genellikle keçi derisinden imal edilir. Bir de Mercan Terlik dedikleri pabuçlar vardır. Sert deriden imal edilir. İki kısımdan meydana gelmiştir. Bir yüz, bir arkalık (fort) biri ötekinin içine girer. Terlikler bir yarım-kayık şeklini taklit eder. İnce deriden yapılır, renkleri çoğu zaman sarı veya kırmızıdır (akt. Küçükerman, 2020: 200).
Osmanlı dericiliği, 18. yüzyılda rakipsiz bir konumda, hatta Fransa’dan ve İngiltere’den gelen ustalar için bir okul niteliğinde iken; 19. yüzyıl sonlarına doğru, yani Sanayi Devrimi ve izleyen yıllarda gelişen yeni teknolojilerin getirdiği üretim tekniklerine geçiş yapılamadığı için ağır ve uzun bir kriz evresine girer. Bu yıllardan Osmanlı dericiliğinin, Avrupa’da üretilen derilerle rekabet olanağı azalır (Ballı & Koraltürk, 2019).
Piyasayı büyük ölçüde kaplayan dışarıdan gelen ayakkabılar, farklı zevklere ve farklı gelir grubundan insanlara seçenekler sunar. Yine de örneğin İstanbul’da, I. Dünya Savaşı yıllarında küçük atölyelerde istihdam edilen 3000 kadar kunduracı bulunmaktadır.
Kauçuk Ayakkabıların Rekabeti
Osmanlı döneminde ülkeye girmeye başlayan ithal kauçuk ayakkabılar, 1932’de İstanbul’da kurulan ünlü Gislaved Fabrikası’yla içeride de üretilmeye ve deri ayakkabılarla rekabet etmeye başlar. Teşvik-i Sanayi Kanunu’ndan yararlanarak kurulan fabrika ve atölyelerde, lastik galoş, tenis ayakkabısı, lastik ökçe üretilip satışa sunulur. Ayakkabı üreticileri, ithal kauçuk ayakkabılarla ilgili şikâyetlerini sık sık dile getirirler. Deriden kundura ile lastik/kauçuk ayakkabı arasındaki rekabet gazete haberlerine konu olur ve giderek, İstanbul Ticaret Odası’nın da dahil olduğu, kamuoyunda ilgi uyandıran bir tartışma haline gelir.
22 Haziran 1934’te, İstanbul’da Halkevi salonunda geniş bir katılımla “Türk Ayakkabı ve Deri Sanayicileri Kongresi” gerçekleştirilir. Kongrede yapılan konuşmalarda öne çıkan konu, ithal hammadde kullanan kauçuk sanayinin, milli bir sanayi sayılıp sayılmayacağıdır. Kauçuk fabrikalarını, Türkiye’de faaliyette bulunmalarından ötürü milli bir sanayi dalı olarak kabul etmek gerektiğini savunanlar olsa da çoğunluk, Türkiye’de kauçuk yetişmediği için, üretim yurt içinde yapılmış olsa bile, bunun milli bir sanayi olamayacağı görüşünü paylaşır (Ballı & Koraltürk, 2019: 103). Kongrede gündeme gelen önerilerden en rağbet göreni, lastik ayakkabılardan daha fazla vergi alınarak haksız rekabetin önlenmesidir. Kongre sonrası bu yönde tasarılar TBMM’ye getirilerek yasalaştırılır. Dönemin ruhuna uygun olarak, yerli sanayiyi korumak için, deri kundura üreticileri lehine korumacı önlemlerin alınması kamuoyunda da destek gören bir uygulamadır.
Sümerbank Ayakkabıları Doğuyor
İlerleyen yıllarda artan üretim kapasitesi ile Sümerbank Beykoz Deri Kundura Fabrikası, ülkede sağlam ve ucuz ayakkabının başlıca adresi olur. “Sümerbank ayakkabısı” bir ekole, yaygın ve bilinir bir markaya dönüşür. Devlet memurlarına verilen giyim çekleriyle, işçilere toplu iş sözleşmeleri yoluyla Sümerbank ayakkabılarından dağıtılır. Sümerbank tesislerinde üretilen ve yine Sümerbank’a ait yaygın mağaza zincirinde satışa sunulan basma ile birlikte ayakkabı, Türkiye’de kamuculuğun sembollerinden biri haline gelir. 80’li yıllarda, Turgut Özal’ın öncülüğündeki pervasız özelleştirme dalgasında, “Devlet, basma, pijama, ayakkabı mı üretir?” türü alaycı ifadelerle oluşturulan atmosfer içinde Sümerbank özelleştirilerek tasfiye edilir. Sümerbank basması ve ayakkabısı ise cumhuriyet kuşaklarının, kamucu bir ekonomik düzen ve devletçi kalkınma modeline ilişkin kolektif bilincindeki simgeler olarak tarihimizdeki yerini alır.
Ayakkabı üretiminin özel sektördeki gelişimine bakarsak, 1950’li ve 60’lı yıllarda küçük sanayi görünümünde olduğunu, 1970’lerde ise sanayileşme çabalarının başladığını görürüz. 1980’lerde özel sektör, ciddi sayılabilecek makine parkı yatırımları yapmış, sektörün %15’i sanayileşmeyi tamamlamış ve bu dönemde ithalatın artması sonucunda tamamen emek yoğun üretime dayanan sektör, küçük atölye üretim şeklinden sıyrılarak makineli, daha seri ve düşük birim maliyetli üretim ve fabrikalaşma sürecine girmiştir (Zirek & Özcömert, 2003).
