TANIM
Türk Dil Kurumu’na (TDK) ait Güncel Türkçe Sözlük’te ranza, “gemi, tren, kışla, yatılı okul vb. yerlerde üst üste yapılan yatak yeri” anlamına geliyor.1 Yine TDK’nın Etimoloji Sözlüğü’nde, sözcüğün kökeninin Venedik İtalyancası olduğuna ve rancio sözcüğünün sonuna telaffuzda “a” eklenerek güncel söylenişine kavuştuğuna işaret edilmektedir. Bu sözlüğe göre de ranza, “gemilerin kamaralarında yatak sermek için yapılmış yer” ve “yatılı okul, kışla, tren gibi yerlerde birbiri üstüne yapılan yatma yerleri” anlamlarına gelmektedir. Belli ki ranza, en azından tarihsel olarak ilk defa, gemicilik üzerinden bizim topraklara girmiş bir sözcüktür.
Ranzaya Dair
Özetle, ahşap veya metal bir gövdeye tutturulmuş ve üst üste yerleştirilmiş yataklardan oluşan bir nesnedir ranza. Kısıtlı bir mekânda çok sayıda insanın birlikte yatmasına olanak sağlayan bu nesnenin, yatmak/uyumak gibi temel bir insani ihtiyacı karşılamanın ötesinde işlevleri de olduğu açıktır. Yatağın tarihsel kökeni, insanlığın ortaya çıkışına; bildiğimiz –yerden yüksek– yatakların ortaya çıkışı ise Antik Mısır’a kadar gitmekle birlikte,2 ranzanın tam olarak ne zaman çıktığına dair somut bir veri bulunmamaktadır. Ancak, çok sayıda insanı kısıtlı bir mekânda yatırma ve bir arada tutma işlevine bakarak, nüfusun artmaya ve kentleşmenin yoğunlaşmaya başladığı modern kapitalist dönemin ürünü olması veya bu dönemde görünür ve kullanılır duruma gelmesi muhtemeldir. Yatılı okullarda ve üniversite yurtlarında, mahpushanelerde, kışlalarda, geçici barınma merkezlerinde, hostellerde, tren ve gemilerde ve/ya sıradan bir ailenin evinde karşımıza çıkar.
Yatak, bedenin teslim edildiği bir nesnedir. Mahremdir; zira uyurken bedenin uzantısı haline gelir. Dolayısıyla kişiseldir. İnsanın anlam dünyasındaki yeri derindir, ister istemez. Ranza haline gelmiş yataklar, o “mahremler”i, o “bedenler”i ve o “anlam dünyaları”nı üst üste yığan nesnelerdir. Ayrı olanları yan yana getirir; yan yana olanları bir diğerinden ayırır. Her yatanı ranzanın bir köşesine çekerken, ranzaların doldurduğu daracık yerleri bölüştürür de. Dar zamanları temsil eder, mekândan tasarruf için bir çözümdür. Darlık da yaratır. Yalnız bırakır ve bir araya getirir. Hem içeriden hem dışarıdan ayırır ranza. Benzeştirir ve ayrıştırır. Hem içeride hem de dışarıda tutar. İstiflerken darmadağın da eder. Gönülde hasreti, yalnızlıkta ortaklığı üretir. Kalıcı bir geçiciliği vardır.
İnsanı kendisinden ayırır ranza ve sonunu bilmediği bir yolculuğa çıkarır bir tren ranzasında, mesela. Geçmişini ve geleceğini o ranzanın üzerinden seyreder, hatta arkalarından bakakalır insan…. Saman Sarısı şiirinde şöyle demiş Nazım Hikmet:
Seher vakti habersizce girdi gara ekspres
kar içindeydi.
Ben paltomun yakasını kaldırmış
perondaydım.
Peronda benden başka da kimseler yoktu.
Durdu önümde yataklı vagonun
pencerelerinden biri,
perdesi aralıktı
Genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta
alt ranzada
Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi,
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve
somurtkandı…
Üst ranzada uyuyanı göremedim.
Habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres,
bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini
Baktım arkasından…3
Arada öğrendikleri, ranzanın eseridir. Çocukluğundan ve gençliğinden ayırır insanı, tıpkı Didem Madak’ın (2017) şu dizelerinde olduğu gibi:
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum…4
Sevdiği de bu hikâyeye dahildir, sevdiceği olur bu kimi zaman, kimi zaman annesi: “Yetimhanede yaşayan küçük bedenlerin, ranzalarına yazdığı ‘anne’ kelimesi kadar masum olmalı aşk.”5 Kendilerini okula uğurlayan anne babaları, “benim gibi cahil kalmasın” derken, yatılı köy okullarında kalan o masum bedenler, “Anne babamı özlüyorum, köyümü özlüyorum,” diye seslenirler bağdaş kurdukları ranzanın üzerinden (Yatılı Okul, TRT Arşiv, 1972). Çok çelişkili haller, pek içli hikâyeler çıkarır ortaya ranza; çokça da düşündürür.
