- Tanım
- Batı’nın Teknolojisi ve Terminolojisi
- Türkiye’de Bisiklet
- Türkçe Yazılan İlk Bisiklet Seyahatnamesi
- Ve Cumhuriyet
- Çok Partili Hayat ve Bisiklet
- Yetmişler ve “Almancı” Bisikletleri
- Kayıp Yıllar: Seksenler
- 1990’lar: İklim Krizi ve Dağ Bisikleti
- İki Binli Yıllarla Gelen Yükseliş
- Cumhuriyet, Kadınlar ve Bisiklet
- Kaynakça
- Dipnotlar
Tanım
Latincede “iki” anlamına gelen “bi” önekiyle inşa edilen sayısız kelimeden biridir bisiklet… Bis (ikinci kez), bisküvi (iki kere pişmiş), bisekseksüel (iki cinstenci), bianel (iki yılda bir) kelimeleri gibi (Nişanyan, 2016).
Farsçada ise bir şeyin başına “bi” geldiğinde ortaya bambaşka bir anlam çıkıyor: Biçare (çaresiz), bigâne (ilgisiz), bihaber (habersiz), bilabedel (bedelsiz).
Enteresan değil mi? Birinde “ikiletiyor” iken diğerinde yok ediyoruz. Buradan yola çıkarsak yazı başka yerlere akabilir; ama, konuyu dağıtmayalım. Belki ileride yeniden bu ikiliye değinebiliriz.
Bisiklet: Bicycle, “iki tekerli” ya da “iki çember” demek.
Yaklaşık 200 yaşında kabul edilen bu alet, yaşadığımız coğrafyada “velosipet,” “derrace” gibi değişik isimler alsa da en sonunda “bisiklet”te karar kılmışız. Hatta bu konuda o kadar kararlı olmuşuz ki aletin üç tekerli olanına “üç tekerli bisiklet” adını koymuşuz. Oysa Frenkler Tricycle, trike gibi adlar vermiş. TDK Sözlüğü’nde “üçteker” olmasına rağmen; “üç tekerli iki teker” gibi sevimli bir oksimoronu tercih etmişiz. Üstelik çok da dolambaçlı.
Batı’nın Teknolojisi ve Terminolojisi
Türkçede kullanılan bisiklet terimlerinin çoğu Fransızcadan gelmiştir. Bu kelimelerin çoğunu, ezelden beri bizimmiş gibi kullanıyoruz: Fren, vites, jant, sele, pedal, lastik akla gelen ilk örnekler.
Onun dışında daha özel kelimeler var. Ruble mesela… Fransızca rou ve libré kelimlerinin bize mahsus telaffuzu. Takır tukur çevrilmiş bisiklet kitaplarında “serbest tekerlek” olarak karşımıza çıkan deyim. Bisikletin arka tekeri üstündeki dişli. Pedalı ileri çevirdiğinizde tekeri döndüren, geri çevirdiğinizde boşa dönen dişli düzeneğin adı… İngilizcede freewheel olarak geçiyor. İzmirli bisikletçiler buna, bozulmuş bir telaffuzla, “filibir” diyorlar.
Bisikletin gövdesi için de Fransızca kaynaklı bir kelime olan cadre/kadro’yu kullanıyoruz. Takır tukur çevirilerde “çerçeve” olarak geçiyor. Yanlış değil aslında… İngilizcesi de aynı anlama gelen frame mesela. Almanca rahmen deniyor. Ama “bisiklet çerçevesi” kulak tırmalayan bir ifade. Kadro artık neredeyse Türkçeleşmiş bir sözcük.
Bir diğer ilginç kelime ise gidon. Bisikleti kumanda eden bu parçaya eski kuşaklar “didon” da derdi.1
Bisiklet terminolojisinde nadiren Türkçe kelimeler de kullanılıyor. Mesela ortadaki büyük dişliye “aynakol” diyoruz. İngilizcesi crankset, Fransızcası ise pédalier. Biz nedense onları almamış, bu ilginç kelimeyi icat etmişiz.
Zincir, teker gibi öteden beri var olduğunu bildiğimiz kelimeler, bisiklet terminolojimizin bir parçası.
Türkiye’de Bisiklet
Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde bisiklet maddesi, 5. ciltte yer alır. Orada, İstanbul’a ilk bisikletin 1890’da geldiği yazar (Koçu, 1961: 2818). Ki bu bilgi, bisikletin imparatorluk coğrafyasına, dünyada yaşanan büyük bisiklet patlamasıyla eş zamanlı girdiğini gösterir. Ama aynı maddede bisikletin daha erken de girmiş olabileceği not düşülür. Hakikaten de öyledir. Başka kaynaklar, Türkiye’de bisikletin ilk kez 1885’te görüldüğünü yazar.
Tarih ve Toplum Dergisi’nin Ağustos 1985’te yayımlanan 20. sayısında bu konuya dair bir haber görürüz. “Osmanlı Basını’nda Yüz Yıl Önce Bu Ay” bölümünde Ayşe Şen, dönemin önde gelen gazetelerinden Tarik’de miladi takvimle 31 Ağustos 1985’te çıkan haberi paylaşır:
(Mösyö Tomas Stefans) nâmında bir Amerikalının velespid [bisiklet] ile seyahat ve Dersaat’e muvasalatla buradan dahi hareket ettiğini yazmış idik.Ankara’dan yazıldığına göre mumaileyh İzmit’ten beş günde şehr-i mezkûra muvasalat ve Vali paşa Hazretleri ile memûrin ve vilâyet ve binlerce ahali merkumun hareketini temâşa etmişler ve merkum kendisine edilen rica-yı mahsus üzerine üç defa şose üzerinde velespid ile yürüyüp 1200 yarda mesafeyi iki dakika on dört saniyede kat etmiştir.