1980’lerde uygulanan neoliberal ekonomi politikaları, ithalatın ve dolayısıyla iç piyasada rekabetin arttığı bir ortam oluşturmuştur. 1990’lı yıllarda beklenen pazarlama atağı ise gerçekleşememiştir. Bu dönemde ihracat, SSCB’nin dağılması sonucu Rusya ve eski Sovyet coğrafyasına yönelir. Günümüzde dünya ayakkabı ihracatı içinde Türkiye, 19. sırada yer almaktadır. İthalat rakamları ise özellikle 2014 sonrasında başlayan ilave gümrük vergisi ile görece düşme eğilimindedir (Ticaret Bakanlığı İhracat Genel Müdürlüğü, 2021: 4).
Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası
Deri ve ayakkabı üretilen dönemde Beykoz Kundura yerleşkesi, iş alanları, kreş, lokanta, sinema, sağlık ocağı, kütüphane gibi birimleriyle, nüfusu üç bini bulan bir yaşam alanıdır. İşçi ve memurların iç içe yaşadığı bu kurumun, Beykoz’un toplumsal ve ekonomik yapısında da önemli bir yeri vardır.
1804’te, III. Selim’in isteğiyle Beykoz Hünkar İskelesi’ndeki değirmen ocağında bir kâğıt fabrikası, 1810’da fabrikanın hemen yanında bir tabakhane kurulur. 1812’de II. Mahmut tabakhaneyi satın alınca fabrika, ordu için gereken ayakkabı, çizme ve koşum takımlarını üretmeye başlar. Bu bağlamda bu tesislerin Osmanlı’nın ilk sanayi tesislerinden olduğu söylenebilir.
Uzun süre askeri bir fabrika olarak üretime devam eden tesis, cumhuriyet sonrasında Sanayi ve Maadin Bankası’na bağlanır, 1933’te ise yeni kurulan Sümerbank bünyesine katılır. Zaman içinde yapılan yatırımlarla fabrikanın üretim kapasitesi genişler. 1977’ye gelindiğinde yılda 2.5 milyon çift ayakkabı üretebilecek bir kapasiteye erişilmiştir.
Fabrikanın işçi hareketi açısından da köklü bir tarihi vardır. Fabrikada yaşanan ilk greve ilişkin kayıt, Temmuz 1872 tarihlidir. 1926’da Umum Amele Birliği’nin Beykoz Şubesi’ne bağlı işçileri fabrikada bir grev örgütlemiştir. 1947’de CHP öncülüğünde sendikaların ilk kurulduğu işyerlerinden birisi olur. Sonraki yıllarda yemek boykotları, grevler ve özelleştirme karşıtı mücadelelerle işçi hareketi bu mekânda devam eder.
2004’te Beykoz Kundura’nın faaliyeti son bulur, sahası ve binaları özelleştirme kapsamında bir holdingin bünyesine katılır. Fabrika alanının bir bölümü, 2005’ten beri dizi ve sinema sektörüne hizmet veren bir platoya dönüşmüştür. Yeni sahipleri, fabrika sahasındaki endüstriyel miras niteliği taşıyan birçok binanın restorasyon ve yeniden işlevlendirilme çalışmasını sürdürmektedir. Beykoz Kundura’yı şekillendirip geliştiren, Türkiye ekonomisinde önemli bir noktaya taşıyan kişilerin anısını yaşatmak, endüstriyel ve kültürel miras alanını daha iyi anlamak amacıyla kurulan Kundura Hafıza, arşiv ve sözlü tarih çalışması başlatır. Çalışma kapsamında Beykoz Kundura’nın kapıları yeniden fabrikanın eski çalışanlarına açılır. Haziran 2021’de açılan Kundura’nın Hafızası: Bir Fabrikaya Sığan Dünya adlı sergi, bir cumhuriyet fabrikası olarak Sümerbank Beykoz Kundura deneyimini tanıklıklar üzerinden görmeye, fabrikadaki sosyal ilişkileri izleyerek Türkiye’nin modernleşme öyküsünü anlamamıza da katkı sunar (Koçak, 2021: 29).
Özel-Kamusal Mekânları Ayıran Sembol Olarak Ayakkabı
Kültürümüzde ayakkabının kamusal ve özel alan ayrımını belirleyen güçlü bir sembol olduğu söylenebilir. Batı’dan farklı olarak Türkiye’de evlerin büyük çoğunluğunda ayakkabı giyilmez, ayakkabılar dışarıda, ev girişinde bırakılır. Ev içinde terlik adı verilen ayrı bir ayakkabı türü kullanılır. Terlik de farklı bağlamlarda yan anlamlar kazanır. “Anne terliği,” eski usül, otoriter çocuk terbiyesi rejimine göndermede bulunur. Gezi Direnişi sırasında, parktaki eylemcilerin annelerinin gerçekleştirdiği eylem, “Toma’ya karşı anne terliği” esprisi, özel alandaki bu otoriteyi, giderek yükselen ve sertleşen otoriterliği nedeniyle iktidara karşı konumlandırarak mizahi bir bağlama yerleştirir. HDP eski Genel Başkanı Selahaddin Demirtaş’ın Kürt çocuklarla çekilen bir fotoğrafında, üzerindeki takım elbiseyle kontrast oluşturan ucuz, sarı plastikten banyo terlikleri, onun siyasi üslubunu anlatan çarpıcı bir tablodur.
Oyuncuların evde ayakkabılarla gezdiği televizyon dizileri ise, gözlerden uzak lüks konutlardaki burjuva yaşam biçiminin alametifarikası olarak görülebilir. Kadınların misafirliğe giderken yanlarında kendi terliklerini götürdükleri bir kültürde bu, hayli aykırı bir durumdur.
Kültürümüzde başkalarının evine girerken, evdekilere saygının gereği olarak, ayakkabılar dışarıda bırakılır; ama, ya eve giren devlet olursa? Devlet, çoğu kez evin mahremiyetini görünür biçimde ihlal ederek girer evlere. Abartılı sayıda silahlı güvenlik gücüyle yapılan sayısız ev baskınında, ayakkabıyla girilen evlerde özel eşyalar darmadağın edilir. Evlerine baskın yapan silahlı polisleri galoş giymeleri konusunda uyaran Dilek Doğan’ın katledilmesi bu konudaki en acı(masız) örnektir.