Bu satırların yazarı, yukarıdaki sonuçları –önce üç yıl lisede yatılı okulda, sonra da yarım yıl askerlikte– yaklaşık dört yılını geçirdiği ranzalardan çıkarmıştır. Ders çıkarılan bir yerdir ranza. Memleketin son yüz senesinin çelişkili hikâyesini “sıradan” ve “kıyıda, köşede tutulan” insanın gözünden anlamak, anlatmak ve bundan dersler çıkarmak için de pek uygun bir nesnedir, dolayısıyla. O zaman, memleketin hallerine ve hikâyesine ranza üzerinden girişelim haydi.
Kısıtlı Kaynaklar ve Kalkınma Sorunu
Ranza, mekândan tasarruf etmek üzere icat edilmiş bir nesne. Büyük ihtiyaçları kısıtlı kaynaklarla karşılamanın bir aracı, yokluğun bir icadı. Cumhuriyet tarihine tanıklık eden gazete arşivlerini karıştıracak olursanız, ranza nesnesinin haberlere konu olduğu ilk meselenin, kullanılmak üzere alınan vapurlar olduğunu fark edersiniz. 9 Temmuz 1949 gecesi Çorum Vapuru’nda büyük bir yangın çıkar. Vapurda çıkan yangında 50 kişi hayatını kaybeder. 10 Temmuz sabah beşte Karadeniz’e hareket etmesi beklenen vapur, insan ve mal doludur. Özellikle güvertelerdeki ranzalar sayesinde çok sayıda insan vapura yolcu olarak alınabilmiştir.6
Cumhuriyet gazetesi arşivlerinde ranza maddesini taradığınızda, 1923’ten 1950 yılı başına kadar çıkan beş haberin dördü, ülkeye alınan vapurların niteliği ve insan taşıma kapasitesi hakkındadır.7 Bu haberlerde, gemilerin yolcu taşıma kapasitesi ve bu facia sonrasında güvenlik koşulları ele alınırken, sürekli güvertedeki ranza sayısına gönderme yapılmaktadır. İnsan ve mal taşımacılığı için kara yolculuğu imkânlarının henüz yeterli olmadığı bu yıllarda, vapurlar ister istemez öne çıkmaktadır. Ayrıca o dönemde, İstanbul’un iktisadi ve sosyal bağlantısının en yoğun olduğu bölgenin Karadeniz bölgesi olduğu ve bunun denizyolu üzerinden gerçekleştiği anlaşılmaktadır.
İmkânsızlık kadar sahipsiz kalmaya/bırakılmaya da işaret ediyor ranza. Memleket Mektupları köşesinde Samih Nafiz Tansu, 1954 yılı başında yazmış olduğu “Çukurova’da Kış” başlıklı yazısında,8 20 sene önce kalmış olduğu Adana’daki “erkek ve kız liselerinin acınacak hali”ne değinerek yatakhanelerde “tıpkı kışlalarda olduğu gibi ranza usulü karyolalarla öğrencilerinin yatırıldığını” görür ve “Adana’nın niçin bu kadar öksüz kaldığına ve hangi suçunun cezasını şimdiye kadar çektiğini merak etmekten kendini ala[maz].” Bu öksüzlük halinin memleketin yatılı okullarının kaderi olduğunu, hem yazarın 1988-1991 arasındaki kişisel deneyimine hem de 2003’te bir deprem yaşayan Bingöl’de çöken “Çeltiksuyu Yatılı Bölge İlköğretim Okulu” yurdunda kalan ve demir ranzalar sayesinde kurtulan öğrencilerin çığlık niteliğindeki mektuplarına bakarak söyleyebiliriz (Balbay, 11 Mayıs 2003).
1930’larda, yeni cumhuriyetin nesillerini yetiştirmek üzere kurulmuş okulların 1954’teki hali, belli ki Demokrat Parti’nin kalkınma vaadinin toplumu sahiplenen bir tarafı olmadığını gösteriyor. Yine aynı yıllarda, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun yurtlarında kalan ve ranzalarla yurtlara sıkıştırılan çocukların barınma koşulları ve akıbetleri de ciddi bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. İlginç olan, “Amerika’dan Türkiye için ayrılan ve sosyal kalkınmada istimali mecburi olan hayli kabarık bir parayı, Türkiye’de kullanacak müessese bulunmadığı için” veremiyorlar.9
Yönünü Batıya çevirmiş ve artık NATO’ya katılmış olan Demokrat Parti Türkiyesi’nde, vatandaşlık ödevi olarak askerliğini yapan ve geçmişte “çarıklı erkan-ı harb” diye alaya alınan erlerin, “hayat seviyesi[nin] yükseltilece[ğini]” dile getiren resmi açıklama ise “Kışlalarda ranza usulü tarihe karışacaktır,” diye haberleştiriliyor.10 Bu vaadin yerine gelmediğini ve en azından, yazarın askerlik hizmetini yerine getirdiği 2007-2008 yıllarında, ranzaların tüm heybetiyle kışlalara düzen vermeye devam ettiğini dile getirelim.