Merkum bilâhare Vali Paşa Hazretleri ile memurîn-i vilâyetten veda edip Yozgat’a müteveccih-i azimet etmiştir (akt. Şen, 1985).
Haberde bahsi geçen “Mösyö Tomas Stefans,” bisiklet tarihinin en mühim isimlerinden biridir. 1884 baharında Amerika’da başladığı yolculuğunu, 1886 sonunda Japonya’da bitirmiş, “dünyayı bisikletle dolaşan ilk insan” olarak tarihe geçmiştir. Maceraları, 1887’de kitap olarak basılmıştır. 2 Kitapta, Tarik’in yukarıda andığımız haberin kupürünü de görürüz. Stevens, 1885 yazında imparatorluk topraklarına girmiş, 2 Temmuz’da başkent İstanbul’a ulaşmış, ülkeyi ve şehri bisikletle tanıştırmıştır. Stevens’ın bisikleti bir penny-farthing’dir. Koca tekerli bir nesnenin üstünde bir adam kimin ilgisini çekmez? Zürafa gibi bir canlıyla karşılaşmak gibi bir şey. Ancak haberde bir yanlış vardır. Stevens, Amerikalı değil; İngilizdir. İkinci yanlışlık ise, sonradan çıkan yazılarda onun imparatorluk topraklarına giren ilk kişi olduğunun zannedilmesidir. Bu topraklara giren ilk bisiklet onunki değildir. Bunu Stevens’ın iki cilt olarak yayımlanan seyahatnamesinde kendisi yazıyor. Tarik haberinde de okuduğumuz gibi Stevens vapurla İzmit’e gitmiş, oradan bisikletle, Göynük, Beypazarı üstünden Ankara’ya ulaşmıştır. İzmit limanında ona tercümanlık yapan Fransız görevlinin evinde misafir kalmıştır. Fransız görevli, ona yaklaşık 18 yıl evvel şehre bir bisiklet getirdiğini; ama, binmeye fırsat bulamadığını anlatır. Stevens bisikleti görür. Bu daha önce sözünü ettiğimiz ahşap bir bone-shaker’dır. İşin özeti 1867 yılında bir Fransız, imparatorluk topraklarına bisiklet getirmiştir.
İlk bisiklet o mudur bilemeyiz. Ama Stevens’ın kullandığından eski olduğu kesindir.
Türkçe Yazılan İlk Bisiklet Seyahatnamesi
Thomas Stevens’ın 1885’te yaptığı İstanbul ziyaretinden birkaç yıl sonra, Ahmet Tevfik adında bir gazeteci, bildiğimiz ilk Türkçe bisiklet seyahatnamesini yayımlar. Ahmet Tevfik ve bir arkadaşı, o zamanki adı Hüdevandigâr Vilayeti olan Bursa’da yaklaşık bir hafta bisiklete biner, izlenimlerini Velosipet ile Bir Cevelan adıyla kitap haline getirir.3
Stevens’ın bu seyahatinden kısa süre sonra, imparatorluğun İstanbul, İzmir, Selanik gibi “dışa dönük” şehirlerinde, bisiklete dair canlanma gözleriz. Yukarıda adını andığımız gibi, 19. yüzyıl sonlarında “safety bike”ın icadından sonra bütün dünyada yaşanan patlama, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında da görülür.
İstanbul’da Tarabya, Kuşdili Çayırı gibi yerlerde bisiklet yarışları düzenlenir. Ayrıca Tepebaşı’nda betondan bir pist bile yapılır. Selanik’te Alatin Köşkü yakınlarında başka bir pist olduğu ve iddialı yarışlar düzenlendiği kayıtlara geçmiştir. Dönemin gözde dergilerinden Servet-i Fünun’da bisiklete dair haberler, ilanlar görürüz. Bilinen ilk bisiklet şiiri, aynı derginin 31 Mayıs 1314’te (1898) çıkan 398. sayısında Tevfik Fikret imzasıyla yayımlanır.4 Şiirde bisiklete binen bir genç kadından söz edilmektedir. Sahiden de o yıllarda, kadınların bisikletle ilişkisine dair çeşitli mecralarda yayınlar görürüz. Yazarları arasında bisikletle bir fotoğrafını bildiğimiz, Fatma Aliye Hanım’ın da olduğu Hanımlara Mahsus Gazete’de bisikletli kadınlara dair yazılar ve çiziler yayımlanır.
Yine Koçu’ya göre bisiklete dair ilk şarkı aynı dönemde yazılmış ve bir kadın sanatçı tarafından seslendirilmiştir. Rast makamında bestelenen Bisiklet Kantosu’nu Şamram Hanım dillendirmiş, şarkıda bisikletle kaza yapan bir beyzade ile dalga geçilmiştir.
Ve Cumhuriyet
II. Abdülhamid döneminde başlayan velosipet merakı, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla daha da artar. İktidarı ele geçirdikten sonra bambaşka bir yöne savrulsa da, ilk zamanlarda dillerden düşmeyen hürriyet, müsavat uhuvvet (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) ve adalet, bisikletin de yıldızını parlatmıştır.
Cumhuriyet ile bisiklet bambaşka bir ivme kazanır. Deyim yerindeyse Türkiye’de bisikletin yıldızı cumhuriyet döneminde parlar. Erken cumhuriyet eliti, futbol gibi “yararsız” bulduğu sporlar yerine, dağcılık, atıcılık, atletizm, bisiklet gibi “yararlı” sporları destekler. Çünkü “milletin Arsenal’e gol atacak takımlara değil, karlı havada yirmi kilogramlık bir yükü en az yirmi kilometre taşıyacak yüz binlerce gence ihtiyacı vardır” (Akın, 2018: 156).