Ölen aile üyesinin ayakkabılarının kapının önüne konması da ölümü, evin mahrem ve huzurlu ortamından uzak tutmaya yönelik bir yas sembolü olarak kapı eşiğinde başlayan özel-kamusal mekân ayrımının bir başka tezahürüdür elbet.
Sınıfsal ve Siyasal Sembol Olarak Ayakkabı Türleri
Ayakkabı sınıfsal konumun, statünün göstergesi olarak güçlü bir simgesel yere sahiptir. Zenginlerin, ünlü sanatçıların gazetelerin magazin sayfalarında gururla sergiledikleri ayakkabı koleksiyonları vardır. Filipinler’in eski diktatörü Ferdinand Marcos’un iktidarı 1986’da devrildiğinde, eşi İmelda Marcos’un üç bin çift ayakkabılık koleksiyonu olduğu ortaya çıkmıştır.
Dar gelirli ailelerin çocukları içinse, bayramlık ayakkabılar heyecanla beklenen, geldiğinde yastığın altında, yatağın yanında saklanan nesnelerdir. Bekir Coşkun (2000), Bayram Ayakkabılarım başlıklı anlatısında, çocukluğunda babasının kendisi için yaptırdığı bayram ayakkabısını, dar gelmesine rağmen, nasıl eziyet çekerek giymeye devam ettiğinden bahseder.
Iraklı Kürt müzisyen Tahsin Taha’nın Mın Xem Deryayek adlı şarkısından Türkçeye dönüştürülen ve İbrahim Tatlıses’e ün kazandıran Ayağında Kundura , “Ben bir fakir çocuğum, arar seni bulurum vay” sözleriyle ve Tatlıses’in yanık, içli nağmeleriyle Batı’ya, kente gelmiş yoksul Kürt emekçinin sesini yansıtır. Tatlıses’in önce apolitik, sonraları giderek iktidarla özdeşleşen siyasi pozisyonu, yoksulluktan “imparatorluğa” uzanan yaşam çizgisi “sistemle uyumlu, kabullenilebilir” Kürt’ün simgesi olur bir anlamda. O kundura, zamanla bir masumiyet simgesi olarak kaybolur gider.
Ayakkabıların hali, kişinin sosyo-ekonomik durumuna dair hep çok şey söylemiştir. Örneğin 2007’de katledilen Ermeni gazeteci, aydın Hrant Dink’in vurulduğu sırada ayağında olan delik ayakkabıları çok güçlü bir imgeye dönüşür. Kendisine saldıran ırkçı çevrelerin hain, satılmış iddialarını yalanlayan, onun mütevazi sosyal konumunu gösteren bir imge olarak gündeme geldiği gibi geçmişindeki yoksul, yetimhanede geçen çocukluğuna da gönderme yapar. Adeta mütereddit geniş kesimler için, meşru bir sahiplenebilme imkânı yaratır.
2014’te Ermenek’te bir madende yaşanan iş cinayetinde yaşamını yitiren işçilerden Tezcan Gökçe’nin babası Recep Gökçe’nin cenazeye yırtık lastik ayakkabıları ile katılması ise nesnenin sınıfsal gösterge olarak taşıdığı gücün bir diğer çarpıcı örneğidir. Bir başka maden katliamında, Soma’da ocaktan yaralı olarak çıkartılan maden işçisinin ambülansa alınırken söylediği “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin” sözleri, işçi sınıfının hem hüzün hem de umut veren duyarlılığına işaret eder.
Sanatçı kişiliği kadar özel yaşamı ve aşkları ile de gündemde olan ünlü oyuncu ve yönetmen Cahide Sonku için kullanılan “ayakkabısından şampanya içilen kadın” sözü, güzellik ve zenginliğin buluştuğu pırıltılı bir yaşama işaret eder. Yaygın olarak kadınları temsil eden fetişistik bir aksesuar olan ayakkabının –özel olarak da topuklu ayakkabının– lüks bir içki olan şampanyayla biraraya gelişi arzunun, paranın, gücün yoğunlaştığı, erişilmesi zor bir sosyo-kültürel ortamı, günlük dilde söylersek, “sosyete hayatını” imler.
Ayakkabı bazen de bir alt kültür aksesuarına dönüşür. Yumurta topuklu, sivri burunlu, arkalarına basılan kunduralar kabadayılığın, maçoluğun sembolüdür mesela. Eldeki tespihle birlikte adeta kardeş aksesuarlar olarak işlev görürler bir alt kültürün, racon dünyasının temsilinde. Bir Demet Tiyatro adlı TV dizisinde Yılmaz Erdoğan tarafından yazılıp oynanan “Mükremin Çıtır” karakteri ise bu figürün, başarılı bir parodisi olarak belleklere yerleşmiştir.
Siyasi Sembole Dönüşen Ayakkabı Türleri
Bulgarca ayakkabı anlamına gelen ve postal adıyla kullanılan asker ayakkabıları, belki de Türkiye siyasi tarihine dair en çok şey anlatan ayakkabı türüdür. Postal neredeyse her on yılda bir askeri darbeler ve müdahaleler ile demokrasimizin ezilmesini, ordunun siyaseti belirlemesini imleyen güçlü bir metafor olarak siyaset dilinde de yerini almıştır. Asker postalı, darbelerin, darbeciliğin simgesidir. Sayısız karikatürde, afişte, dergi kapağında darbe eleştirisini ve karşıtlığını resmederken kullanılmıştır. Darbelerin ve darbe karşıtlığının sulandırıldığı yakın dönemde kullanıma giren ve darbe taraftarlığını anlatan “postal yalayıcı” gibi tanımlarla konuya ilişkin bir tür argo terminolojisi bile oluşmuştur.
