KİTAP
MERAL CAMCI

İÇERİK
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Ahmed Arif, Anadolu

Köken ve Anlam

Misalli Büyük Türkçe Sözlük’e (Ayverdi, 2020) göre kitap, “1. Bir araya getirilmiş yazılı ve basılı yapraklardan meydana gelen bir bütün. 2. Herhangi bir konuda yazılmış manzum veya mensur eser. 3. Allah tarafından vahiy yoluyle peygamberlere indirilen Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’an.”

Türkçede içinde “kitap” geçen mecazi kullanımlar da oldukça fazladır. Bunlardan bazıları şöyle: Fal bakmak anlamında “kitap açmak,” okumamak/ders çalışmamak anlamında “kitap (yüzü) açmamak,” yemin ifadesi olarak “kitap çarpsın ki,” çok düzgün/çok güzel anlamında “kitap gibi,” çok kitap okuyan kimse anlamında “kitap kurdu,” elini Kuran’ın üstüne koyarak yemin etmek anlamında “kitaba el basmak,” kanuna uymayan bir işi hile ile yasaya veya usule uygunmuş gibi göstermek anlamında “kitaba (kitabına) uydurmak,” bir iş, bir mesele veya bir konuyla ilgiyi kesmek anlamında “kitabı kapamak” (daha çok “Ben o kitabı kapadım” şeklinde kullanılır), hesaplamak anlamında “hesaplamak, kitaplamak.” Bir de “kitapsız” var tabii: 1. Dört kutsal kitaptan hiçbirine inanmayan (kimse), dinsiz, 2. Zalim, acımasız, merhametsiz (kimse) (Ayverdi, 2020).

Türkçeye “kitap” olarak geçen sözcüğün kökenine baktığımızda Arapça ktb kökünden gelen kitab sözcüğünü görürüz. Köken sözcük, “yazı yazdı” anlamına gelen Arapça kataba fiilinin mastarıdır ve bu fiil, Aramice/Süryanice ve İbranice kətab veya kətāb 1. dikiş dikmek, bağlamak, raptetmek, 2. yazı, yazılı belge” anlamlarına gelir. Ktb kökünün nihai anlamı “dikiş dikmek, bağlamak, raptetmek” olup “yazı yazma” anlamı, en erken Aramcada kaydedilmiştir (Nişanyan Sözlük). Sözcüğün bu köken araştırmasının önümüze koyduğu bir bağlantı ilginçtir. Bir sonraki alt başlıkta da üzerinde duracağımız gibi, uzay boşluğunda hacmi ile bir yer kaplayan nesne-kitap ile içinde yer alan metin olarak kitap, Türkçede kimi zaman birbiri yerine kullanılagelmektedir. İngilizce ve Latince karşılığında da etimolojik olarak metin, dokuma ya da dokunmuş kumaş ile diyelim, yapısal bir analoji taşır (İng. text, texture; Lat. textus). Kitap dediğimiz zaman belli bir kitaba gönderme yapmıyorsak, yani ismiyle, cismiyle, yazarının imzası ile belirli bir nesne-kitaptan söz etmiyorsak, çoğunlukla bu çoklu dokuya, yani metne atfen konuşuyoruz demektir.

Burayı biraz açmakta fayda var. Bu yazıda her iki anlam alanını bazen ayrı kullanacağım, bazen birbiri yerine geçireceğim. Bazen sadece ismi, cismi, yazarı, kapağı, cildi ile kitaplık raflarındaki nesne-kitaptan, bazen içeriği, konusu, teması ve toplumsal iz düşümü yani etki alanı ile metinden bahsedeceğim ve bunu yaparken bazen kitap bazen metin sözcüklerini kullanacağım; ama, bağlamımız hep nesne-kitap olacak. Metin türleri de girecek devreye. Kimi temsil niteliği olan kitapların ismi geçecek; ancak, ister istemez bir o kadarı, hatta kat kat fazlası dışarıda kalacak. Aksi halde bu başlıkta tek başına bir/kaç ansiklopedi yazılabilirdi.

Dev Bir Nesne Olarak Kitap

Öyle bir nesneden bahsediyoruz ki ismi de, cismi de, imgesi de tek bir form ve anlama indirgenemeyecek, çoklu formlar ve anlamların duygular, düşünceler, olgu ve olayların teğet, çapraz, iç içe geçtiği, ardı sıra dizildiği devasa bir içerik barındırıyor. Bu içerik, harfler, sözcükler, cümleler, metinler boyunca uçsuz bucaksız bir tarihsel izleğe yayılıyor. Raflarca, kitaplıklarca, arşivlerce, kütüphanelerce yığılmış, kalın, ince, küçük, orta, büyük boy, sert veya yumuşak kapaklı, yüz milyonlarca, rengarenk ve rengâhenk kitaptan oluşan, ucu bucağı olmayan bir külliyattan söz ediyoruz. Bu külliyat da aslen birbirine dokunmuş, işlenmiş, ilmek ilmek örülmüş bir külliyattır.

İnsanların, doğanın, hayvanların, bitkilerin tüm yaşamını, eylemini ve ataletini, kanaatlerini, izlenimlerini, duygu ve düşüncelerini, bilimsel bilgiyi, kuramı, velhasıl yerküre üzerindeki canlı cansız her şeyi ve herkesi ve hatta kendisini ve 100 Sene 100 Nesne’ye de konu başlığı olmuş/olmamış kendinden gayrı diğer tüm nesneleri içeren bir dev nesnedir kitap. Jorge Louis Borges’in Babil Kitaplığı adlı derin kazı-yazısına başlarken ifade ettiği gibi kimilerinin kitaplık adını verdiği evrenin birer tezahürüdür ki bu evren,

(…) birbirinden engin hava sütunlarıyla ayrılmış, çok alçak parmaklıklarla çevrili, sayısı belirsiz, belki de sonsuz, altıgen dehlizlerden oluşmuştur. Altıgenlerin hangisinden bakılsa uçsuz bucaksız üst katlarla alt katlar görülebilir. Dehlizlerin dağılış düzeni de değişmezdir. Her yanda beşer uzun raftan toplam yirmi beş raf, biri dışında duvarların tümünü kaplamaktadır, rafların yüksekliği, tavandan zeminedir, sıradan bir kitaplığınkini pek aşmaz (Borges, 2000: 67).

Érik Desmazières’in gravürleriyle Borges’in “Babil Kütüphanesi”, 1997. Kaynak: John Coulthart “The Library of Babel by Érik Desmazières” { feuilleton } (02.02.2003) []

Tanıklıktan Failliğe

İnsanlığın evrensel tarihine not düşen sonsuz sayıda kitaptan bir seçki oluşturmak bu yazının amacı değil neyse ki. Her ne kadar geçmişten bugüne biriken ve geleceğe uzanan bu devasa külliyatın varsayılan ağırlığı yüreğimi ezse ve bu yazıyı, bu anlamlı derlemeye son dakikada teslim etmeme neden olsa da, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık tarihini nesneler aracılığıyla anlatmak gayesinin zamansal ve mekânsal sınırlılığı içimi bir nebze ferahlatıyor.