Yatılı okulda öğrenci, yurtta yetim, kışlada er… Demokrat Parti’nin vatan evlatlarına ilgisinin kısıtlı kaldığı, zenginlik yukarı çıkarken ranzaların da yükselmeye devam ettiği bir dönem 1950’ler. Toplumda belirmeye başlayan bu ayrım, daha sonra göreceğiniz üzere, mahpushanelerde, öğrenci yurtlarında ve kentlerde derinleşirken ranzanın işaret ettiği çelişkiler izleyen yıllarda daha da belirgin hale gelmeye başlıyor.
Büyüyen Nüfus, Kentleşen Toplum, Göçerlik
Büyüyen bir nüfus ve kentleşen bir toplum için mekân, kısıtlı bir kaynak olarak çıkıyor karşımıza. Bundan kasıt, içine başınızı sokabildiğiniz ve yaşanabilir nitelikte mekân parçaları, yerler. Demokrat Parti döneminde artmaya başlayan nüfus, kırdan kente yönelen ve on yıllarca sürecek olan göç ile birlikte, özellikle büyük kentlerde yığılmaya başlıyor. Mekânsal ve iktisadi olanakların eşitsiz bölüşümünün belirginleşmeye başlaması, mekândan tasarruf aracı olarak ranzayla karşılaştırıyor bizi yeniden.
İstanbul’da artık yetersiz kalmaya başlayan mezar alanlarına yönelik olarak belediyenin parlak çözüm önerisi, 1962 yılında bir habere konu oluyor: Mezarları “ranza usulü”ne çevirerek, definleri üst üste yapmak.11 Bu öneriye getirilen “öteki dünyada da rahat yok” yorumu, “apartmanlarda üst üste yaşamaya alışkınız nasıl olsa” denirken bir ironiye dönüşüyor.12
Ranza, bir yandan insanca yaşam koşullarından tasarruf etmenin simgesi olarak karşımıza çıkarken, diğer yandan hoyratça kullanılan kısıtlı kaynakların eşitsiz bölüştürülmesinin simgesi olarak da görülüyor: “Almanya’da pek çok katarda yataklı yoktur, üçüncü mevki yoktur… Bizde, bir yanda karavagon, tahta ranza, öte yanda özel kompartımanlar, yataklı vagonlar ve de 1 milyar üzerinde zarar…”13 1970’lere dair bu tespit, 1980’lerin ortasında da karşımıza çıkıyor. Tatil yapabilme imkânı, kaba da olsa, sosyal eşitsizlikleri anlatmakta bir araç görevi görür. 1980 darbesi sonrasında gelir ve yaşam koşulları ciddi anlamda kötüleşmiş olan memurların tatil olanaklarına dair “Çaresiz Memurların Tatil Çaresi” başlıklı bir yazı, Antalya’da kamuya ait bir dinlenme tesisinde konaklama birimi olarak hizmet eden “oba”ların (kulübeler) portresini şöyle veriyor: “41 numara ayakkabı ile 9 ayak eninde, 11 ayak uzunluğunda tek bir oda. İçinde 2 ranza…”. “Balık istifi” olan bu obaların tuvalet ve mutfakları da ortak.14
Göçenin vardığı yerde başını sokacak yer arayışı/ihtiyacı, karşısına insanı yaban bırakan bir darlık çıkarıyor. Memleket insanı kırdan kente göçmekle kalmıyor, gurbetçi olup yaban ellere doğru da yol alıyor. Ruth Herrmann’ın Hamburg’taki Küçük İstanbul (1977) eserine konu olan göçmen ailenin yerleşmek için vardığı yerde onları, içinde ranzalar bulunan küçük barakalar karşılıyor. Bu sıkışık barakaların arasında tanıştıkları Azrail adlı bir çocukla aralarında şöyle bir diyalog gelişiyor: “Azrail acır gibi baktı bize. ‘Anadolu’dan kalkıp birdenbire büyük kente gelmek, büyükkentli olmak!’ Fena halde öfkelenmiştik. ‘Biz de aydan gelmedik ya buraya!’”15 Ranzaların işaret ettiği o sıkışıklık, belli ki, kendiliğinden bir dayanışma durumu ortaya çıkarmıyor. Ranzaya önce baş koyan ile sonradan gelen arasında da ayrımlar ürüyor. Kim olduğun, nereden geldiğin önem kazanmaya başlıyor artık.