Siyasi tarihimizde öne çıkan bir başka ayakkabı türü ise, takunyadır. 1970’li yıllarda Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ve bakanlıklarda görev yapan Özal kardeşler ve benzeri milliyetçi-muhafazakâr bürokratlar için kullanılan “takunyalılar” tabiri, daha geniş anlamda bulundukları kurumlarda ibadetlerini göstererek yapan, dinsel ritüelleri ve söylemleri bürokratik işlerinde, gündelik yaşamlarında öne çıkaran kesim için kullanılmıştır. Takunya, namaz öncesi abdest alırken kullanılan bir ayakkabı türüdür ve cami, mescit gibi mekânlardan öte resmi kurumlarda görülmesi, dincileşmenin sembolü haline gelmiştir. İslamcı, muhafazakâr kesimlerin ve iktidarların (özellikle de 28 Şubat sürecinde öne çıkan) orduyla yaşadığı gerilimler ise sık sık “takunya ile postalın mücadelesi” olarak anlatılmıştır.
Yakın Dönem Türkiye Siyasetinde Ayakkabı
17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarında baskın yapılan üst düzey bürokratın evinde bulunan, çok miktarda paranın saklandığı ayakkabı kutuları bir siyasi simgeye dönüşmüştür. Gezi Direnişi sırasında ortaya çıkan oluşumlardan biri olan Ankara Dayanışması, 17-25 Aralık operasyonlarının yıldönümünde Kuğulu Park’ta ayakkabı kutusu sergisi açacağını duyurur. Açıklamada, “Halkımızı ayakkabı kutularına hırsızlık parası saklamak yerine yeni işlevler kazandırıldığı ve halkın söylemek istediklerini ayakkabı kutularını kullanarak ifade ettiği bu sergiye ve tarihin en büyük hırsızlığının yıl dönümüne tanıklık etmeye çağırıyoruz,” denir.
Gezi Direnişi sırasında iktidar yanlısı basının “eylemcilerin Dolmabahçe Camii’ne ayakkabılarıyla girdikleri” yalanı, ayakkabı ile kutsal mekân ilişkisini yeniden gündeme getirir. Halılarla kaplanmış olan camilere ayakkabıların çıkartılarak girilmesi, İslam kültüründe ibadethaneye önemli bir saygı göstergesidir. “Halkın dini değerlerine saygısızlıkta bulunan, bu topraklara yabancı, gayrı milli, yozlaşmış muhalifler” imgesi oluşturmak için ortaya atılan bu tehlikeli söylem, açılan soruşturmada, bizzat bahsi geçen caminin din görevlisi tarafından yalanlanmıştır. Ancak, iktidar tarafından işlevsel görüldüğünden olsa gerek, hâlâ zaman zaman ortaya sürülmektedir.
Köylülüğün Sembolü Olan Ayakkabılar
Anadolu köylüsünün yüzyıllarca geleneksel ayakkabısı olan çarık da, Türkiye’de sosyal yapı ve değişimi anlatırken kullanılan bir başka sembolik ayakkabı türüdür. Osmanlı toplumunun ağırlıklı bölümü köylülerden oluşur ve ekonominin temel dinamiği, tarımsal faaliyettir. Cumhuriyetin tarihi ise bir anlamda köylülüğün giderek artan hızda tasfiyesi ve yoğun bir kentleşme süreci olarak görülebilir. 1927 yılında gerçekleştirilen ilk nüfus sayımında, Türkiye nüfusunun % 75.8’i köylerde, % 24.2’lik bölümü il ve ilçe merkezlerinde yaşarken; 1950 sonrasında nüfusun kentleşmesi hızlanmış, 2020 yılında kentsel alanlarda yaşayan nüfus oranı % 76’ya ulaşmıştır. Bu anlamda çok uzun bir dönem boyunca, sosyal yapının temel sınıfsal bileşeni olan ve toplumun büyük bölümünü oluşturan köylüleri temsil eden ayakkabı türü çarıktır. Köye gitmek, köycülük, köy edebiyatı erken cumhuriyet döneminin romantik, idealist ve sonraları muhalif akımlarının temalarıdır. 1940’larda Köy Enstitüleri ile eğitim yoluyla sosyo-kültürel olarak dönüştürülmek istenen köy, asıl 1950’lerde, Demokrat Parti’nin liberal ekonomi politikalarını uygulamaya geçtiği dönemde, yoğun göçlerle büyük dönüşüme uğrar. Köylüler ve bir zihniyet biçimi olarak köylülük, kente taşınmış olur. Sonraki yılların gecekondu sorunsalı, kırdan göçen nüfusun kente eklemlenme, tutunma meseleleri hem sosyal bilimlerin hem de sinemanın, edebiyatın başlıca temaları arasında yer alır.
Ahmed Arif, Uy Havar adlı ünlü şiirinde “Düşün, uzay çağında bir ayağımız / Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri,” diye seslenirken, dünyadaki değişimle Anadolu’daki değişimin hızları arasındaki farka; yazıldığı 1960’lar Türkiye’sinin kırla kent arasında süren gerilimine ve sarsıcı dönüşümüne işaret eder.
“Çarıklı erkanıharp” deyimi, çarığın köylü zihniyetini temsil ettiği bir örnektir. Haydar Ergülen şöyle anlatır bu deyimle kastedileni: “Köylü kurnazı denildiği de olur ama bu o değil, bir zamanlar ‘milletin efendisi’ olan köylünün sanıldığı gibi saf, her söze kanan biri olmadığı, aksine hesabını kitabını bildiği, boş lafa karnının tok olduğu, hatta tam olarak şu sözcükle, ‘külyutmaz’ olduğunun ilanıdır ‘çarıklı erkanıharp’ deyimi” (Ergülen, 2019).