1923’te kurulan Bisiklet Federasyonu, bu yaklaşımın erken örneklerinden biridir. Federasyon kurulduktan çok kısa süre sonra, 1924 Paris Olimpiyatları’na bisikletçi gönderir. Devamını Türkiye spor tarihinin önemli isimlerinden Cem Atabeyoğlu’ndan dinleyelim:
Türk sporunun ilk örgütü olan Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın kuruluşundan sonra bir de Bisiklet Federasyonu’nun teşkil edilmesi (1923), bu spor dalına verilen önem ve değerin yanı sıra, bisikletin ülkede yaygın hale gelmesinin de sonucu oldu. Bu Federasyon’un ilk başkanlığına, Türkiye’de bisiklet sporunun temelini atan kişi olarak tanınan Muvaffak Menemencioğlu getirildi (…) 1924 yılında Paris’te yapılan Olimpiyat Oyunları, Türk bisiklet sporu için yeni ufuklar açtı. Cambaz Fahri, Raif ve Cavit Beyler bu Olimpiyat Oyunları’na götürüldüler. Ancak orada özel yarışma bisikletleri sağlanamadığından yarışlara katılamadılar. Fakat bu üç Türk bisikletçisi yurda yepyeni bir görüş ve anlayış içinde döndüler. Muvaffak Menemencioğlu’nun Türk bisikletçilerine Paris’te bir bisiklet fabrikasında staj imkanını bulması, bu genç bisikletçilerin bisiklet mekanizmasını daha yakında tanımalarını sağlamıştı (Atabeyoğlu, 1995).
Atabeyoğlu, Türkiye’de ilk uluslararası bisiklet yarışının 1927’de, Taksim Stadı’nda yapıldığını yazar.
Milli takım, Paris’ten 4 yıl sonra yapılan 1928 Amsterdam Olimpiyatları’na 4 bisikletçi ile katılır: Sonrasında Cav soyadını alacak olan Cavit ve Galip Kardeşler’e Yunus Nüzhet Unat ile Tacettin Öztürkmen eşlik edecektir. Ekipten Cavit Cav, sonraki yıllarda hem yönetici olacak hem de bisiklet yapım işine girecek ve çok özel bir hayat hikâyesine imza atacaktır.
1932’de düzenlenen Los Angeles Olimpiyatları, hem büyük 1929 ekonomik krizi hem de uzaklığı nedeniyle Türkiye’nin sporcu yollamadığı bir olimpiyat olarak kayıtlara geçer. Ama 4 yıl sonra yapılan 1936 Berlin Olimpiyatları’na 6 bisikletçi gönderilir: Tacettin Öztürkmen, Kazım Bingen, Orhan Suda, Krikor Cambazyan, Eyüp Yılmaz ve Talat Tunçalp. 3 yıl evvel iktidara gelen Adolf Hitler’in gövde gösterisine çevirdiği olimpiyat, Türkiye’nin en olimpik bisiklet başarısına vesile olur. 21 yaşındaki Talat Tunçalp, geçirdiği kazaya rağmen, 8. olur. 5
İstanbul’da doğmasına rağmen, Ankara’da yarışan ve “Ankaralı Talat” olarak anılan sporcu, “cumhuriyetin kalbi” için özellikle önemlidir ve 10. Yıl Marşı’nda altı çizilen yeni nesil gençliğin simge isimlerinden biridir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında bisiklet sadece spor değil bir ulaşım aracı olarak görülür. Sürücü belgesi olmadan bisiklet kullanmak yasaktır mesela. Devletin çeşitli birimleri bisikletli çalışanlar istihdam etmiştir. Özellikle Posta Teşkilatı’nda yaygın bir bisiklet kullanımı vardır. Sınırlı olmakla birlikte, polis teşkilatında da kullanımlar görürüz. 1932’de kurulan Halkevleri de, bisikletçiliğe özel bir önem vermiş ve bisiklet etkinlikleri düzenlemiştir.
Bisiklet sahibi olmayanlar için kiralık bisiklet sistemi devreye girmiş, memleketin her yanında “bir turu şu kadar kuruş” tarifeleri belirlenmiştir. İstanbul’da Topçu Kışlası’nın içinde bisiklet yarışları yapılırken, karşısında, henüz tam olarak “apartmanlanmamış” olan Talimhane’de bisiklet kiralama sistemi kurulmuştur.
Gündelik hayattaki bu gelişmeler doğal olarak edebiyata ve sanata da yansımıştır. Meşrutiyet döneminde yazdığı Kuyruklu Yıldız Altında bir İzdivaç adlı romanında bisikletten bahis açan Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1923’te yayımlanan Dirilen İskelet romanında yine bisikleti konu eder. Halide Edip Adıvar’ın aynı yıl yayımlanan Tatarcık adındaki romanı, içinden bisiklet geçen bir başka eserdir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ilk olarak 1949’da Aile mecmuasında yayımlanan “Acıbadem’deki Köşk” adlı öyküsü, Sani Bey adındaki mucit tabiatlı karakterin, hayran olduğu bisikleti geliştirme çabalarını anlatır. Sani Bey bisikletten yola çıkmış, at arabasını yeniden keşfetmiş, Tanpınar üstün ironi yeteneğini konuşturmuştur (Tanpınar, 2011).