1960’lar ve 70’lerde kırdan kente göçenlerin soluklandığı gecekondular, 1980’lerden itibaren yerini yeniden çok katlı beton yığınlarına bırakmaya başlıyor. Neoliberal kentsel dönüşümün başladığı bu yıllar, gecekondu mahallelerindeki yatay sıkışmanın yönünü gökyüzüne/yukarıya çeviriyor. Çok katlı apartmanlara başını sokabilenler için ranza, aile büyüklüğü için küçük kalan evlere sıkışmanın aracı haline geliyor. 1980’lerin ortası, “ranza”nın aile mobilyası olarak popülerlik kazanmaya başladığı bir dönem. Ranza üretip satan İstanbul merkezli bir firmanın reklamları, Cumhuriyet Gazetesi’nde, 9 Mayıs 1984 ile 5 Haziran 1985 tarihleri arasında tam 52 defa yayımlanıyor.
Aynı neoliberal dönüşüm, yer bulamayanları ise sokaklara itmeye başlıyor.16 Yıkılan gecekondularından apartmanlara geçişi başaramayanlar, çözümü kimi zaman “tuğlakondu”da arıyor. İstanbul Güngören’de derme çatma bir kulübe olan, içindeki tahtadan iki ranzada 5 çocuğun yattığı, Sefiller’in film dekoru gibi” bir “tuğlakondu”ya başına sokan 7 kişilik bir aile, kiradayken evden atılıyorlar. Yalnızca, Özal’ın kurmuş olduğu Fakfukfon’dan yardım alabilen ailenin sakatlanarak işsiz kalmış babası, Bedrettin Dalan’ın ofisine yardım için gittiğinde kapıdan kovuluyor. Sokakta ranzalara mahkûm edilen ailenin babası, yine aynı şeyi haykırıyor: “Bizim yaşama hakkımız yok mu bu memlekette? Biz bu memleketin evladı değil miyiz?”17 Memleketin has evladı olmak için artık arsa/konut tapusu gerekirken mekânsal yetimliğin simgesi oluyor ranza.
2000’lere gelindiğinde, ranza çelişkili bir biçimde “tatlı hatıralar”ın kaynağı veya bir “umut” simgesi olarak çıkıyor karşımıza:
Sanırım benim gibi 80’lerde doğup çocukluğunu 90’larda yaşayanlar, tasarım sektörüne el attılar ve çocukluk hayallerimizi gerçekleştiriyorlar. Örneğin küçükken en büyük eğlencelerimden biri olan arkadaşlarımda kalıp ranzada oynamak, diğeri de gece lambası açıp sandalyelerin üzerine çarşaf atarak çadır atmosferi yaratmaktı. Geçenlerde bir mağazanın çocuk reyonunda, üstü çadır şeklinde olan bir ranza gördüm. Aydınlatmasını da öyle güzel yapmışlardı ki, çocukken hayal ettiğim atmosferle karşılaştım (Yavaşoğulları, 2009).18
Diğer yandan, “Umut Çocukları Derneği,” sokak çocukları için İstanbul’da yaptırdığı “gece barınağı”na destek için ranza bağışı istiyor.19 Öyle anlaşılıyor ki 1980’lerin ortasında apartmanlara girebilenlerin çocukları için tatlı hatıralar üreten ranza, yine aynı yıllardan itibaren dışarıda bırakılan ailelerin sokaklara sığınan çocukları için bir umut nesnesine dönüşüyor neoliberalizmin son döneminde.
Devletin Ödevleri: Eğitim
İsmail Hakkı Güngör, Cezaevleri ve Spor Akademisi başlıklı ve 5 Şubat 1976 tarihli yazısında,20 “Tutuklu ve Mahkûmlar Derneği”nin (TÜMAD-DER) cezaevlerinin koşulları hakkındaki açıklamasıyla21 “Anadoluhisarı Spor Akademisi öğrencilerinin dertleri” arasında benzerlik kuruyor. Yaşam koşulları açısından “insani olan” ile “insani olmayan”ın farkını ortaya koyan bir ölçüt ve simge olarak karşımıza çıkıyor ranza. Ranzaların bile yetersiz kaldığı aşırı sıkışık koğuşlar ve yurtların haline değinen Güngör’e göre: “Cezaevi ve Akademi. Biri ıslah müessesesi, diğeri bilim. Her iki kuruluşta da insanlar toplu halde yaşıyorlar. Birisi suçlu damgasını yemiştir, diğeri genç. Kimine göre biri umuttur, diğeri umutsuzluk. Ama her ikisi de insandır…” İnsanca yaşam koşullarını sağlama ödevinin devlete ait olduğunu ise, yazısının başında, 1961 Anayasası’nın (1961) bir maddesine atıfla dile getiriyor Güngör: “Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yaşayabilmesini ve tıbbi bakım görmesini sağlamakla görevlidir. Halkın öğrenim ve eğitim ihtiyaçlarını sağlama, devletin başta gelen ödevlerindendir.”