Osmanlı’da, Anadolu’nun “Çarıklı Türk” diye aşağılanan Anadolu Türkmen köylüsü ile cumhuriyetin kurucu elitinin ilişkisi de gerilimlidir. Milli Mücadele yıllarından ve yeni rejimin inşa dönemlerinden itibaren gelgitlerle devam eder bu ilişki. Kimi zaman modernleşmenin faziletlerini idrak edemeyen, milli davayı sahiplenmeyen köylü küçük görülür; kimi zaman da köy romantizmi alıp yürür. Yakup Kadri, Ankara romanında, Ankara Palas’taki cumhuriyet balosuna gelenleri, uzaktan izleyen çarıklı, poturlu köylüleri resmeder. Çarık, aşılması istenen köylülüğün o denli belirgin bir sembolüdür ki bir ara köylerde çarık giyilmesinin yasak edilmesi ve köylüler için ucuz ayakkabıların piyasaya çıkartılması bile gündeme gelir. Yaşar Nabi, bu yasaklama önerisine karşı kaleme aldığı yazıda, asıl sorunun köylünün yoksulluğu olduğuna vurgu yapar (Tan, 1935). Köylünün kendi kestiği koyun derisinden ucuza imal ettiği çarığın yasaklanmasının ona, “Çıplak ayakla gez,” demekle aynı olduğunu yazar. Aslolan, köylünün yaşadığı yoksulluğun aşılmasıdır.
Yukarıda da söylendiği gibi Türkiye’nin zamanla değişen demografik ve sosyal yapısı, özellikle de 2000’li yıllarda artık köylülük bahsini; dolayısıyla bir simge olarak çarığı gündemden kaldırmıştır.
Öte yandan 1930’lu yıllardan itibaren yine köylülerce kullanılan ve köylülükle özdeşleşen görece modern bir ayakkabı türü ise “kara lastik” ya da “cizlaved” olarak anılan ayakkabı türüdür. Yukarıda bahsedildiği üzere, 1932’de faaliyete geçen İsveç’li Gislaved kauçuk firmasının otomobil lastiğinin yanı sıra aynı malzemeden ürettiği galoş tarzı ayakkabılar, ucuz ve rahat olmaları sebebiyle kırsal alandakilerce çok tutulur ve yoğun biçimde kullanılır. Sonraları başka imalatçılarca da üretilen kara lastikler günümüzde de, eskisi kadar olmasa da, alıcı bulabilmektedir. Gislaved, Lastik-İş Sendikası Genel Başkanlığı ve TİP milletvekilliği yapmış, DİSK’in kurucularından ünlü sendikacı Rıza Kuas’ın ilk iş yeridir. Sonraki yıllarda önemli işçi eylemlerine de sahne olacak ve Ekim 1970’te bir işçinin yaşamını yitirdiği “Gislaved İşgali,” emek tarihimizin önemli eylemlerinden biri olacaktır (DİSK, 2022: 423-429).
Ayakkabıcılar
Ünlü tarihçi Eric Hobsbawm, J.W. Scott ile birlikte kaleme aldığı Siyasi Ayakkabıcılar adlı makalede, ayakkabıcıların emek tarihi içindeki dikkat çekici yerine işaret eder. Ayakkabıcı, icra ettiği zanaatin niteliklerinin etkisiyle entelektüel karakterde, köktenci bir öncü işçi figürü olarak 19. yüzyıl işçi hareketine damga vurmuştur (Hobsbawm, 2001: 31-62).
Türkiye’de de ayakkabıcıların ya da daha sık kullanılan adlandırmayla kunduracıların mesleki, sendikal örgütlenmeleri ve sosyalist siyaset içinde yerleri vardır. Evliya Çelebi’den 17. yüzyılda Osmanlı’da ayakkabıcı esnafının, pabuççu (ayakkabı dikici), paşmakçı kavaf gibi isimlerle bir araya geldiklerini öğreniriz (2014: 601-605). Evliya Çelebi, çoğu Mercan Çarşısı’ndaki bekâr hanelerinde kalan 8000 kadar pabuççudan söz eder ve onları, başlarına buyruk, silahlı, saldırgan bir topluluk olarak resmeder. 1000 dükkânda çalışan paşmakçılar1 da aralarında çizmeci, dikici, mestçi, terlikçi, paşmakcıbaşı, pabuç tamircisi gibi alt gruplara ayrılmışlardır.
İlginçtir, yüzlerce yıl sonra, 20. yüzyıl ortalarında yapılan bir saha çalışmasında Orhan Tuna, İstanbul’daki ayakkabıcı esnaflarının sayısını yine 7-8 bin arası olarak hesaplamaktadır (1950: 72). Yine ilgiye değer biçimde ayakkabıcıların toplandıkları bölgeler, Beyazıt Çarşıkapı’daki Medrese ve Mercan’dır. Başka zanaatlerde de görülebildiği gibi ayakkabıcılıkta da, İstanbul’da mekânsal bir süreklilik izlenebilir.
Tuna (1950) bu çalışmasında, Avrupa ve Amerika’da ayakkabı ihtiyacı büyük ölçüde fabrika üretimiyle karşılanırken; bizde halkın ayakkabı ihtiyacının neredeyse tamamının küçük atölyelerce karşılandığını ortaya koyar. Hatta dünyaca ünlü Çek ayakkabı imalatçısı Bata, İstanbul’da bir fabrika kurmak için yaptığı araştırmalardan olumlu sonuç alamadığı için vazgeçmiştir. Aslında kentte büyük çaplı üretim yapan bir ayakkabı fabrikası olarak Beykoz Kundura faaliyettedir. Ancak Beykoz Kundura Fabrikası, özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında üretiminin büyük bölümünü milli savunma ihtiyaçlarına yönlendirdiğinden dönemin yerli mallar pazarlarında da fabrikanın imal ettiği ayakkabıları bulmak zorlaşmıştır.