Erken cumhuriyetin bisiklet literatürü, sadece telif eserlerden ibaret değildir. Çeviri eserler de görürüz. 1935’te Ülkü Matbaası’nda basılan İlk Bisiklet Nasıl Keşfedildi adındaki kitapçık onlardan biridir.6
1939’da çekilen Tosun Paşa adındaki film, bir bisiklet fabrikasının etrafında geçer. Filmin senaryosu Mümtaz Osman takma adını kullanan Nâzım Hikmet’e aittir. Muhsin Ertuğrul, Lean de Létraz’ın yazdığı Le Bichon adlı eseri, önce tiyatroda sahnelemiş, ardından filme çekmiştir (Onaran, 1981).
Eserlerinde bolca bisiklet imgesi gördüğümüz Nâzım Hikmet’in öldüğü gün olan 3 Haziran, 55 yıl sonra BM tarafından Dünya Bisiklet Günü kabul edilir (Çelik, 2021).
Çok Partili Hayat ve Bisiklet
II. Dünya Savaşı sonrası, 1946’da “çok partili hayata” geri dönen cumhuriyetin bisiklet kültürü, kendine mahsus bir dinamik izler. Tercihini Batı Bloku’ndan yana yapan ülke, özellikle 1950’lerde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle gündelik hayatta radikal değişimlere sahne olur. “Marshall Yardımı” ile ülkede, motorize kültür yavaş yavaş yükselişe geçer. Otomobil sayısı artmaya başlar. Yine de bisiklet, günlük hayatın hâlâ önemli bir parçasıdır.
1950’li Yıllarda İstanbul adındaki kitapta yer alan ve Serdar Korucu ile Güven Gürkan Öztan’ın birlikte yazdıkları “Tutku, Değişim ve Zarafet” başlıklı yazıda İstanbul’un artan “bisikletli” sorunu diye bir ara başlık okuruz. Burada bisiklet kalabalığı şikâyet konusu olmuştur (Korucu & Öztan, 2017).
Bir dönem Bisiklet Federasyonu başkanlığı da yapan, 1936 doğumlu milli bisikletçi Ünal Tolun, 1950’lerde Ankara Atatürk Lisesi’nde okurken 700/800 civarında öğrencinin okula bisikletle geldiğini anlatır (Çelik, 2019).
Reşat Ekrem Koçu, 1960’ların başında İstanbul’da kaçaklarla birlikte yaklaşık 200 bin bisiklet olduğunu, özellikle sayfiye yerlerinde yaralanmalarla sonuçlanan çok sayıda kaza meydana geldiğini belirtir.
Başka bir gösterge ise, Modern İstanbul’un Doğuşu (Gül, 2013) adındaki kitaptaki fotoğraftır. Murat Gül’ün yazdığı kitapta yer alan fotoğraf Topkapı surlarının orada çekilmiştir. Yeni açılan Millet Caddesi’nin üstünde 3-4 otomobille birlikte 1 tane de bisikletli görürüz. Bilimsel anlamda bir istatistik sayılmasa da, bunu bir gösterge olarak değerlendirebiliriz. Zira ilerleyen yıllarda otomobil/bisiklet oranı bisikletin aleyhine değişecek, motorlu araç hegemonyası başlayacaktır.
Bir zamanlar sadece varlıklı ya da orta sınıf ailelerin ve “tatlısu Frenkleri”nin kullandığı bisiklet, giderek daha yaygın kullanılmaya başlanır. Ülkenin ilk bisiklet fabrikası Bisan, 1963’te kurulur. Bunun getirdiği göreli ucuzlaşmayla, Adana, Eskişehir, Konya gibi topoğrafyası müsait sanayi şehirlerinde, işçi sınıfının ulaşım aracı haline gelir bisiklet. Aynı durum Anadolu’nun birçok beldesinde küçük esnaf için de geçerlidir.
Metropollerde ise durum çok katmanlıdır. “Apartmanlaşma”nın iyice ivmelendiği yıllarda bugün artık yadırganan ifadeyle “kapıcı”ların hemen hepsi, birer bisiklet sahibidir. Üstte iki borusu olan bisikletlerin adı da “kapıcı bisikleti”dir. Sonraki yıllarda politik doğruculuk kapıcıların adını “apartman görevlisi” yaparken; “kapıcı bisikleti” de “hizmet bisikleti”ne evrilir.
1960’larda bir tür “altın çağ” yaşayan Türkiye bisiklet kültürü, sportif olarak da yükselişe geçer. 1963’te, daha sonra Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu adını alacak olan Uluslararası Marmara Turu başlar. Bu dönemde Rıfat Çalışkan, Nusret Ergül, Ali Hüryılmaz, Çetin Yüce, Hasan Kılıç gibi isimler öne çıkar (Açıkalın, 2014).
Aynı dönem sanat ve edebiyatta bisiklet temalı eserler görmeye devam ederiz. Lütfi Ö. Akad’ın başladığı, Memduh Ün’ün tamamladığı 1962 yapımı Üç Tekerlekli Bisiklet akla gelen ilk örnektir. Ayhan Işık ile Sezer Sezin’in başrolünü paylaştığı filmin öyküsü Orhan Kemal’e, senaryosu Vedat Türkali’ye aittir. Film, evlerine sığınan kaçak bir adamı uzun zamandır gelmeyen babası zanneden bir çocuğun hikâyesini anlatır. Çocuğun rüyası üç tekerlekli bir bisiklettir. Rüyasını, babası zannettiği adam gerçekleştirir. Memduh Ün, 1985’te filmin yeni bir versiyonunu çeker. Başrollerini Tarık Akan ile Fatma Girik’in paylaştığı filmin adı bu kez Kaçak’tır.