Özellikle 1960’ların başından itibaren cezaevleri ile okul yurtlarındaki ranzaların varlığı ve artan sayısı, devletin “anayasayla imtihanın sonuçları”nı değerlendirmekte bir notlama aracına dönüşüyor. Cezaevleri meselesine izleyen bölümde döneceğiz. Şimdi eğitim dairesine yakından bakalım. Aslında daha önce, Demokrat Parti dönemine gönderme yaparak, devlet yatılı okullarına sağlanan imkânların o dönemde pek de parlak olmadığına değinmiştik. Yalnızca ilköğretim ve lise düzeyinde değil, Demokrat Parti döneminde özellikle büyük kentlerde sayısı ve kontenjanları artmaya başlayan üniversitelerle birlikte, 1950’lerin sonu22 ile 1960’ların başında, yükseköğretim düzeyinde de öğrencilerin barınma meselesi oldukça ciddi bir soruna dönüşüyor. Ranza tabii ki başrolde: “Ankara Üniversitesi ile yaşıt (800) kişilik Hukuk yurdu… O günün imkanlarına o günün ihtiyaçlarına göre inşa edilmiş… Ranza usulü (160) kişi kalıyor bir koğuşta. Yarının Türkiyesinin önemli kişileri, üniversiteliler yatıyor bu havasız yerde… Yalnız havasız olsa canıma minnet bileceğim….” 1964 tarihli bir öğrenci mektubundan bu satırlar.23 Yurt yöneticilerine ses duyurmak da olanaksız, mektubun sahibine göre.
Özellikle o yıllarda, sayılarının azlığını da dikkate alarak, ülkenin (okumuş) seçkinini yetiştirmekle görevli olduğunu bildiğimiz üniversitelere gelen öğrencilerin seçkin muamelesi görmediği anlaşılıyor. Ankara’daki durum İstanbul’da da farklı değil. Hatta daha vahim bir tablo ortaya konuyor. Yine 1964 tarihli ve talebe yurtları hakkındaki bir röportaj habere göre, “resmi yurtlar, ihtiyacın ancak beşte birini karşılayacak durumda.” Kiralık otel odaları, evler ve derme çatma özel yurtlarda ortaya çıkan ve “2.5 Liraya Bir Yatak” ve “Nefesle Isınıyorlar” alt manşetleriyle betimlenen sefalet koşullarını anlatan habere göre, “yurtlara kapak atabilmek” hatırlı kişilerin kartvizitlerine bağlı. Ki, yine de para ödenen bu resmi yurtlarda ranzalara sığınmak zorunda, kapak atabilenler. Vakıflar İdaresi’nin ücretsiz yurtlarında ise “ranzalarda 36 öğrenci yatıyor. Kışla koğuşları gibi…”24
Ranzalarla dolu (yükseköğretim) yurt koğuşlarının durumu, İsmail Hakkı Güngör’ün 1976 tarihli yazısından da anlaşıldığına göre, 1970’lerde de bir sorun olarak devam ediyor. Ancak, 1960’ların sonlarıyla 1970’lerin gazete haberlerine bakıldığında, bu mesele artık toplumsal bir sorun olarak öncelik olmaktan çıkıyor. 1980’lerin başında, yine üniversite kontenjanlarının artmasıyla ortaya çıkan yurt sorunu, ranzalarla kapasite artırılarak çözülmeye çalışılırken;25 1994 yılına gelindiğinde artık ranza sisteminin kaldırılarak yurtların “iki yıldızlı otel gibi olaca[ğı]” Kredi Yurtlar Kurumu genel müdürü tarafından müjdeleniyor.26
Ancak, 1990’ların ikinci yarısından itibaren ve AKP döneminde hızlanarak, yükseköğretim alanı dalga dalga genişlemeye devam ediyor: Yeni üniversiteler, artan kontenjanlar. Toplumun daha iyi bir gelecek umudu giderek, bir yandan insanları ranza gibi üst üste yığan “kentsel ranta,” diğer yandan eğitime, özellikle yükseköğretime bağlanırken, siyasetin üzerindeki ranza baskısı da artıyor. Toplumun talebi, her zaman siyasetin ve siyasetçinin önünde gidiyor.27 Eğitime bağlanan bu umut, sivil toplum alanını da harekete geçirmeye başlamış 1990’lardan itibaren. Bugün bir ideolojik kamplaşma sahasına da dönmüş olan öğrenci yurtlarına ilişkin mücadele/yarış, bu dönemde başlıyor: “Pencere kenarlarında göze çarpan ranzalar” sayesinde farkına varılan tarikat yurtları28 bir yandan, Bakırköy Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) yurt ve okul yapım çalışmalarına destek için istenen ranzalar29 diğer yandan… Bu ranza mücadelesi, eğitim alanını kendine stratejik hedef belirlemiş Gülen cemaatinin, ÇYDD ve kurucusu Türkan Saylan’a yaptığı operasyonlarla akamete uğrasa da, memleketin evlatları için nasıl bir gelecek kurulacağına dair tartışma ve anlaşmazlıklar sıcaklığını hâlâ koruyor. Belki de yanıt, ranzasızlık özleminde yatıyor.