Bilge Karasu da Ne Kitapsız Ne Kedisiz’de nesne-kitap ile metni birbirinden ayırır (1994: 7-12). İşte bu ikisinin ayrımında ve birlikteliğinde, cumhuriyetin yüz yıllık kitaplığında birer nesne olarak yer edinmekle kalmamış, bu coğrafyada edebi, dilsel, düşünsel, kültürel, sanatsal ve politik eğilimleri ve dönemeçleri yönlendirmiş kitap-nesnenin, elle tutulur, gözle görülür, raftaki hareketsiz mevcudiyetinden çıkıp metnin, yani içeriğin tarihe not düşen tanıklığıyla kitleleri söz söylemeye ve eylemeye geçiren bir failliğe evrilen serencamına retrospektif bir bakış olacak bu yazı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık geçmişi söz konusu olduğunda gerek temsiliyet düzleminde gerek manipülatif bir nesne olarak kitabı, Türk modernleşmesi, Batılılaşma, dil/alfabe devrimi, devletin ideolojik aygıtı olan eğitim-kültür politikalarının nesnesi olarak kitap ile muhalefet, düşünce ve ifade özgürlüğü bağlamında kitap, yasaklı yazar ve kitaplar (sansür, muzır neşriyat), edebiyatta ideolojik yansımalar ile dönemlerinde etki alanı büyük olmuş kitaplar gibi üst başlıklarda konumlandırmak mümkün. Bütün bu başlıklar da elbette farklı ideolojilerin meydan savaşında, bir kültürel birikimin nesnesi olmuş/olagelmiş temsil niteliğindeki kitapları, künyesiyle içermeli. Türkiye’de çeşitli ideolojik yaklaşım ve grupların kendilerine deniz feneri ettiği kitapları ve bunların okur çevrelerini işaret etmeli. Bu kitaplara dair yazılmış üst-metinleri, derleme, antoloji ve kuramsal eleştiri kitaplarını da yol gösterici olarak anabilmeli.

“Ne Kitapsız Ne Kedisiz”: Bilge Karasu kucağında kedisi, arkasında kitaplarıyla beraber. Kaynak: Tumblr / @Visage Grincheux []

Modernleşme/Batılılaşma Paradigmasında Çeviri Kitap

Kitap üzerinden cumhuriyetin sosyal-kültürel ve politik tarihine ilişkin bir hikâye, bizleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsurlarından ve kökleri Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerine uzanan Batılılaşma/ modernleşme utkusuna ve bu doğrultuda atılan bir dizi adıma götürüyor. Toplumsal hayatın, kültürel değişime kasıtlı olarak yönlendirilmesinin en önemli aygıtlarından olan eğitimin başat nesnesi olarak kitap/lar karşımıza çıkıyor. Bu Batılılaşma/modernleşme ekseninde Batı’nın yani Avrupa’nın kültürel anlamda örnek alındığı, Batı/Doğu ikileminde Batı’yı öne çıkarırken; Doğu’nun/Doğululuğun toplumsal hayattaki kültürel izlerini reddeden, hatta özellikle ilk çeyrekte yok sayma derecesinde bir “yok ilişki”ye giren genç cumhuriyetin ilk kitaplarının, ağırlıkla bir çeviri repertuvarı olduğunu söylemek mümkündür. Yerli/telif edebiyat da buna paralel oluşmuştur denebilir. Bu dönemlerde çevirmenler, aynı zamanda ve çoğunlukla yazarlar ve şairlerdir çünkü. Özlem Berk Albachten, “Türk modernleşmesinin tezahürü olarak tanımlayabileceğimiz Batılılaşma hareketinde çevirilerin temel araç olarak işlev gördüğünü söylemenin de yanlış olmayacağını” belirtir ve şu tespiti yapar:

Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Batılı modelleri izleyen bilinçli ve planlı bir merkezî devlet politikası sayesinde çeviri etkinliği çok önemli bir yere sahip olmuştur. Genç Cumhuriyet’in modern, Batılı ve laik bir Türk ulusu yaratma çabaları Avrupa’nın kültürel değerlerini reddederek değil, İslam ve Doğu dünyasıyla bağlarını gevşetmesiyle ve kendine Avrupa kültür ve uygarlığı içinde bir yer istemesiyle temellenmiştir.

Benzer biçimde Turgay Kurultay da (2009), “Türkiye Cumhuriyeti’ne bir çeviri cumhuriyeti demek yanlış olmaz” tespitiyle cumhuriyet döneminde çevirinin ağır yüküne değinir ve şöyle devam eder: “Bir toplumun çeviriyi böylesine önemsemesi, ulusal politikalarının odağına yerleştirmesi tarihsel bir vakadır” (1999: 13-36). Saliha Paker de (2009), 1924 yılında kurulan Remzi Kitabevi’nin Dünya Yazarlarından Çeviriler başlığıyla bir dizi başlattığını, aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde Telif ve Çeviri Eserler Komisyonu’nun kurulduğunu ve eğitim amaçlı yayınlar yapmaya başladığını belirtir. 1928’deki “Harf Devrimi” ile Arapça harfler yerine Latin harflerinden oluşan alfabenin resmiyet kazanmasından sonra ilk Latin harfli Kuran’ın 1932 yılında basıldığını görürüz (Paker, 2009: 557-558).

Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Batılı modelleri izleyen bilinçli ve planlı bir merkezî devlet politikası sayesinde çeviri etkinliği çok önemli bir yere sahip olmuştur. Genç Cumhuriyet’in modern, Batılı ve laik bir Türk ulusu yaratma çabaları Avrupa’nın kültürel değerlerini reddederek değil, İslam ve Doğu dünyasıyla bağlarını gevşetmesiyle ve kendine Avrupa kültür ve uygarlığı içinde bir yer istemesiyle temellenmiştir.

Latin harfleriyle ilk Kur’an-ı Kerim baskısı denemelerinden: Camili Kur’ânı Keriym, 1936. Kaynak: Instagram / @ilkbasim []

Bu bağlamda, özellikle harf/dil devrimi, 1. Neşriyat Kongresi (2-5 Mayıs 1939) ve Tercüme Bürosu,1 devlet eliyle yönlendirilen bir kültürel yeniden yapılanma sürecinde yayıncılık faaliyetinin ve dolayısıyla ortaya çıkan çeviri ve/ya yerli/telif kitap repertuvarının niteliğini daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Paker, ilkin Tercüme Encümeni ve daha sonra Tercüme Bürosu’nun bu “yeni dil politikalarını hayata geçirmek ve kültürel uyanış programını organize etmek amacıyla” kurulduğu tespitini yapar (2009: 557-558). Ağırlıkla akademisyenler ve saygın yazarlar arasından seçilen çevirmenler, başta antik Yunan felsefe ve edebiyatından çevirilerle dünya klasiklerini Türkçeye kazandırmaya başlar. Bu bir anlamda, Batı/dünya klasiklerinin çevirisi yoluyla hümanizm ruhunun, ulus devlet sınırlarına zerk edilmesi çabası olarak da görülebilir.

Bu çeviri hareketinin içinde olan yazar ve şairlerin pek çoğu, eş zamanlı olarak kendi telif kitaplarını da yazmaya devam eder. Çeviri repertuvarının telif edebiyat repertuvarıyla iç içe ilerlediğini gözlemlemek mümkün olabilir. Kurultay, çevirinin ve kendinin sınırlılığını bilen insanların öncülüğündeki bir çeviri hareketi gözlemler (Paker, 2009).