Yetmişler ve “Almancı” Bisikletleri
Bisiklet, 1970’lerde özellikle çocuklar için hâlâ bir arzu nesnesidir. Yılmaz Güney’in 1971’de yönettiği Baba filminin başında, Almanya’ya gitme hayalleri kuran Cemal’in oğluna bisiklet alma sözü verdiğini görürüz. Cemal Almanya’ya gidemez; ama, 1970’lerin Türkiye’sinde en “havalı” bisikletler, “Almancı” çocuklarına aittir. Türkiye tarihinde muhtemelen “bi tur versene” cümlesi en çok o yıllarda kullanılmıştır.
Yaşar Kemal’in, ilk baskısı 1978’de yapılan Allah’ın Askerleri kitabı da yoksul çocukların bisiklet hayalleriyle doludur. O çocuklar hayallerini Şehzadebaşı’ndaki mağazalardan bisiklet çalarak, bisikleti bindikten sonra bir yere bırakıp giderek gerçekleştirir (Kemal, 2010).
1970’ler Türkiye’de bisiklet sporunun olimpiyat macerasında kritik bir eşiktir. 1948 Londra Olimpiyatları’ndan 24 yıl sonra, 1972 Münih’e 6 bisikletçi gönderilir. 4 yıl sonra yapılan Montreal Olimpiyatları’na ise sadece 1 sporcu, Erol Küçükbakırcı gitmiştir. 1980 Moskova Olimpiyatları’nı boykot eden ülkeler listesine giren Türkiye, 2008’e kadar olimpiyatlara bir daha hiç bisikletçi göndermemiştir.
Kayıp Yıllar: Seksenler
Seksenlere geldiğimizde Türkiye’de bisiklet, hem spor hem de günlük hayatta bir araç olarak toplumun kadrajından çıkmaya başlamıştır. Elbette her sosyal olgu gibi bunun da istisnaları vardır. Cumhurbaşkanlığı Turu yapılmaya devam etmiştir mesela. Ki 12 Eylül’de bu kurum kaldırıldığı için adı 1983’e kadar “Devlet Başkanlığı Turu” olmuş, Kenan Evren kendini cumhurbaşkanı seçtirince eski adına dönmüştür. Üstelik tura bu yıllarda, V. Ekimov gibi dünya çapında bisikletçiler katılmıştı. Aynı yıllarda Akdeniz Turu da yapılmaya devam etmiş, Bernd Drogan, Olaf Ludwig gibi şampiyonlar yarışmıştı. Ancak bu sportif canlılık, günlük hayatta karşılık bulmadı; istisnalar hariç basında yer bile almadı.
Sanat ve edebiyat cephesinde de pek bir hareketlilik yoktu. Nisan Akman’ın 1986 yılında çektiği Beyaz Bisiklet filmi bir istisna idi. Filmde beyaz bisiklet, bir tür mutluluk metaforu, filmin başrol oyuncusu Sedef’in (Derya Arbaş) hayaliydi. 1987’de Burhan Günel’in Bisiklet Günleri adını taşıyan öykü kitabı yayımlandı. Konu yine çocukluk ve yoksunluk idi. Yedi yaşındaki yetim Ali’nin, eniştesi Hüsamettin’in bisikletini habersizce alıp binmesi anlatılıyordu kitaptaki ana öyküde.
1990’lar: İklim Krizi ve Dağ Bisikleti
1990’larla birlikte hem dünyada hem de Türkiye’de bisiklet, yavaş yavaş tekrar sahneye çıkmaya başladı. Fosil yakıtlardan kaynaklı iklim krizinin yarattığı semptomlar, şehirlerin giderek yaşanmaz hale gelmesi gibi sebepler, bisikletin “yeniden keşfi”ne vesile oldu. Bu esnada başka bir değişim daha yaşanmış, özellikle Amerika’da bir grup genç sürücünün geliştirdiği dağ bisikleti moda olmuş, bu moda ucundan kıyısından Türkiye’ye de sirayet etmişti.
1980’lerde Türkiye’nin de parçası olduğu neoliberal dalga, motorlu araç sayısında yeni bir patlama yaratmış, yollar zaten az sayıda olan bisikletçiler için iyice çekilmez hale gelmişti. Selesine atlayan hemen herkes artık ötelendiği yollarda değil; dağda, bayırda, ormanda pedal çevirmeye başladı. O patikalardan çok yetenekli bisikletçiler çıktı. Türkiye’nin 32 yıl sonra olimpiyatlara yolladığı ilk bisikletçinin bir dağ bisikletçisi olması tesadüf değildi. 26 yaşındaki Bilal Akgül, 2008 Pekin Olimpiyatları’nı 35. sırada bitirdi.
İki Binli Yıllarla Gelen Yükseliş
İki binli yıllar, Türkiye’de bisikletin yeniden doğuşunu müjdeler. Hem yukarıda söylediğimiz iklim kriziyle ilgili nedenler hem de internetin etkin kullanımıyla biraraya gelen bisiklet odaklı oluşumlar, bunda önemli bir paya sahiptir. Sayıları artan yerli üreticilerin payını da unutmamak gerekir. Bu yıllarda Türkiyeli bisikletseverler makul fiyatlara kaliteli bisikletlere binme şansı buldular.
Dağ bisikletinin yükselen grafiği, yol bisikletine de yansıdı. İki binlerin başında başlayan Eurosport Türkçe yayınları, ülkede yol bisikletine olan ilgiyi artırdı. Bu gelişme, 1963’ten beri yapılan, ilk zamanlarda büyük ilgi görmesine rağmen sonraki yıllarda inişe geçen Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu’nu da canlandırdı.