Mahpusluk Halleri
Yazılar yazılır ranzalara, resimler asılır. Üzerinde oturulur, şiirler yazılır. Nazım’ı yazar ranzalar, ranzada bir Nazım yazar ömür boyu. Mahpushanede, “dönüp dolaşıp gidilebilecek tek yer herkesin kendi ranzasıdır, burada herkes sadece kendi içine yolculuk yapabilir.”30 Yolculuğun açtığı pencere ise yine dünyaya, yeni bir dünyaya, bakar. Şair Nevzat Çelik’in şiirini anlatan Hüseyin Peker şunları söyler:
Hangi sözcüğü kaldırsa altında bir kundak bulduğu, kendine kardeş bulduğu dünyayı düşlediği ranzada buluyordu kendini. Okurken buluyorduk kendimizi. Dedim ya, Çelik’i okurken bu cezaevi gençliğini onunla beraber paylaşıyorsunuz: “Metris içinden İstanbul’a sarkan çığlığımıza bakıyor güzelim bir dünya” (Müebbet Türküsü, 135).31
Dertlerin, acıların, özlemlerin, çelişkilerin derinleştiği bir yer mahpushane. Ranzalar ise bunları üst üste koyar, Yaşar Miraç’ın dizelerindeki gibi “Malatyalı, Vanlı, Muşlu’yu” yanyana oturtur, sevdaları üzerinden yarıştırır:
Malatyalı Vanlı Muşlu
Bir ranzada kurmuş üçlü
Benim sevdam daha içli
Diye yarışır yürekler32
Ranzanın dilinden memleketin, cumhuriyetin, “kalkınma,” “kentleşme” ve “eğitim” tarihine baktığınızda, zamanın aktığını görüyorsunuz; devamlılıklar kadar değişim ve dönüşümler de karşınıza çıkıyor. Mahpushaneler söz konusu olduğundaysa zaman duruveriyor. Sanki hiçbir şey değişmemiş. Şafak Pavey, Silivri cezaevini ziyareti sonrasında, 2016 yılında, Ahmed Arif’in İçerde şiirine33 gönderme yapar:
Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mi?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…
Sonra, şunları dile getirir Pavey: “Görüşmecilerin yeşil soğan getirdikleri günlerde değiliz artık. Sigaralarda karanfil kokusu yok… Taş duvar, demir kapı, kör pencere, yastık, ranza, zincir, uğrunda ölümlere gidip gelinen zuladaki mahzun resimler yerli yerinde. Memleketimizin dağlarına baharsa hiç gelmeyecek gibi.”34
Memleketin tarihi en çok mahpushane ranzalarında tekerrür etmiş. Kader mahkûmu olan “sıradan suçlular” kadar, memleketin siyasi kaderinin mahkûm ettiği yazarlar, gazeteciler, şairler, akademisyenler, öğrenciler, siyasetçiler de sırayla baş koyuyorlar ranzalara. Mahpushanelerin tarihini ranza eşliğinde anlamaya giriştiğinizde, mahpushane koşullarının, isyanların, adalet arayışlarının haber olmadığı bir yıl bulmak neredeyse imkansız.35 İktidarlar değiştikçe yeni yeni ranzalar atılıyor koğuşlara. Misafirlerine ranza yetiştiremeyen mahpushanelerin “insani” olmayan koşulları36 sürekli tartışma konusu. TÜMAD-DER’in 1976 tarihli raporuna göre, Ankara Merkez Cezaevi’nde “70-80 kişilik ranza bulunan koğuşlarda 150-200 kişi kalmaktadır. Koğuşların genişliği 6x20x4 olup adam başına 2.5 m3 hava düşmektedir. Oysa cezaevi yönetmeliğine göre adam başına hava hacminin 9.5 m3 olması gereklidir…”, örneğin. Buna benzer sayısız habere ilerleyen yıllarda tekrar tekrar rastlamanız mümkün.
Ancak, herkesi bir sıraya dizen, bir diğerine benzeten mahpushanenin imkân(sızlık)ları, ranzalarda her zaman eşit bölüşülmüyor. Hapishanenin de ağaları var. Zenginliğini/gücünü/ününü can yakarak/çalıp çırparak kazanmış “kalantor” misafirler “daha rahat” ranzalarda kalırken,37 “iki adet ‘cennet yatağını’ üst üste koy[arak]” yatarken, “sübyan koğuşundaki 100ü aşkın çocuk,” örneğin, bir banker reklamıyla dalga geçen şarkılarını hep bir ağızdan söyleyip böylesi bir misafiri içeride de rahat bırakmıyorlar.38 Güçlü olanı fena halde dalgaya alan ve çaresizlikten, adaletsizlik içindeki adaletsizlikten türeyen bu isyan duygusu, 1979 tarihli Umudumuz Şaban (Kartal Tibet) filminde de karşımıza çıkıyor. Zalimane yöntemlerle gecekonduları yıkmaya çalışan mafya ile safça; ancak, amansız bir mücadeleye giren Şaban, kendini hapishanede bulur. Suç aleminde yanlışlıkla namı yayılan kahramanımız, içeri girince büyük bir hürmet ile karşılanır. Nerede yatmak istediği sorulduğunda, karşı köşedeki ranzanın üstünü işaret eder. Orada, koğuşun ağası oturmaktadır. Kendisine “posta konan” ağa terslenince, Şaban tespihini fırlatır ve bu tespih bir kement gibi ağanın boynuna geçer. “Manası çok derin” bu hareketin karşılığında ağa bıçağını fırlatır, ama nafile. Şaban’ı öldürmeyi başaramaz. Efsunlu olduğuna kanaat getirilen Şaban’ın korkusundan aşağı iner ve ranzadaki yatağını ona bırakır. Ağa, “adaleti sağlayan bir gizli güç” tarafından ranzadan indirilmiş, ardından mafya yine bu güç tarafından defedilmiştir.