En yoğun çeviri faaliyeti döneminde, 1944 sonu itibarıyla başını, Yunan ve Fransız klasiklerinin çektiği 109 kitabın çevrildiğini görürüz. 1967 sonuna gelindiğinde bu sayı, 1000’den fazladır. İçlerinde Doğu ve İslam dünyasından metinler çok az sayıdadır. 1950’de değişen siyasi iklim ile bu başlangıç paradigması değişse de, 1960’larda, 1961 Anayasası’nın sağladığı görece özgürlük ortamında, yayınevlerinin Marksist/sosyalist literatürü çevirmeye giriştiklerini gözlemleyebiliriz (Paker, 2009: 557-558).

Neşriyat Kongresi üzerine değerlendirme, 1939. Kaynak: Servetifünun no. 2229/544 (11.05.1939), s. 386

Modernleşme/Batılılaşma Paradigmasında Yerli/Telif Kitap

Yolu Açanlar

Cumhuriyetin ilk çeyreğini temsil eder nitelikte bir etki alanına sahip bir kitap (ki, doğası gereği hiçbir zaman bu bir tek kitap olmamıştır) dediğimizde, Mustafa Kemal’in Nutuk’u (Söylev) ile yukarıda özetlediğimiz Tercüme Bürosu çevirilerini anmamız gerekir. Nutuk, “1919 yılı Mayıs ayının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir” cümlesiyle başlar ve “Milli Mücadele” ve ulus-devlet inşası sürecini anlatır. Hasan Gürkan, Nutuk’la ilgili şöyle der:

Türkiye’nin yalnızca kuruluşunu anlatan tarihsel bir belge değil, Ulusal Kurtuluş Savaşı çığrının ve yeni bir ulus yaratmanın öğretisini de içerir. Ancak Söylev, siyasî açıdan da bir hesaplaşma niteliği taşır. O, burada kendisine muhalif kişilerle adeta bir hesaplaşma içindedir. (…) Çünkü Söylev, bir “anı”, bir “tarih kitabı” değil, bir “siyasî hesaplaşma”dır, siyasî metindir (2013: 123-136).

İlk baskısı 543 sayfa olan, bez ciltli, 19×27 cm. ebatındaki Nutuk, başta Mustafa Kemal portresiyle ve sonda 7 tabaka halinde, 10 ayrı harita eki mevcut olarak basılmıştır. Biri asıl metin, diğeri belgeler olmak üzere Arap harfleriyle iki cilt olarak yayımlanmıştır.

Nutuk’un ilk baskısı, 1927. Kaynak: Levant Antika []

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) Dünya Edebiyatından Klasikler serisinde basılan pembe-bej kapaklı seri de, özellikle cumhuriyetin ilk yarısında Batılılaşma/modernleşme hamlelerinin ve Batı hümanizmasının empoze edilmesi bağlamında, kültür-düşünce dünyasının yapı taşı konumundadır. Özellikle milli eğitim alanının ideolojik/manipülatif aracı olarak 100 Temel Eser, iktidarların ideolojik seçim ve yönlendirmeleriyle değişimler geçirmiştir.

Erken cumhuriyet döneminin öne çıkan yazarları ve kitaplarına, cumhuriyetin ilerleyen dönemlerine bıraktıkları izler ışığında bakacak olursak, seçilen tema ve anlatım dilinin, dönemin siyasi ve kültürel geçişliliğinin bariz izlerini taşıdığını, Doğu-Batı, aydın-halk, kent-taşra ikileminin anlatı düzlemine sindiğini, toplumsal dönüşümün tezatlarına ve sancılarına odaklanan toplumcu bir edebiyat çizgisinin ön plana çıktığını, dilin sadeleşme eğiliminde olduğunu ve elbette Harf/Dil Devrimi’nin gönüllü ya da zorunlu izlerini taşıdığını görürüz. Bu erken dönem, edebi anlatıda, milli mücadele, toplum-birey, taşra-kent, gündelik hayat gibi eksenlerde karakterize olmuştur ve bu minvalde ilk elden sayılabilecek kitaplar ve yazarları şöyledir: Ayaşlı ile Kiracıları (Mahmut Şevket Esendal), Yaban, Ankara (Yakup Kadri Karaosmanoğlu),2 Fatih-Harbiye, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (Peyami Safa), Sinekli Bakkal, Türk’ün Ateşle İmtihanı (Halide Edip Adıvar), Çalıkuşu, Yeşil Gece, Yaprak Dökümü, Anadolu Notları (Reşat Nuri Güntekin), Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna (Sabahattin Ali).

Hakimiyet-i Milliye’de tefrika halinde yayınlanan Yaban’ın ilanı, 1931. Kaynak: Hakimiyet-i Milliye no. 3485 (28.03.1931), s. 1

Bu kitaplar arasında Yaban, önemli tartışmalara konu olmuştur. “Yaban ya aydın ile köylü arasındaki uçurumu içtenlikle dile getirdiği, bu yarayı cesaretle deştiği ve Anadolu köylüsüne ait gerçekleri bütün çıplaklığıyla önümüze serdiği için çok övülmüş ya da tek yanlı olduğu, gerçekleri çarpıttığı ve köylünün yalnız olumsuz yönlerini anlattığı için eleştirilmiştir. Tartışılan sorun hep şu olmuş: Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun sergilediği köylü gerçeğe uyuyor mu, uymuyor mu?” (Moran, 2021: 201).

Peyami Safa’nın Fatih Harbiye kitabı ile ilgili olarak Nurdan Gürbilek’in tespitleri de dikkate değerdir: “Türkiye’de cumhuriyetin bir kültürel yarık üzerine kurulduğunu üstünde yükseldiğini ilk söyleyenlerden biri Peyami Safa’ydı. 1931’de Cumhuriyet henüz sekiz yaşındayken yazdığı Fatih-Harbiye’de yeni kurulan cumhuriyeti bir tramvay hattıyla birbirine bağlanmış ‘iki ayrı kıta, iki ayrı hayat anlayışı, iki ayrı metafizik’ üzerinden okuyordu. (…) Fatih ud, Beyoğlu kemandır. Fatih ezan, Beyoğlu balodur. Fatih saz peşrevi, Beyoğlu cazdır. Fatih ahşap, Beyoğlu taştır. Fatih hacıyağı kokusu, Beyoğlu parfümdür” (2015: 85).