Araştırmanın yapıldığı sıralarda küçük ayakkabı üreticileri, İstanbul Ayakkabıcılar Sanatkârları Cemiyeti çatısı altında örgütlüdür. Resmi üye sayısının 500 civarında olduğu belirtilen bu cemiyet, ayakkabıcıların büyük bölümünü kapsayamamaktadır. Farklı kaynaklardan derlediği bilgilerle 7500 civarında ayakkabıcının kentte faaliyet yürüttüğünü hesaplayan Tuna’nın (1950) çalışmasına göre bu, aynı zamanda, o sıralarda İstanbul’daki en kalabalık küçük sanayi istihdamıdır. Zanaatin yapılanmasındaki ve mekânsal yoğunlaşmasındaki sürekliliğe bir örnek oluşturacak şekilde, bu kez 1995’te gerçekleşen bir saha çalışmasının sonuçlarına baktığımızda; ayakkabıcıların yine Beyazıt civarındaki Gedikpaşa’da toplandıklarını görebiliriz (Müftüoğlu, 2005). Yine benzer biçimde saha çalışmasında tespit edilen ayakkabıcı sayısı, Ayakkabıcılar Esnaf ve Sanatkarlar Odası’nın resmi kayıtlarındakilerinden çok daha fazladır. Öte yandan araştırmada dikkat çeken bir diğer husus da ayakkabıcıların, 30 yıl öncesine kadar bu mesleği ağırlıkla Rum ve Ermenilerin yaptığını belirtmesidir: “Mesleğin piri Rumlardır ve ayakkabının anayasasını da Rumlar yazmıştır.” Artık onlardan kimse kalmamışsa da, meslekte kullandıkları yöntemler ve terimler hâlâ belirleyici biçimde sürmektedir.
Gazete sayfalarında geçmişe yapılacak bir yolculuk, bahsi geçen Rum ustaların sesini duymamızı sağlayabilir. 1935’te bir gazetede kendisiyle mülakat yapılan, o sıralarda bir Rum kilisesinde mum satıcılığı yapmakta olan Barba Yani, önce Abdülhamid’in baş hafiyesi Fehim Paşa’nın, sonra da bizzat padişahın ayakkabılarını, saraya çağrılarak özel olarak yaptığını anlatır (Akşam, 1935).
Fener’den Kunduracı Yani, gazeteye gönderdiği mektubunda makineleşmenin sanatı harap ettiğini, çırak sıkıntısı yaşandığını ve bu sanatın öleceğini söylemektedir: “Yeniden dünyaya gelseydim bu sanatın adını bile ağzıma almazdım,” diyen Yani Usta, çalışanlara yeterli desteği vermediği için Ayakkabıcılar Cemiyeti’nden de şikâyetçidir (Haber, 1934).
Ayakkabıcılık her zaman çok farklı etnik kimliklerden işçinin istihdam edildiği bir iş kolu olmuştur. Örneğin, 1932’de kendisiyle yapılan bir mülakatta Ayakkabıcılar Cemiyeti Reisi Bahri Bey Rus, Çin, Japon, Acem ve tebası belli olmayan çok sayıda işçinin de ayakkabıcılık işinde çalıştığını belirtir (Vakit, 1932). 1940’lı yıllarda Türkiye Komünist Partisi (TKP) içinde mücadele yürüten Mübadil Roman tütün işçilerinin bir bölümü işlerinden kopmak durumunda kaldıklarında ayakkabıcılık mesleğini icra ederler. Yakın zamanda Suriye’de yaşanan savaş nedeniyle Türkiye’ye gelmek durumunda kalan çok sayıda göçmen de bu sektörde, çoğunlukla kayıt dışı biçimde, çalışırlar. 2017 yılında Adana’da bini aşkın saya işçisinin, ücretlerin yükseltilmesi talebiyle çıktıkları fiili grev, Suriyeli göçmen işçilerin de katılımıyla büyür ve kazanımla sonuçlanır. Bu yerli ve göçmen işçilerin birlikte gerçekleştirdiği ilk grev olarak da kayıtlara geçer (Emek Partisi, 2021).
Ayakkabıcıların Sendikaları
Ayakkabı imalatı, küçük atölye üretimine dayalı bir zanaat olarak esnaf ve lonca tipi örgütlenmelerin konusu olsa da modern zamanlarda ayakkabıcıların sendikal örgütlenmelerine de rastlarız. İlk işçi örgütlenmeleri ve eylemlerinin ortaya çıktığı evrede başka işçi topluluklarının yanı sıra ayakkabıcıların/kunduracıların da sendikalarda örgütlendiği görülür. 1920’lerde ağırlıkla Rum işçilerin örgütlendiği, sosyalist Beynelmilel İşçiler İttihadı’na bağlı sendikalardan biri, 400 civarında üyesi bulunan Ayakkabıcılar Sendikası’dır (Akbulut & Tunçay 2009).
Erken cumhuriyet döneminde sürdürülen sendikacılık ve sosyalizm mücadelesi içinde de ayakkabıcılara sıkça rastlarız. O dönemde faaliyetlerini yeraltında sürdürmek durumunda olan TKP’nin gizli hücrelerinden bazılarını, ayakkabıcılar oluşturur. Döneme ilişkin anılarını kitaplaştırmış olan Zehra Kosova ve Zihni Anadol gibi komünistlerin anlatılarında, ayakkabıcıları görürüz. Tütün işçisi Kosova’nın Sovyetler Birliği’nde parti okulunda tanışarak evlendiği eşi Mustafa İskender, Beyoğlu’nda Artaki’nin kundura atölyesinde 13 kuruşa uzun saatler çalışmaktadır (Kosova, 1996: 118). Bir başka TKP’li Zihni Anadol, 40’lı yıllarda hapishaneden çıktıktan sonra evsiz kaldığında, daha önce hapiste birlikte yattığı partili kunduracı Halil Usta’nın Beyazıt Simkeşhane Hanı’ndaki dükkânında yatar kalkar bir süre (Anadol, 1989: 36).