Kimi koğuşlar (Ulucanlar’daki “Muhalif Hilton”) ve ranzalar ise, bedel ödeyen misafirlerinden dolayı daha özel. Ünlü yazarların veya siyasetçilerin/siyasi mahkûmların ranzaları, kendilerinden sonra gelen ünlülere devrediliyor örneğin39 veya ranzalarının üzerine, hatıra olarak fotoğrafları asılıyor, bir cezaevi, Ulucanlar, müzeye dönüştüğünde.40 Memleketin siyasi tarihi, ranzalara asılan resimlerde sergileniyor burada. Üst üste yığılan acıların, adaletsizliğin, boşa giden yılların bir kanıtı olarak ayakta durmaya devam ediyor ranzalar.
Ranzaya Dair Son Sözler
Bedenleri, gönülleri, memleketin yüz senesini bir ranzaya sıkıştırmak hiç adil değil, doğrusu. İstesek de yapamayız zaten; zira sözler, şiirler, izahlar yetmez. Ama bu güzel memleketin, onun güzel insanının zorlu hikâyesine nereden baksak bir köşeden çıkıverdi karşımıza ranza. Onunla yüzleştik burada. Tarihimizin patikasında karşımıza çıkanları burada tekrar edecek değilim, dertle, tasayla yorduk sizi belki; öyleyse affola… Derdi tasası bitmez memleketin elbette. Ama hayat dolu, umut dolu, kıpır kıpır bu toprakların hikâyesi devam ediyor. Ranzadan çıkardığımız dersler, ranzasızlık özlemine işaret ediyor; güzel bir gelecek, ranzadan sonra başlıyor.
Arif, A. (2008). Hasretinden Prangalar Eskittim (1968-2008 40. Yıl Özel Basımı). İstanbul: Metis.
Cumhuriyet. (t.y.). https://egazete.cumhuriyet.com.tr/yayinlar
Güneş, M. M. (Der.) (2008). Nazım Hikmet El Yazmalarında ve Basılı Kitaplarda Saman Sarısı. İstanbul: Yapı Kredi.
Herrmann, R. (1977). Hamburg’taki Küçük İstanbul. İstanbul: Cem.
Madak, D. (2017). Ah’lar Ağacı. İstanbul: Metis.
Türkiye Büyük Millet Meclisi. (t.y.). Genel Kurul Tutanakları. https://www.tbmm.gov.tr/Tutanaklar/TutanakMetinleri
Kapak görseli: Ulucanlar Cezaevi’nde mahkum turizmi: Müzeye çevrilen cezaevinde Necdet Adalı ve Erdal Eren’in ranzası. Kaynak: Flickr / @galpay [http://bit.ly/3whAR9q]
- Türk Dil Kurumunun çevrimiçi sözlüklerine erişim için: sozluk.gov.tr
- https://www.yatakrehberi.com/2020/06/gecmisten-gunumuze-yatagin-evrimi.html
- Şiir için bkz. Güneş, 2008.
- Siz Aşktan N’anlarsınız Bayım şiiri
- Her ne kadar sosyal medyada Yılmaz Erdoğan’a atfedilse de, kaynağı kesin değildir. Anonimdir.
- Cumhuriyet Gazetesi, 10 Temmuz 1949.
- Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan bu haberler için: 4 Mayıs 1937; 7 Temmuz 1948; 7 Ağustos 1949; 18 Ocak 1950.
- Cumhuriyet Gazetesi, 4 Ocak 1954, s. 6.
- Hayır işlerimizdeki ahenksizlik, Cumhuriyet Gazetesi, 5 Mart 1955, s. 2.
- Cumhuriyet Gazetesi, 24 Haziran 1954, s. 6. Aynı günlerde, erlerin yaşam seviyesinin NATO üyesi diğer ülkelerdeki askerlerin yaşam seviyesiyle karşılaştırıldığı başka haberler de çıkıyor karşımıza.
- Cumhuriyet Gazetesi, 24 Ekim 1962, Bir Tebessüm Lütfen” köşesi.