Türkiye’de yapılan bir yarışın 2008’den itibaren hem Eurosport hem de TRT ekranlarından canlı yayınlanması, amatör bisikletçi sayısında bir patlamaya vesile oldu. Adına “Gran Fondo” denilen amatör yarışların sayısı her geçen gün arttı. Bu yarışları ülkemize ilk defa getiren Veloturk adındaki oluşum, “Bir çocuk gülerse dünya güler” sloganıyla binlerce bisikletsiz çocuğa bisiklet sağladı.
İki binli yılların bir başka fenomeni ise bisiklet festivalleridir. Gökova ile başlayan bu akım, Türkiye’de çok sayıda insanı bisiklete ısındırdı. Örgütlü hareketlerin ve dayanışmanın bireysel cesareti yükselttiği bir kez daha anlaşıldı.
Benzer tarihlerde bisikletli eylem grupları ortaya çıkmaya başladı. Amerika’da ortaya çıkan, ardından başka coğrafyalara sıçrayan Critical Mass hareketi Türkiye’de de kendine yer buldu. Bu coğrafyadan çıkan Barışa Pedal, Karşı Pedal, Velotopya, Don Kişot Bisiklet Kollektifi gibi oluşumlar, insan haklarından ekolojik kıyımlara karşı iki teker üstünden seslerini yükseltti.
Bisikletçiler seslerini bazen, kaybettikleri dostları için yükseltmek zorunda kaldı. Maalesef bisikletçiler yollarda hak talep ettikçe kaza görünümlü cinayetler de arttı. Çok sayıda bisikletçi, ömürlerinin baharında motorize vandallığın kurbanı oldu. Aileleri ve yoldaşları hak arama mücadelesi verdi, vermeye devam ediyor. Türkiye’de demokrasi neredeyse, bisiklet hakları da orada olduğu için failler küçük cezalarla paçayı yırttı.
Bu yükseliş başka bir dayanışma biçimini hayata geçirdi. Tek başına bisiklete binemeyen engelli dostlarımız seleye oturma imkânı buldu. İki sürücülü tandem bisikletler sayesinde, özellikle görme engelliler pedal çevirmeye başladı. Engelsiz Pedal, Eşpedal gibi oluşumlar inşa edildi.
Bir başka gelişim ise bisiklet yayıncılığında oldu. Sayıları her gün artan bisiklet kitapları yayımlanmaya başladı. 2013 Mart’ında yayın hayatına başlayan Cyclist Türkiye dergisi bu yazı yazılırken (Kasım 2022) 100. sayısına doğru ilerliyor ve böylece bisiklet temalı bir derginin, uzun soluklu olabileceğini kanıtlıyordu.
Televizyon ve radyo kanalları bisiklet temalı yayınlar yapmaya başladı. Aynı şey dijital yayıncılıkta da oldu. Bisiklet temalı dijital dergiler, Youtube kanalları, bloglar, vlogların sayıları yükseldi.
İki binlerle birlikte bisiklet, sinema perdesinde de yeniden görünür oldu. Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği Vizontele serisinde (2001, 2003) filmin sempatik karakteri Deli Emin ve bisikleti izleyenlerin gönlünde özel bir yere sahip oldu. Yılmaz Erdoğan’ın 2013’te yönettiği Kelebeğin Rüyası’nda da 1940’ların Türkiye’sinde neşeyle bisiklete binen üç arkadaş görüldü.
Çocuklar ve bisiklet hayalleri sinemanın gözde konularından biri olmaya devam etti. Serhat Karaaslan’ın 2010’da çektiği kısa metrajlı filmi Bisiklet, babasıyla birlikte çöp toplayan bir çocuğun, çöplükten bulduğu eksik tekerli bir bisikletin hikâyesiydi. Ümit Köreken’in 2016’da çektiği Mavi Bisiklet, yine bir çocuğun bisiklet hayali üstüne kuruluydu.
Yavuz Turgul’un 2017’de çektiği Yol Ayrımı filminde bisiklet, bir “öze dönüş” ya da “arınma” simgesi oldu. Şener Şen’in canlandırdığı acımasız iş adamı Mazhar, geçirdiği kaza sonrasında hayata bakışını değiştirmiş, daha “insancıl” biri olmuş, pedal çevirmeye başlamıştır.
Tankut Kılınç’ın 2020’de yönettiği Dersaadet Apartmanı, kentsel dönüşüm kılıfı altında yapılan kentsel yağmayı anlatırken bisiklete özel bir önem atfetti.
İki binlerde yurttaş düzeyinde böyle şeyler olurken kamuda bisiklete dönük girişimler görürüz. An itibariyle, 1990’larda başlayan bisiklet yolları projeleri, tatmin etmekten uzak olsa da yerel yönetimler düzeyinde devam ediyor. Bisikletli kiralama sistemlerinin sayısı artıyor. Belediyeler, bisiklet şeflikleri kuruyor. Avrupa Bisiklet Ağı Eurovelo projesine katılımlar gerçekleştiriliyor. Sağlık Bakanlığı, hareketli yaşamı desteklemek için kurumlar üzerinden bisiklet dağıtıyor.
Covid-19 pandemisi döneminde toplu taşımanın risklerini bertaraf etmek için bisiklete bir yönelim oldu ve görülmemiş satış rakamlarına ulaşıldı. Hem bu yönelim hem de yaşanan tedarik sorunları yüzünden Türkiye’de nadir görülen bir şey meydana geldi: Bisiklet arzı, bisiklet talebine yetişemez oldu. Deyim yerindeyse “bir musibet bin hayra” vesile oldu.