1946’da sosyalist partilerin öncülüğünde kurulan özgür sendikaların oluşturduğu “46 Sendikacılığı Hareketi” içinde uzun yıllar gizli faaliyet yürüten komünist kunduracılar açığa çıkar ve sendikalarını kurarlar. “46 Sendikacılığı”nın başlıca yayın organı olan Sendika Gazetesi’nde “Han Bodrumlarında Çürüyen Kundura İşçileri” başlığı ile yayımlanan etkileyici röportajlara rastlarız. Yüzyıllardır ayakkabı imalat bölgelerinden olan Çarşıkapı’daki İplikçi Han ve civarındaki benzer hanlarda çalışan binlerce kunduracının vergi yükü nedeniyle yaşadığı ekonomik sıkıntılar ve “güneşsiz, ışıksız, sıhhatsiz” mekânlardaki ağır koşulları sunulur okurlara (Sendika, 1946). Sonra aynı gazetede, İstanbul Ayakkabı İşçileri Sendikası’nın kongre haberini okuruz. Kuruculardan Yusuf Sarı, heyecanlı konuşmasında “Sendikanın işçinin yalnız menfaatini değil, haysiyetini de koruyan bir mektep,” olduğunu söyler (Sendika, 1946). Kısa sürede sıkı bir çalışma programı yürüten sendika, kundura işçileri arasında yaptığı anketlerle bir numaralı sorunun verem olduğunu ortaya çıkartır ve bununla mücadele etmek için işçilerin koşullarını düzeltmenin gerekliliğine vurgu yapar. Tarihsel olarak enformel ilişkiler içinde çalışan kunduracıları, İş Kanunu kapsamına dahil edebilmekse sendikanın bir başka önemli uğraşıdır (Sendika, 1946).
46 Sendikacılığı’nın sıkıyönetim ilanı, tutuklamalar ve kapatmalarla zorla sona erdirilmesi diğer işkolları gibi ayakkabı işçilerinin de taze bir güçle giriştikleri sınıfsal temelde örgütlenme umutlarını ezen bir kırılma olur. 1947’de Sendikalar Kanunu’nun çıkmasının ardından yeniden oluşan sendikal dünyada, 1948 yılında Kazlıçeşme’deki tabakhane işçilerinin ve Beykoz Kundura Fabrikası’ndaki işçilerin ayrı ayrı kurdukları sendikalar, Türkiye Deri-İş Sendikası adı altında birleşme kararı alır. Günümüzde Deriteks adını almış olan bu köklü sendika, iş kolunda mücadeleci bir geleneği temsil eder.
Çıplak Ayaklı Yürüyüşler
Ayakkabı, ayaktaki varlığı kadar yokluğuyla da bir simgedir. Bu bağlamda çıplak ayakla yürümek zorlu bir yürüyüşü, bir mağduriyeti; ama, aynı zamanda bir inadı imleyen yönüyle bahse değerdir. Çıplak ayaklı yürüyüş, emek hareketimizin eylem repertuarında da yer bulur. Emek tarihimizde farklı zamanlarda, işçi topluluklarının yalınayak yürüyüşleri güçlü bir protesto biçimi olarak kullandıklarını görürüz. Bu yürüyüşlerin ilk örnekleri 1961’de, işçi hareketinin 27 Mayıs sonrası yükselen dalgası içinde görülür. Yeni dönemin yeni eylem repertuarının öne çıkan biçimlerinden biridir çıplak ayaklı, sessiz işçi yürüyüşleri. 5 bin kadar Sümerbank işçisi Ankara’da, 3 bin kadar İzmir İşçi Sendikaları Birliği üyesi, İzmir’de çıplak ayaklarla ya da takunyalarla sessiz yürüyüşler yaparak grev hakkını ve haklarının iyileştirilmesini talep ederler. Ama dönemin tarihe iz bırakan eylemi, 1962 Mayısı’nda Ankara’da binlerce işsiz inşaat işçisinin meclise doğru gerçekleştirdikleri çıplak ayaklı, koşar adımlı yürüyüştür. Emek tarihimize “Açların Yürüyüşü” olarak geçen eylemin başında ünlü işçi önderi, Yapı İşçileri Sendikası başkanı “Fukara Tahir” bulunur. Fukara Tahir ile birlikte inşaat iş kolunda militan bir sendikacılık deneyimini hayata geçirenlerden bir diğeri ise işçi önderi “Yalınayak İsmet”tir. Açların Yürüyüşü’ne atıfla kendisine takılan bu lakaba uygun biçimde inşaat işçilerinin yoksul hayatını paylaşan ve onların haklarını kazanması için yaşamı boyunca mücadele veren İsmet Demir sendikal tarihimizde özgün bir yer edinmiştir (Bora, 2015; Gürcanlı, 2019).
Çıplak ayaklı yürüyüş geleneği bundan birkaç yıl sonra bu kez, menzili çok daha uzamış olarak Çorum Belediye işçilerinin İstanbul Yürüyüşü ile devam eder. 54 işçinin 27 Temmuz 1966 tarihinde Çorum’dan başlattığı ve 32 gün sonra Taksim Atatürk Anıtı’nda sona eren bu yürüyüşte sendika üyeleriyle birlikte yalınayak yürüyen, sonraları DİSK Genel Başkanı olacak, Genel-İş Başkanı Abdullah Baştürk’ün fotoğrafı işçi hareketinin çarpıcı karelerinden biridir (Çelik, 2017). Bu yürüyüşe destek eyleminde tutuklanan Deniz Gezmiş için ise, bu tutuklama bir ilktir.