Ziya Gökalp’in Altın Işık ve Türkçülüğün Esasları kitapları ise, erken dönem edebi anlatıda milliyetçilik ideolojisinin tezahürü olarak belirir. Her ne kadar cumhuriyetin resmi kuruluşundan önce vefat etmiş olsa da modern Türk öykücülüğüne, Türk modernleşmesi ve milliyetçiliğinin izlerini bırakmış olması ve “100 Temel Eser”de hâlâ yer alacak bir etki alanına sahip olması nedeniyle Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe ve Kaşağı kitapları da önemlidir. Özellikle çocuk ve genç edebiyatında melodramatik anlatıyla öne çıkan ve köyden kente göçün/kentlileşmenin kıyıda köşede bıraktığı “ezilen, yoksul fakat sebatkar ve kanaatkar insan ve aile yapısına” eğilen ve ülkenin popüler kültürüne onulmaz damgasını vuran Yeşilçam filmlerine ilham veren, 1930’larda başlayıp cumhuriyet tarihinin üçüncü çeyreğine uzanan bir zaman diliminde 400’den fazla romana ve öyküye imza atmış olan Kemalettin Tuğcu’yu anmadan geçmek olmaz. Bir söyleşide “13 yaşımdan beri yalnız yazı yazdım. Beni bu yazılar avuttu, yazdıklarımla yaşadım,” diyen Tuğcu, başka bir söyleşide “Yazdıklarım hep güzel biter, umut verir. Yazdıklarımda hiç kimseyi öldürmemişimdir. Çocuklar cinayetten hoşlanmazlar,” ifadelerini kullanmıştır. Nurdan Gürbilek, “Yoksulluk Lekesi” başlıklı yazısında Kemalettin Tuğcu ve Orhan Kemal romanlarında çocuk karakterleri karşılaştırır. Ona göre esas fark, “(…,) hikâyenin sonuna ilişkindir. Tuğcu çocuğu hızlandırılmış yoksulluk okulundan pekiyi ile mezun olur. Orhan Kemal’inkiler sınıfta kalır. Kaçış planı bir hayal olarak kalmaya mahkumdur” (2015: 77).

“‘Üzülme anne, Allah bizi fakir düşürdüyse, bu bir bakıma benim hakkımda hayırlı olacaktır,’ diyordu Tuğcu çocuğu. Şu cümlelerse Orhan Kemal’in Cevdet’inin. Sokakların Çocuğu’nda, yine annesiyle konuşuyor çocuk:
‘Ne yapalım? Allah alnıma bu kaderi yazmış…’
‘Niye yazmış?’
‘Onu biz bilemeyiz…’
‘Allah nerede yazar anne?’
‘Onu da bilemeyiz.’
‘Yazmasa olmaz mı?’” (Gürbilek, 2015: 78)

Yolu Genişletenler ve 70’lerde Takip Edenler

Bunu izleyen on yıllar bakımından ele alırsak, 50’lerden 80’lere dek, iki darbe aralığının siyasi atmosferi içinde baskılanan; fakat, yeniden ve coşkun bir şekilde filizlenen, 30 ve 40’larda Yolu Açanlar’ın attığı temeller üzerinden yolu genişletip çeşitlendiren bir kitap dünyası görüyoruz. 50’lerden 80’lere dek roman ve öykü türlerinde cumhuriyetin 100 yılına kalıcı izler ve patikalar bırakmış yazarlar ve kitaplarla tanışıyoruz. Bunlardan 50’ler ve 60’larda Yolu Genişletenler olarak ilk elden akla gelen yazar ve kitapları şöyle sıralayabiliriz (kronolojik değil): Bizim Köy (Mahmut Makal),3 İnce Memed (Yaşar Kemal), Hallaç, Tuhaf Bir Kadın (Leyla Erbil), Yanık Saraylar (Sevim Burak), Saatleri Ayarlama Enstitüsü (Ahmet Hamdi Tanpınar),4 Hababam Sınıfı (Rıfat Ilgaz), Bereketli Topraklar Üzerinde (Orhan Kemal), Esir Şehrin İnsanları (Kemal Tahir), Fosforlu Cevriye (Suat Derviş),5 Anayurt Oteli (Yusuf Atılgan), Karalama Defteri (Nurullah Ataç), Küçük Ağa (Tarık Buğra), Zübük (Aziz Nesin), Yılanların Öcü (Fakir Baykurt), Tütün Zamanı (Necati Cumalı), Kurşun Ata Ata Biter (Tarık Dursun K.), Alemdağ’da Var Bir Yılan (Sait Faik Abasıyanık), Sokaktaki Adam (Attila İlhan), Güz Şarkısı (Peride Celal), Tutkulu Perçem, Tante Rosa (Sevgi Soysal) vd.

Bu yazarlardan Orhan Kemal ile Yaşar Kemal’e dair karşılaştırmalı şu tespit önemlidir:

Orhan Kemal de Yaşar Kemal de Güney Anadolu Bölgesi’nde doğmuş ve büyümüş ve romanlarında iyi bildikleri o yörenin insanlarına eğilmiş, sorunlarını dile getirmişlerdir. Orhan Kemal’in karakterlerini daha çok Adana’daki fabrika işçileri, küçük memurlar, ırgatlar arasından seçmesine karşılık Yaşar Kemal köylülerden, aşiret beylerinden, yörüklerden, eşraftan seçer. (…) Orhan Kemal mimetic bir yazardır, yani kendisinin tanık olduğu ya da olabileceği bir yaşamı, okurun da rahatça inanabileceği sıradan kişiler ve günlük olaylarla yansıtır. Yaşar Kemal bu anlamda bir gerçekçilikle yetinmez, yaşadıklarını, gözlemlediklerini başka tür bir gerçekliğe dönüştürür. Abartılarak işlendiği için simgeleşen ve arketipleşen kişiler ve olaylarla, göreceğimiz gibi, kurmaca yönü ağır basan, destan havalı yapıtlar üretir (Moran, 2019: 101).

50’ler ve 60’lar yazar ve kitaplarını 70’lerde takip edenler ise şöyledir: Yürümek, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Şafak Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Barış Adlı Çocuk (Sevgi Soysal), Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar, Bir Bilim Adamının Romanı (Oğuz Atay), Parasız Yatılı, 47’liler (Füruzan), Ölmeye Yatmak, Fikrimin İnce Gülü, Bir Düğün Gecesi, (Adalet Ağaoğlu), Bir Gün Tek Başına (Vedat Türkali), İpek ve Bakır (Tomris Uyar), Issızlığın Ortasında (Mehmet Eroğlu) vd.

Bu kitaplardan Tutunamayanlar, “bir anlamda, Türkiye’nin modernleşme çabalarının yüzüne doğru fırlatılmış bir karnaval kahkahasıdır” (Gürle, 2016: 17). Ölmeye Yatmak ise, ana karakter Aysel’in bir otel odasında “ölmeye yattığı” zaman dilimini anlatır.

Ölmeye Yatmak’ın yer ve zaman koordinatları Aysel’in bir otel odasında geçirdiği bir saat yirmi dakikadan (sabah 7:22’den 8:49’a kadar) oluşur. Ama bu anlatı zamanıdır. Anlatılan zaman ise, Aysel’in kişisel geçmişini de içine alacak bir biçimde, 1938’den 1968’e kadar ulusun geçmişidir. (…) Ağaoğlu’na göre, insanlar da toplumlar gibi tarihin ideolojik akımlarından etkilenir. Ağaoğlu bu görüşünü “tarihi yapan el seni de yaptı” şeklinde özetleyerek, seçtiği zaman dilimlerinde kişisel ve toplumsal krizleri örtüşmüş olarak vermesini gerekçelendirir (Parla, 2000: 305-306).

70’ler ve 80’lerde yazanlar, iki darbe arasında ve akabinde, darbe/ler/nin direk ya da dolaylı izlerini taşıyan anlatılar kurmuşlardır, denebilir. Bu noktada Aziz Nesin’i ve 40’larda yazmaya başlayıp on yıllara yayılan etkisi yüksek, sesi gür politik kara mizah/taşlama kitaplarını anmadan olmaz. Parti Kurmak ve Parti Vurmak’tan Zübük’e, Şimdiki Çocuklar Harika’dan Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’a Nesin, kitapları ve yaşamıyla başlı başına edebi ve siyasi bir figürdür.