Cumhuriyetin ilk yıllarında bisiklet yükselişe geçmişti. Sonra Sisifos misali bir indi bir çıktı. İlk yüzyılın sonlarında yeniden canlandı. Bu canlanmanın sürmesi, ikinci yüzyılda daha demokratik, daha bisikletli bir cumhuriyet temennisiyle…
Bisikletin kadın özgürlük tarihindeki yeri çok önemlidir. Kadınların oy hakkı için mücadele eden süfrajet (suffragette) hareketinin önde gelen temsilcilerinden Susan Anthony, “Dünyadaki kadınların eşit haklara ulaşması yolunda bisikletin yaptığını, ne başka bir şey ne de başka bir kimse yaptı” diyordu. Elizabeth Stanton ise, “Biz kadınlar, oy kullanma hakkına doğru pedal çeviriyoruz,” diyerek hareketin başka bir özetini yapıyordu (Çelik, 2018).
Bir modernleşme projesi olarak cumhuriyet, kadınların toplumsal konumunu değiştirdi. Bu değişimin göstergelerinden biri de bisiklet üstündeki kadınlardı. Aslında hem Hamidiye hem de Meşrutiyet döneminde bisiklete binen kadınlar vardı. Tevfik Fikret’in yazdığı “Bisiklet” şiiri pedal çeviren bir genç kadın üzerineydi. Hanımlara Mahsus Gazete’de kadınlar ve bisiklet üzerine makaleler çıkıyordu. Derginin yazarlarından Fatma Aliye bisiklet ile poz veriyordu. Ama bunlar imparatorluğun, İstanbul, Selanik, İzmir gibi “uç” şehirlerinde, küçük bir çevrede oluyordu. Pera’da, Adalar’da, Moda’larda bisikletli kadın imgesi yadırganan bir şey değildi. Lakin Suriçi’nde durum farklıydı. 1910’da Halley kuyruklu yıldızını merkeze alan romanı, Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç’ta Hüseyin Rahmi Gürpınar bu duruma da dokunur. Romanın erkek karakteri İrfan Galip, sonradan adının Feriha Davut olduğunu öğrendiği gizemli bir kadından mektuplar almaya başlar. O mektupların ilkinde şöyle bir şey okuruz: “Bir gün yeldirmemi giyip ağabeyimin bisikletiyle bizim ahır kapısından dışarıya fırladıktan sonra Samatya’ya doğru demiryolunu bir tutturursam iş olur biter… Bu kadın kim? diye kim olduğumu incelerler. Kimin kızı olduğum anlaşılınca da beni almaya bir tek kimse bile cesaret edemez. Ne kadar melek huylu bir kız olursan ol. Herkesin içinde bir kere bisiklete binmek herkesi senden nefret ettirmeye yeter. Aman Yarabbi… ne memleket… ne Betise (Gürpınar, 2010).”
Cumhuriyetin erken dönemlerinde bisikletli kadın imgesi hayli canlıdır. Özellikle 1930’larda çok sayıda aile albümünde bisiklete binen genç kadın fotoğrafları görürüz. Söz konusu canlılığın elbette iki yüzü vardır. Halide Edip Adıvar’ın 1939’da yayımlanan Tatarcık romanı, bu ikili manzarayı kadın gözüyle anlatır. Takma adı “Tatarcık” olan Lale adındaki “modern” genç kadın ve bisikleti “muhafazakârlığa” karşı mücadelenin sembolü gibidir (Adıvar, 2020).
Dönemin önde gelen bir başka yazarı, Ercüment Ekrem Tâlu, 1945’te kadınlar, özgürlük ve bisiklet ilişkisi üstüne bir makale yazar ve makalesinde 1900 yılında Paris’te sergilenen “kadın bisikleti”nin dünyada yayılmaya başladığını; ama, Osmanlı döneminde kadınların bisiklete, istisnalar hariç, uzak kaldığını anlatır. Meşrutiyet’in bile bu sorunu çözemediğini, kadınların bisiklete ancak cumhuriyetle birlikte özgürce bindiğini söyler:7 “Şimdi artık öyle bir korku kalmamış, en nezih spor olan bisiklet Türk kadınının en zarif ve nezih eğlence vasıtası olmuştur.”
Hakikaten cumhuriyetin özellikle ilk yıllarında, kadınların bisiklete binmesi teşvik edilmiş, dönemin gazetelerinde, mecmualarında bisiklete binen kadın haberleri sürekli boy göstermiştir. Sadece kadınların katılabileceği bisiklet yarışları, etkinlikleri düzenlenmiştir. Refik Halid Karay gibi ilk başlarda bisiklete olumsuz yaklaşan bir kalem ustası bile kadınları bisiklete çok yakıştırmış, hatta iki tekerli bu nesnesin kadınlar için icat edildiğini yazmıştır. Fakat günün sonunda, bugün geldiğimiz noktada, bisikletli kadın imgesi, istisnalar hariç hayli soluktur. Cumhuriyetin kadın- bisiklet birlikteliği bir temenniden öteye gidememiştir.
İki binli yıllara kadar Türkiye’de bisiklet, deyim yerindeyse “duraklama devri” geçirmiştir. Buna kadın bisikleti de dahildir.
Ama her olgu gibi bunun da istisnaları vardır. O istisnalardan biri Hülya Koç’tur. Koç, 20. yüzyılın bitmesine 5 kala, bisikletle, yaklaşık 10 ay süren bir Güney Amerika turu yapar. Rüzgar İt Beni adındaki kitabı, çok sayıda kadın bisikletçiye ilham olur.