İşçi hareketinin eylem repertuarında önemli yeri olan çıplak ayaklı yürüyüşler, yıllar sonra kitlesel olarak “89 Bahar Eylemleri” sırasında yine ortaya çıkar.
Sonuç
Ayakkabı bedenin doğayla buluştuğu yerde bir kapı gibidir. Çimenlere çıplak ayakla basmak isteriz, denize ayaklarımızı sokmaktan hoşlanırız. Ayakkabısızlık, doğayla buluşma hali, insan evriminde geriye doğru bir yolculuktur adeta. Ayağımızın kabı aynı zamanda insan uygarlığının kabıdır. Ayağımızın şeklini alarak bedenin öznelliğini taşırken; türü, kalitesi, biçimi ve diğer nitelikleriyle sosyal, sınıfsal konumumuzu anlatan özgün bir nesnedir. Bebek patiğiyle başlayan işlevsel ve sembolik macerası, ölünce evin kapısına konan ayakkabılarla son bulur.
“Memleketim; ne kasketim kaldı senin ora işi, ne yollarını taşımış ayakkabım,” dizelerinde, ayakkabısını memleket yollarının izlerini taşıyan değerli bir özlem nesnesi olarak gören Nazım Hikmet haksız mıdır?
Akbulut, E. & Tuncay M. (2009). Beynelmilel İşçiler İttihadı. İstanbul: Tüstav-Sosyal Tarih.
Anadol, Z. (1989). Kırmızı Gül ve Kasket. İstanbul: Belge.
Ayakkabı Sektör Raporu. (2021). Ticaret Bakanlığı-İhracat Genel Müdürlüğü. https://ticaret.gov.tr/data/5b87000813b8761450e18d7b/Ayakkabi_Sektoru.pdf
Ballı, E. & Koraltürk, M. (2019). 1930’larda Korumacılık-Devletçilik Bağlamında Deri Kundura Üreticileri ile Lastik Ayakkabı Üretici ve İthalatçıları Arasındaki Rekabet ve Tartışmalar. İzmir Demokrasi Üniversitesi Üçüncü İktisat Tarihi Kongresi Bildirileri, 25-27 Nisan 2019.
Bora, T. (2015). Yalınayak İsmet. Birikim Haftalık https://birikimdergisi.com/haftalik/1411/yalinayak-ismet
Çelebi, E. (2014). Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi. İstanbul: YKY.
Çelik, A. (2017, Haziran 19). İşçilerin 51 yıl Önceki Adalet Yürüyüşü. Birgün. https://www.birgun.net/haber/iscilerin-51-yil-onceki-adalet-yuruyusu-165458
Çobanlı, C. (2015). Seçme Yazılar 1985-2015.
Coşkun, B. (2000, Aralık 27). Bayramlık Ayakkabılarım. Hürriyet. http://web.archive.org/web/20200524093600/https://www.hurriyet.com.tr/amp/bayram-ayakkabilarim-39211052
DİSK. (t.y.). DİSK Tarihi-1: Kuruluş, Direniş, Varoluş. http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2020/04/DiSK_TARiHi_CI%CC%87LT_1.pdf
Emek Partisi. (2021). Adana’da yerli ve Suriyeli saya işçileri el ele greve nasıl çıktıklarını anlattı. https://www.youtube.com/watch?v=6v01jgO7Ddc
Ergülen, H. (2019, Eylül 29). Çarıklı Erkanıharp. Birgün. https://www.birgun.net/haber/carikli-erkaniharp-270510
Gürcanlı, E. (2019, Şubat 26). Fukara Tahir, Yalınayak İsmet ve Geleceğimiz. İleri Haber. https://ilerihaber.org/yazar/fukara-tahir-yalinayak-ismet-ve-gelecegimiz-94202.html
Hobsbawm, E. (2001). Siyasi Ayakkabıcılar. Sıradışı İnsan içinde. İstanbul: Bulut.
İmre, H. M. (2016). Tarihsel gelişim içerisinde insan, moda, ayakkabı ilişkisi. Uluslararası Kültürel ve Sosyal Araştırmalar Dergisi (UKSAD), 2(1), 189-204.
Koçak, H. (2021). Öncü ve Çok Katmanlı Bir Endüstri Mirası Koruma Örneği Olarak ‘Kundura’nın Hafızası: Bir Fabrikaya Sığan Dünya’ Sergisi. Mimarlık, 421 (Eylül-Ekim 2021), 29-31.
Küçükerman, Ö. (2020). Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası. İstanbul: Beykoz Belediyesi.
Kosova, Z. (1996). Ben İşçiyim. İstanbul: İletişim.
Müftüoğlu, B. G. (2005). Fason Ekonomisi: Gedikpaşa’da Ayakkabı Üretimi. İstanbul: Bağlam.
17-25 Aralık’ın yıldönümünde Ankara’da ayakkabı kutusu sergisi! (2014). T24. https://t24.com.tr/haber/17-25-aralikin-yildonumunde-ankarada-ayakkabi-kutusu-sergisi,280863
Tuna, O. (1950). İstanbul Küçük Sanayii ve Bugünkü Meseleleri. İstanbul: İstanbul Üniversitesi.
Veli, O. (2008). Seçme Şiirler: Sakın Şaşırma. İstanbul: YKY Yayınları.
Zirek, S. & Özcömert, M. (2003). Ayakkabı Sektör Araştırması. İstanbul: İTO.
Gazeteler
Akşam, 19.2.1935
Haber, 25.11.1934
Sendika, Sayı: 2 (7 Eylül 1946)
Sendika, Sayı: 7 (12 Ekim 1946)
Sendika, Sayı: 13 (23 Kasım 1946)
Tan, 29.10.1935.
Vakit, 28.10.1932
Kapak görseli: Fatih Çarşamba Pazarı, ayakkabı tezgahı. Kaynak: Salt Araştırma, Fotoğraf ve Kartpostallar Koleksiyonu / AHISTDIV00199 []