Osmanlı’nın son dönemlerinde, doğrudan adlarıyla olamasa bile mahlasla yazmaya başlayan kadınlara (Fatma Aliye, Emine Semiye, Nezihe Muhiddin, Zabel Yesayan vd.) yaslanan, 1960’lar ve 70’lerde ürün vermeye başlayan ve itibar kazanan kadın yazarlar ve onların görünürlük mücadelesi, 80’lerde feminist bilinç yükseltme amaçlı çeviri faaliyetleri ve 90’larda kadın çalışmaları alanında yapılan çalışmalar ile hız kazanmıştır. Kadın yazınına dair geriye dönük kazı çalışmaları da bu dönemde başlamıştır. Bu noktada Saygılıgil’in belirttiği gibi, “‘kadınların insanlık tarihinin küçük ya da büyük olaylarına katıldıklarını bilirken neden ve ne zamandan beri kadınlar tarihin özneleri olarak görünmez oldular?’ sorusunu sormak önemlidir. Kadınlar hep vardı. Kadınların yazdıklarını, çizdiklerini, ürettiklerini, arşivlerini yeniden değerlendirmek, okumak, tarihi yeniden yazmamız için bir başlangıç açmakta” (2017: 7).

Kadınların yazma imkânını genişletme ve edebiyatta görünürlük kazanma mücadelesi, bu başlığa sığmayacak kadar çok yönlü ve büyük. Meraklı okuru, 1990’da kurulan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi’ndeki geniş arşiv ve kütüphane aydınlatacaktır.

Yukarıda anılan yazarlar ve kitaplar üzerine pek çok kapsamlı tarih ve literatür çalışması mevcuttur. Bu bir ansiklopedi girdisi olduğu için anılan her kitap ve yazar üzerine ayrıntılı bilgi vermek mümkün değil. Yine de bu literatürü oluşturan ve bu başlıkta çokça yararlandığım kitaplardan bir kaçına, meraklısını yönlendirmek isterim: Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, II, III (Berna Moran), Don Kişot’tan Bugüne Roman (Jale Parla), Sessizin Payı (Nurdan Gürbilek), Kadınlar Hep Vardı (Feryal Saygılıgil), Tarihin Cinsiyeti (Fatmagül Berktay).

Şiirle

Güzin ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Didem Madak, Ah’lar Ağacı

Cumhuriyetin yüz yıllık şiir kitaplığı da tıpkı roman ve öyküde olduğu gibi yüzlerce şairi ve binlerce şiiri barındırıyor. Bu yüzyıllık zaman dilimine geri dönüp baktığımızda bir şiiriyle, bir dizesiyle olsun toplumsal belleğimizde iz bırakmış şairler arasında Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Behçet Necatigil, Cahit Sıtkı Tarancı, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan, Cemal Süreya, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Arkadaş Zekai Özger, Can Yücel, Metin Altıok, Behçet Aysan, Metin Eloğlu, 90’larda bir kuşağı peşinden sürüklemiş Murathan Mungan, Küçük İskender, bir başka cenahın sevgili şairleri Sezai Karakoç, İsmet Özel ve elbette eşsiz Gülten Akın, Nilgün Marmara, Lale Müldür, Didem Madak, Birhan Keskin, Bejan Matur, Lal Laleş, Asuman Susam ve daha nicesi sayılabilir.

Cumhuriyet dönemi şiiri denince ömrünün azımsanamayacak zamanını mahpushanede ve sürgünde geçirmiş ve sürgünde ölmüş bir Nazım Hikmet’i ve okunsun okunmasın, pek çok evin kitaplığında en azından birini bulabileceğimiz şiir kitaplarını anmadan geçmek olmaz. Bilhassa 1939’da yazmaya başlayıp 1960’a kadar devam ettiği Memleketimden İnsan Manzaraları’nı.

Ve kendi sevgili şairim –herkesin en az bir sevgili şairi vardır– Gülten Akın ve Celâliler Destanı’nı da burada anmak isterim. Tanıtımında bu şiir kitabının, “Koca Osmanlı Mülkü’nün ayakta olduğu bir dönemde, zulmün ve buna karşı kalkışmanın, büyük ve uzun isyanın destanı olsun diye yazıldığı” belirtiliyor. Şair, 16. yüzyılda Osmanlı’daki Celâli ayaklanmalarından 1980 sonrası Türkiye’ye bir köprü kuruyor bu destan-şiirle. Arka kapaktan birkaç dize şöyle:

Sonra dönüp dönüp gelinen
sıla oldu kavga
barış uzaklaştı tarih
kirli çakalların dolaştığı
tekinsiz bir orman

Şiir kitapları apayrı bir ansiklopedi girdisi ve dergiler, fanzinler bu girdinin önemli alt başlıkları olabilirdi. Neticede şiir, kitap formatına da sığmayan bir tür… Meraklısına cumhuriyet dönemi şair ve şiirlerine dair iki antolojiyi hatırlatalım: Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi I, II (Ataol Behramoğlu) ve Yüzyılın Türk Şiiri Antolojisi, I, II, III (Mehmet H. Doğan).

Yakılanlar/Mahpusa/Sürgüne/Ölüme Götürülenler ve 80’ler

doğuyorlar büyüyorlar ölüyorlar
bizler nasıl doğuyorsak
nasıl büyümüyorsak/nasıl ölmüyorsak
kendi toprağımızda
kitaplar da bizim gibi
yakılıp gidiyorlar düşman ellerde
Hasan Hüseyin Korkmazgil, Kitaplar
12 Eylül döneminde Sıkıyönetim Komutanlıkları tarafından yürütülen kitap kıyımı hakkında yazı dizisi, no. 1: Süleyman Ege, “Kitabın Ateşle Dansı”. Kaynak: Cumhuriyet no. 24497 (01.11.1992), s. 13

Yakılmaları, imha edilmeleri, yasaklanmaları, kitapların insanlık tarihine girişi kadar eski. Yazarlarının, çevirmenlerinin, yayıncılarının cezalandırılması da öyle. İktidarda olan dünya görüşüne, ideolojiye ve/ya inanca muhalif seslerin dile döküldüğü mecra olarak kitaplar, tarih boyunca yargılı/yargısız infaza uğramış. Cumhuriyet tarihinde de iktidar(lar)ın ideolojik aygıtları içinde yer alan eğitim ve kültür politikalarının nesneleri olarak kitaplara uygulanan baskı, şiddet, yasaklama, imha etme, sansür, poşetleme (muzır neşriyatın poşete sokulması/çıplaklığın giydirilmesi) türünden yaptırımlar eksik olmamış.

Cumhuriyet tarihinin her döneminde yasaklı/sakıncalı kitaplar var olmuş ve olmaya devam etmekte. Bu kitaplar gerek çeviri gerek telif olarak yazarları, çevirmenleri, editörleri ve yayıncıları ile yargılanmış, yargılanmakta. Kitapların sakıncalı bulunması, yasaklanması, yargılanması, poşete girmesi için 1025 tarihli “Takrir-i Sükûn (Huzurun Sağlanması) Kanunu”ndan bugüne değin çeşitli kanun ve yönetmeliklerde (en bilinenlerinden TCK 301) yer alan “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ve devletin yargı organlarını alenen aşağılamak” gerekçesi başı çekmekte. Müstehcenlik ve muzır neşriyat da yine kitap yasaklamaların önde gelen nedenlerinden olagelmiş. Duygu Asena’nın yayımlandığı tarihte büyük ses getiren kitabı Kadının Adı Yok da müstehcenlik gerekçesiyle yasaklananlardan örneğin. Yaygın olarak müstehcenlik/muzır neşriyat adlarıyla anılsa da bu gerekçe Türk Ceza Kanunu’nun 426 ve 427’nci maddesine dayandırılıyor: “Halkın ar veya hâya duygularının incitilmesi veya cinsi arzuları tahrik ve istismar eder nitelikte genel ahlaka aykırı yayın yapılması.”