- Cumhuriyet Gazetesi, 24 Aralık 1962.
- Cumhuriyet Gazetesi, 28 Ağustos 1975, Prof. Dr. Akgün Aydeniz, “Görüş Yazısı”.
- Cumhuriyet Gazetesi, 28 Mayıs 1986.
- Cumhuriyet Gazetesi, 20 Aralık 1976, s. 4. (Çev.: Zeyyat Selimoğlu). Herrmann’ın eseri önce gazetede hikâye dizisi olarak, daha sonra 1977 yılında Cem Yayınevi tarafından kitap olarak basılıyor.
- Cumhuriyet Gazetesi, 12 Temmuz 1988, s. 18; 6 Aralık 1988, s. 10.
- Cumhuriyet Gazetesi, 12 Temmuz 1988, s. 18.
- Cumhuriyet Gazetesi, 12 Nisan 2009, s. 10 (“Dekorasyon Köşesi”, Deniz Yavaşoğulları).
- Cumhuriyet Gazetesi, 8 Şubat 2001.
- Cumhuriyet Gazetesi, 5 Şubat 1976.
- Cumhuriyet Gazetesi, 11 Ocak 1976.
- Cumhuriyet Gazetesi, 30 Nisan 1957. Aşırı sayıda öğrenci alan ve onları üstüste ranzalara sıkıştıran İstanbul’da bir özel yurt, öğrencilerin şikayeti üzerine, para cezasına çarptırılıyor.
- Cumhuriyet Gazetesi, 27 Şubat 1964. (Okurlardan Mektuplar köşesinde, “Ankara Hukuk Yurdu ne alemde?” başlıklı mektup).
- Cumhuriyet Gazetesi, 19 Kasım 1964. (“Mücahit Beşer’in Talebe Yurtları ile ilgili büyük röportajı”).
- Cumhuriyet Gazetesi, 17 Ekim 1982; 28 Ekim 1982; 7 Kasım 1982.
- Cumhuriyet Gazetesi, 14 Ocak 1994.
- Kapasite ve koşulları ranzalarla ölçülen yükseköğretim yurtları, 2000’lerin sonları ile 2010’ların başında ciddi bir siyasi tartışmaya konu oluyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tutanaklarını “ranza” kelimesiyle taradığınızda, 24 Ekim 1996 ile 6 Nisan 2021 tarihleri arasında gerçekleşmiş 33 birleşim tutanağına erişiyorsunuz. Bunlardan 20 tanesinde dile getirilen konu, üniversite ve KYK yurtlarının koşullarına dair eleştiriler ve bu eleştirilere yanıtlar hakkında. 1996 ve 1998 yıllarında bir defa, 2005 yılında iki defa, 2008 ile 2013 yılları arasında 16 defa meclis tartışmasına konu oluyor yurt koşulları.
- Cumhuriyet Gazetesi, 4 Ekim 1996.
- Cumhuriyet Gazetesi, 2 Ekim 1998.
- Cumhuriyet Gazetesi, 20 Eylül 1991: Işık Ergüden’in Bartın Özel Tip Cezaevi’nden göndermiş olduğu yazı.
- Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki, 17 Ağustos 2000.
- “Rami Kışlası Kapısı” şiiri. Bu güzel şiirin Çağdaş Türkü’ye ait içli bir bestesi için: https://www.youtube.com/watch?v=pQzvz-qnHOI
- Arif, 2008.
- Cumhuriyet Gazetesi, 29 Aralık 2016.
- Cumhuriyet Gazetesi’nin arşivlerinde “ranza” sözcüğüyle tarama yaptığınızda karşınıza 371 ayrı sayfa çıkıyor – bir kısmı ilan (İlk iki haber 1935 ve 1937 yıllarına ait. Ancak düzenli olarak haberlere konu olması 1946 yılından itibaren). İlk ilgili mahpushane haberi ise 1952 yılına ait. Bugüne kadar geçen yaklaşık 70 yıl içinde yer alan 280 civarı haberin yaklaşık 80 tanesi (özellikle 60’ların başından itibaren) mahpushanelere ait.
- Cumhuriyet Gazetesi, 11 Ocak 1976.
- Cumhuriyet Gazetesi, 22 Şubat 1961, (Ratip Tahir Burak’ın “Hapishane Hatıraları” yazı dizisi).
- Cumhuriyet Gazetesi, 8 Ekim 1982 (“Kastelli’nin cezaevi günleri”).
- Cumhuriyet Gazetesi, 6 Ocak 1961 (Ratip Tahir Burak’ın “Hapishane Hatıraları” yazı dizisi); 25 Haziran 1998 (Aydın Engin’in “Tırmık” köşesi).
- Ayrıca, Ulucanlar belgeseli için: Youtube’da “Ulucanlar Cezaevi Müzesi”ne ait sayfadaki iki videoya bakılabilir: https://www.youtube.com/channel/UCgp1-ylAfZ9M5JuST5LkrAQ/videos