İki binli yıllara girildiğinde Türkiye’de kadın bisikletinde ciddi bir canlanmaya şahit oluruz. Bu canlanmanın denk geldiği konjonktür birçok bakımdan manidardır ve araştırmacılar için hayli zengin sosyolojik malzeme sunar. Bisiklete binen kadın sayısında gözle görülür bir artış yaşanır. O kadınların bir kısmı Türkiye’den çıkıp dünyayı pedallayarak dolaşmaya başlar. Süslü Kadınlar, Bisikletli Kadın İnisiyatifi, Zincir Kıran Kadınlar gibi oluşumlar ortaya çıkar.
Zaman içinde hadisenin çapı o kadar büyür ki, bazı oluşumlar Türkiye sınırlarını aşar. 2013’te İzmir’de bir lisede tarih öğretmenliği yapan Sema Gür’ün aklından çıkan Süslü Kadınlar Bisiklet Turu, bisikletçi Pınar Pinzuti’nin dahil olmasıyla bir fenomen haline gelir. Her yıl, eylülün üçüncü pazarında, “Otomobilsiz Kentler Günü”nde yapılan etkinlik 2022 yılında dünyanın 200 farklı yerinde yapıldı. Türkiye’de hem bisiklet hem de kadın özgürlük hareketinde özel bir yere sahip oldu.8 Bu gelişme bisiklet sporunu yapan kadınların sayısında da bir artışa yol açar. İyi haberler sivil girişimlerle sınırlı kalmaz, kamu kuruluşları da kadınlar ve bisiklet konusunda projeler geliştirmeye başlar.
An itibariyle bu “yeniden canlanma” bir ansiklopedi maddesini aşacak büyüklüğe erişmiştir.
100 sene 100 Nesne’nin ön çalışmaları sürerken Aydan Çelik’ten bisikletin kendi gelişimi ve Türkiye’nin tarihi içindeki iniş çıkışlı serüvenini dinlemiştik.
…Bisikletin bir icat değil keşif olduğunu düşünüyorum.
Açıkalın, F. (2014). Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu’nun 50 Yıllık Öyküsü. İstanbul: Ege.
Adıvar, H.E. (2020). Tatarcık. İstanbul: Can.
Akın, Y. (2018). Gürbüz ve Yavuz Evlatlar. İstanbul: İletişim.
Atabeyoğlu, C. (1995). Bisiklet. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 9 içinde. İstanbul: İletişim.
Çelik, A. (2018). Sele Üzerindeki Kadının Gücü. Cyclistmag. https://www.cyclistmag.com.tr/2018/03/08/sele-uzerindeki-kadinin-gucu/
Çelik, A. (2019). Ünal Tolun ile söyleşi. Cyclist Türkiye Dergisi, Sayı: 57.
Çelik, A. (2021). 3 Haziran: Nazım Hikmet’siz bir dünyanın “Bisiklet Günü.” IstDergi. https://www.istdergi.com/tarih-belge/3-haziran-nazim-hikmetsiz-bir-dunyanin-bisiklet-gunu
Gül, M. (2013). Modern İstanbul’un Doğuşu. İstanbul: Sel.
Gürpınar, H.R. (2010). Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç. İstanbul: Everest.
Kemal, Y. (2010). Allahın Askerleri. İstanbul: Yapı Kredi.
Koç, H. (1998). Rüzgar İt Beni Bigamekibasuyake. İstanbul: Yapı Kredi.
Koçu, R.E. (1961). İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 5. İstanbul.
Korucu, S. & Öztan, G.G. (2017). Tutku, Değişim ve Zarafet, 1950’li Yıllarda İstanbul. İstanbul: Doğan.
Nişanyan, S. (2016). Elifin Öküzü ya da Sürprizler Kitabı. İstanbul: Everest.
Onaran, A.Ş. (1981). Muhsin Ertuğrul’un Sineması. Ankara: Kültür Bakanlığı.
Şen, A. (1985). Osmanlı Basınında Yüzyıl Önce Bu Ay. Tarih ve Toplum, Sayı 20.
Tanpınar, A. H. (2011). Hikâyeler. İstanbul: Dergah.
Kapak görseli: Sonradan Taksim Stadyumu olan Topçu Kışlası’nın avlusunda bisiklet yarışının başlangıcı, 1930’lar. Kaynak: © Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu / CFA_005899
- Sevan Nişanyan, Elif’in Öküzü kitabında, gidonun Fransızca ve İngilizcedeki guide’dan, yani yol gösterenden, rehberden geldiğini yazıyor.
- Thomas Stevens, Around The World on a Bicycle, London.
- İbnülcemal Ahmet Tevfik, 2006, Velosipet ile bir Cevelan, 1900’lere doğru İstanbul’dan Bursa’ya Bisikletli bir Gezi. Çev.Cahit Kayra, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
- http://www.servetifunundergisi.com/siir-bisiklet/
- https://en.wikipedia.org/wiki/Cycling_at_the_1936_Summer_Olympics_%E2%80%93_Men%27s_individual_road_race
- Kitabın yazarını bilmiyoruz. Ama kapakta Çeviren: Mücahit gibi bir isim görüyoruz. Gökhan Akçura’nın Evvel Zaman Bisiklet (2003) adındaki kitabının 158-169 sayfaları arasında yer alıyor.
- Ercüment Ekrem Tâlu, Bisikletin Ahıbabası, TTOK Belleteni, No: 46-47, Kasım-Aralık 1945 (akt. Gökhan Akçura)
- https://www.suslukadinlarbisikletturu.com/