11 Aralık 2012’de bir haber Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Marx, Lenin ve Said-i Nursi’nin de aralarında bulunduğu şair ve yazarlara ait 453 kitapla ilgili yasağın, 63 yıl sonra kaldırıldığını, yasağı kaldırılan kitaplar arasında 1961 tarihli Tommiks çizgi romanının da olduğunu söylüyor. Söz konusu haberde tam olarak şöyle deniyor:

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “Üçüncü Yargı Paketi” kapsamında yeniden değerlendirilmesi için gönderdiği “Yasaklı Yayınlar Listesi”yle ilgili incelemeyi tamamladı. Hakkında toplatma kararı verilen 453 kitap ile 645 gazete, dergi, broşür ve pankartın yer aldığı liste, piyasada satılan Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, İsmail Beşikçi, Lenin, Karl Marx, Yaşar Kaplan, Tommiks, Said-i Nursi, Sultan Galiev ve Abdurrahim Karakoç’un da arasında olduğu birçok yazarın kitapları üzerinde yıllar süren yasak kararı Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Suçları Savcılığı tarafından inceledi. İki ay süren inceleme doğrultusunda söz konusu yayınlarla ilgili yasak ve toplatma kararıyla ilgili takipsizlik kararı verildi ve yasağın 5 Ocak 2013’ten itibaren hükümsüz kalmasını kararlaştırdı.

12 Eylül askeri darbesini izleyen yıllarda, etkisi günümüze değin uzanan siyasi hesaplaşma bağlamında, iktidarın el değiştirmesi süreçlerinde hakim olan ya da olmaya çalışan ideolojinin manipülatif ve baskıcı okları eğitim ve kültür aygıtlarına, dolayısıyla da bu üst yapı aygıtlarının aracı kitaplara yönelmiş ve yöneliyor.

Burada Sol Yayınları ile Muzaffer ve İlhan Erdost’u anmadan geçmek olmaz. Muzaffer Erdost tarafından 1965’te kurulan ve alametifarikası her renkten monokrom bastığı Marksist Leninist literatür olan Ankaralı bu yayınevi, 70’ler, 80’ler ve hatta 90’larda tekrar hareketlenen sol öğrenci gençliğin deniz fenerlerinden olmuştur. Engels’in Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni, Lenin’in Ne Yapmalı, Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri eserlerini Sol Yayınları’ndan okuyarak büyüyen en az üç nesil sayabiliriz. Yayınevinin kurucusu Muzaffer Erdost, kardeşi İlhan Erdost‘un yasak yayın basmak ve bulundurmak iddiasıyla 12 Eylül darbesinden sonra gözaltına alınıp Mamak Askeri Cezaevi’nde dövülerek öldürülmesinin ardından, kendi adına kardeşi İlhan’ın adını ekleyerek, “Muzaffer İlhan Erdost” ismini kullanmaya başlamıştır.

Muzaffer Erdost, arka planda sol yayınları ve işkencede öldürülen kardeşi İlhan Erdost’un fotoğrafının önünde Nazım’ı Yazanlar: 1902-2017 projesi için poz verirken, 2017. Kaynak: Behance / Nâzım’ı Yazanlar / Kitap ve Sergi Projesi []

Erdal Öz’ün, 12 Mart hapishanelerinde yaşanan baskı, zulüm ve işkence uygulamalarını konu edindiği ve Turgut Uyar’ın “Herkes ne zaman ölür/ elbet gülünün solduğu akşam” dizelerine atıfla adını Gülünün Solduğu Akşam koyduğu kitap, bizleri “İşkence/Mahpushane/12 Eylül Edebiyatı”na götürüyor. Bu tür kitaplar, anlatı nesnesi ve konusu olarak 12 Eylül’ü, anlatı öznesi olarak ise 12 Eylül’ün kötü muamelelerine maruz kalanları, bunları bizzat deneyimleyenleri ya da gözleyenleri odağına alıyor. Anı ve oto/biyografi türlerinde karşımıza çıkıyor bu kitaplar genellikle. 80’lerde edebiyatın genel bir panoramasına bakan Doğuş Sarpkaya şöyle diyor örneğin: “Özellikle 1980’lerde kaleme alınan ve 12 Eylül-edebiyat başlıklı çok sayıda makalede adı geçen kitapların çoğunun konumunun böyle olduğunu söylemek mümkün. Böyle bir konumlanış, yazarın gerçekliğinin metnin gerçekliğinin önüne geçmesi durumunu yaratıyor.” Ancak elbette insanlık tarihinin her döneminde olduğu gibi edebiyat hep deneyimden daha geniş bir yerde, tanıklığı daha öteye taşıyan bir araç. Bu denli ağır bir baskı döneminin deneyimlerini/tanıklığını içinde ya da hemen sonrasında anlatmak için biraz zaman, biraz mesafe gerekiyor denebilir. Darbe dönemlerinde yazılan romanların kapsamlı bir incelemesini yapan Çimen Günay Erkol, “Askerî darbelerin ardından yazılan kurmaca tanıklıklar incelenecek olursa, edebiyatın darbe travmasını farklı boyutlarıyla ‘konuşulabilir’ kıldığı görülür” diyor. Her iki yazıda da dönem edebiyatından kitaplar derlenmiş. Ben de burada, etki alanları bakımından öne çıkan birkaçını anmak isterim: Uçurtmayı Vurmasınlar (Feride Çiçekoğlu), Gece Dersleri (Latife Tekin), Dar Zamanlar üçlemesinin son kitabı olan Hayır (Adalet Ağaoğlu). Dönemin kapsamlı bir incelemesi için ayrıca A. Ömer Türkeş’in Romana Yazılan Tarih adlı çalışmasına bakılabilir.

Kitapların yakılması, yok edilmesi hakkında gerek sözlü tanıklıklar, gerek yazılı belge ve kitaplar yoluyla, gerekse bizzat deneyimleyerek bilgi ediniyoruz. 12 Eylül ve sonrasına ilişkin kapsamlı tanıklıklardan birinde gazeteci Faruk Eren, şunları ifade ediyor:

Az evvel rakamlardan söz ettik; yakılan kitaplar vardı… Binlerce kitap yakıldı. Hani hepimiz Nazi Almanya’sındaki o ünlü görüntüyü biliriz; kitaplar yakılır Naziler tarafından. Türkiye’de binlerce, hatta on binlerce kitap yakıldı. Tabii trajik olan şeylerden biri şu; kitapları yakanların bir kısmı devrimcilerdi… Evlerine gelecek olan baskından korktukları için yaktılar, ama esas kitap yakmaktan söz ettiğim bu değil; devletin kendisi yaktı. Bilim ve Sosyalizm Yayınları’nın bütün kitaplarını imha etti, SEKA’ya gönderdi. İşte “sakıncalı kitaplar” diye bir kitap silsilesi çıktı.

2015 yılında Kırşehir’de Gül Kitabevi’nin yakılması ise hafızalarda hâlâ çok yeni. Kitap maddesini yazarken yaşanan çok yeni bir vaka, iktidarların kendi politikalarına muhalif olan düşüncelerin ifade aracı olarak kitaplara reva gördüğünün son bir örneği. Haber, 21 Haziran 2023 tarihli. @YogurtcuKadin’da “Yoğurtçu Kadın Forumu olarak 21 Haziran Çarşamba günü, Trans Çalışmaları: Cinsiyet ve Bilim kitabı üzerine yapacağımız forum, forumun yapılacağı binanın önünde ve sokakta bulunan onlarca polisin ablukası nedeniyle yapılamadı” deniliyor. Kitapların okunmasının, hatta üzerine konuşulmasının yasaklanması, hâlâ sürmekte ne yazık ki.

Gül Kitabevi’nin yakılışı esnasında çekilen videodan alınan görüntü, 2015. Kaynak: Fırat Kozok, “Polis ‘Kâğıt Üzerinde’
Çalışmış” Cumhuriyet no. 32974 (17.01.2016), s. 7 / © Cihan Haber Ajansı
Turan Dursun ve Din Bu

Din Bu, Kulleteyn, Kur’an Ansiklopedisi, Kutsal Kitapların Kaynakları gibi kitapların yazarı Turan Dursun, 4 Eylül 1990’da evinin önünde faili meçhul bir cinayete kurban gitti. “Cinayetten sonra, Turan Dursun’un evindeki kütüphanesinden birçok şeyin kaybolduğu ortaya çıktı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü, polislerin Turan Dursun’un evinde arama yaptığını doğruladı, ancak arama tutanağında kitaplıktan alınanlar yazılı olarak yer almadı. (… ) ‘Bende inanç devrimi neden oldu? Ya da neden inançsızlık oluştu? Onu belirteyim: Doğru bilime yönelmiştim. Çok büyük kütüphanelere gittim. O zaman ben İslam’ın kökenini gördüm, okudum. Söylencelerden de okudum. Bir gün “Sümer Efsanesi” ile karşılaştım. Sümerler’de bir Tufan efsanesi. Baktım, Tevrat’ta var, Kur’an’da var. Bu bir efsane, nasıl olur da Tevrat’ta, Kur’an’da olabilir? Milattan önce 3000 yılında kaleme alındığı sanılıyor. İslam’dan, hatta Kur’an’dan çok önce. Peki, bunlarda olan, Kutsal kitaplarda ne arıyor? Sonra, Hammurabi Yasaları’nın kimi maddeleri Tevrat’a aynen geçmiş, ondan sonra Kur’an’a da yansımış, yani sarsılmalar benim öyle başladı.’”

90’lar ve Sonrası

90’lar, baskı, işkence, yasaklar ve ihlallerin damga vurduğu bir on yılın ardından, Özal ile birlikte dünyadaki neoliberal dönüşüm süreçlerinden nasibini alan yıllar oldu. Her şey hızla çeşitlenir ve birer tüketim nesnesi haline gelirken kitap/lar da bundan nasibini aldı. Baskılar özellikle sol/sosyalist ve Kürtçe yayınlar ile yayınevleri üzerinde yoğunlaşırken apolitik kümeleşme yayıncılığa da damgasını vurdu. Kişisel gelişim kitapları, popüler bilim, tarih ve kültür kitapları, astroloji, çok satan aşk ve polisiye romanları, pembe/beyaz dizi kitaplar ve “yaratıcı yazarlık” ürünlerinin bol reklam/medya kampanyalarıyla desteklenerek yayıncılık dünyamıza girişi bu yıllara denk düşüyor. Orhan Pamuk, Elif Şafak, Ahmet Ümit, Ayşe Kulin gibi yazarlar, “kitap okuma eylemini ihtiyaçlar listesinin 235. sırasına yerleştirmiş” bir ülkede, medya desteğini de arkalarına alarak, ortalama ilk baskı adedi binler, iki binlerde olan Türkiye’de on binler satan kitaplara imza attılar. Kitap kapağının bir pazarlama aracı olarak kullanılmasına örnek olarak Elif Şafak’ın Aşk romanı ilk akla gelenlerden. Kitabın üzerinde bir kalp figürünün olduğu tamamen pembe kapaklı versiyonuna, pembe rengin kadınsı bir renk olarak algılanmasından ötürü kimi erkek okurların ellerinde bu kitapla görünmek istememesi üzerine yayıncı, alternatif olarak kül rengi kapaklı bir versiyon ekledi ve pembe kapaklı kitabı okumak istemeyenler için Haziran 2009’da bu kapakla 20 bin özel baskı yaptı.

Bu yıllarda Türkçe edebiyatın ilk dönemlerinden bazı kitapların da tekrar keşfedildiğini ve popülerleştiğini görüyoruz. Sabahattin Ali’nin 1943’te yazdığı Kürk Mantolu Madonna’nın 90’larda yeniden keşfi ve popülerliği buna bir örnek.

Uykusuz mizah dergisinden: Kürk Mantolu Madonna’nın son on yılda popülerleşmesi üzerine, Kaynak: Twitter / Uykusuz Dergisi, @UykusuzDergi (17.11.2016) []

90’lardan günümüze kitap ve yayıncılık çizgisini karakterize eden gelişmeler, elbette ülkenin siyasi ve toplumsal dönemeçlerinden azade değil. 2000’lerin başından günümüze değin, artarak süren muhalif ve demokratik toplumsal güçlere baskının ve iki kutupluluğun hakim olduğu bir politik ve toplumsal ortamda, muhafazakâr ya da mütedeyyin olarak adlandırılabilecek bir yayıncılık/kitap yazma/basma faaliyeti de devlet eliyle desteklendi. Muhafazakâr yayınevleri basım/dağıtım alanlarında güçlendiler ve sayıca arttılar. İdeolojinin manipülasyonunu, çeviri kitaplarda seçilen sözcük öbeklerinde artan sayıda ve sıklıkta görür olduk. Damla Yayınevi tarafından basılmış 100 Temel Eser listesine giren 50 kitaplık setteki örnekler gibi:

Oscar Wilde’ın Mutlu Prens isimli kitabında Miller ve Hans “Hayırlı sabahlar” diye selamlaşıyor. Kitabın sonunda ise, Kaz, “Yüce Allahım diye bağırdı sonra da suya doğru koşmaya başladı” cümlesi yer alıyor. Pinokyo kitabı da yer yer değiştirilmiş. 23. sayfada Pinokyo “Allah rızası” için ekmek istiyor, 39. sayfada ise Ateş Yiyen’e “Allah sizden razı olsun” diyor. Andersen Masalları-I’de “Bülbül” masalı, “Bir varmış bir yokmuş. Dünyada Allah’ın kulları pek çokmuş” şeklinde başlıyor. Polyanna’nın 15. sayfasında Polly Teyze, Polyanna’ya şöyle bir cevap veriyor: “Benimle böyle konuşman hayret verici. Soruna gelince, Allah’ın bana bahşettiklerinin değerini bilirim.”

Görünen o ki çocuk kitapları, ideolojilerin savaş alanı olmaya bu iki kutuplu toplumsal ve kültürel dünyada da devam ediyor.

Çocuk kitapları denince Cin Ali’den Milliyet Çocuk Kitaplığı’na ve Altın Çocuk Klasikleri’ne, Gülten Dayıoğlu’ndan İpek Ongun’a, Sevim Ak’a, Rıfat Ilgaz’dan, Aziz Nesin’e, J.K. Rowlings’in Harry Potter’ından Muzaffer İzgü’nün Hayri Potur’una uzanan devasa bir dünya var önümüzde. Cin Ali serisi hangimizin hafızasına çakılmamıştır? 70’lerde çocuk olanlar adına konuşacak olursam, hangimiz Altın Çocuk Kitapları’nın kitapçı ve kırtasiye raflarına dizili o renkli ve capcanlı kapaklarına bakakalmamışızdır? Milliyet Çocuk Kitapları’nın mavi ciltli küçük kitaplarıyla maceradan maceraya koşmamışızdır? Bunlar ikonik figürler olarak belleğimizdeki yerini alırken; 90’lardan günümüze değin çocuk kitapları, hem sayıca oldukça arttı hem de çok çeşitlendi. Bu üretim ve tüketim hızına yetişmek ve listelemek artık çok zor. Üretimin çokluğu elbette olumlu; çünkü niceliğin artması nitelik açısından olasılıkları ve imkânları arttırıyor, sınırları genişletiyor.

90’lar, toplumsal, kültürel ve gündelik yaşamı apolitize eden baskıların kurumsallaştığı yıllar ve etkisini, iki kutuplu bir siyasi ve kültürel atmosfere yayarak 2000’lerden günümüze dek sürdürüyor. Ancak muhalif sesler de elbette susmuyor ve üretmeye devam ediyor. 80’lerde kendilerine “Feminist Bilinç Yükseltme Grubu” adını veren bir grup akademisyen, yazar ve çevirmen kadının YAZKO dergisi çevresinde giriştikleri, feminist literatürü çevirme eylemlerinin ardından 90’larda ve sonrasında hız kazanan bu tür faaliyetlerin, günümüzde kallavi bir “kadın/toplumsal cinsiyet literatürü” oluşturduğunu görüyoruz. Bu literatürdeki kitapların ve yazarların adlarını tek tek anmak mümkün değil; ancak, birkaç kapsamlı kitabı burada anmak yönlendirici olacaktır: Feminizmi Düşünmek (Şirin Tekeli), 90’larda Türkiye’de Feminizm (Aksu Bora & Asena Günal), Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Seçme Metinler, Feminizm Kitabı (Hülya Osmanağaoğlu), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 10, Feminizm (Feryal Saygılıgil & Nacide Berber), Feminist Güzergâh (Collin-Kaufer, Çev. Gülnur Acar Savran), Feminizm ve Queer Kuram (Alev Özkazanç).

KAYNAKÇA

Akın, G. (2014). Celâliler Destanı. İstanbul: YKY.

Albachten, Ö.B. (2006, Haziran 1). Avrupamerkezcilikten Uzak Çeviri. Çeviribilim.

Arif, A. (2008). Hasretinden Prangalar Eskittim. İstanbul: Metis

Ayverdi, İ. (2020). Misalli Büyük Türkçe Sözlük. İstanbul: Kubbealtı.

Behramoğlu, A. (2012). Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi, I, II. İstanbul: Sosyal.

Berktay, F. (2003). Tarihin Cinsiyeti. İstanbul: Metis

Bora, A. & Günal. A. (2021). 90’larda Türkiye’de Feminizm. İstanbul: İletişim.

Borges, J. L. (2000). Ficciones. T. Uyar & F. Özgüven (Çev.). İstanbul: İletişim.

Collin, F. & Kaufer, I. (2016). Feminist Güzergâh. G. Acar Savran (Çev.). Ankara: Dipnot.

Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 13(27): 123-136. https://dergipark.org.tr/tr/pub/cttad/issue/25624/270457

Doğan, M.H. (2000). Yüzyılın Türk Şiiri Antolojisi, I, II, III. İstanbul: YKY.

Gürbilek, N. (2015). Sessizin Payı. İstanbul: Metis

Gürkan, H. (2013). Atatürk’ün Söylev’i (Nutuk) Üzerine Bir Bibliyografya Denemesi.

Gürle, M. (2016). Ölülerle Konuşmak. Ü. Küçükislamoğlu (Çev.). İstanbul: İletişim.

Hikmet, N. (2008). Bütün Şiirleri. İstanbul: YKY.

https://ceviribilim.com/2006/06/01/avrupamerkezcilikten-uzak-ceviri/

İşçi, G. S. (2015). Yıldızları Seyreden Kadın. F. Berktay (Der.) içinde. Yıldızları Özgürce Seyretme Hakkını Savunan Bir Roman: Fosforlu Cevriye. 45-50. İstanbul: İthaki.

Karasu, B. (1994). Ne Kitapsız Ne Kedisiz. İstanbul: Metis.

Korkmazgil, H.H. (2015). Kandan Kına Yakılmaz. Ankara: Bilgi.

Kurultay, T. (1999). Cumhuriyet Türkiyesi’nde Çevirinin Ağır Yükü ve Türk Hümanizması. Studien zur deutschen Sprache und Literatur, 0 (11), 13-36. https://dergipark.org.tr/tr/pub/iuaded/issue/1043/11784

Madak, D. (2015). Ah’lar Ağacı. İstanbul: Metis.

Moran, B. (2021). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1: Ahmet Mithat’tan A.H. Tanpınar’a. İstanbul: İletişim.

Moran, B. (2019). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2: Sabahattin Ali’den Yusuf Atılgan’a. İstanbul: İletişim.

Moran, B. (2021). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3: Sevgi Soysal’dan Bilge Karasu’ya. İstanbul: İletişim.

Nişanyan, S. (2009). Sözlerin Soyağacı, Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü. İstanbul: Everest.

Osmanağaoğlu, H. (2015). Feminizm Kitabı: Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Seçme Metinler. Ankara: Dipnot.

Özkazanç, A. (2021). Feminizm ve Queer Kuram. Ankara: Dipnot.

Paker, S. (2009). Routledge Encyclopedia of Translation Studies. M. Baker & G. Saldanha (Der.) içinde. Turkish Tradition. 550-558. Abingdon: Routledge.

Parla, J. (2000). Don Kişot’tan Bugüne Roman. İstanbul: İletişim.

Saygılıgil, F. & Berber, N. (2020). Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 10: Feminizm. İstanbul: İletişim.

Saygılıgil, F. (2017). Kadınlar Hep Vardı: Türkiye Solundan Kadın Portreleri. Ankara: Dipnot.

Tekeli, Ş. (2017). Feminizmi Düşünmek. İstanbul: Bilgi Üniversitesi.

Türkeş, A. Ö. (2002). Romana Yazılan Tarih. Toplum ve Bilim, 91, 166-212. İstanbul: İletişim.

Kapak görseli: Photo by Brandi Redd on Unsplash

DİPNOTLAR
  1. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından, ilkin Tercüme Encümeni adıyla 1939’da, hemen akabinde 1940’ta Tercüme Bürosu adıyla faaliyete başlatılmıştır ve 1. Neşriyat Kongresi’nde özellikle üzerinde durulmuştur.
  2. “Millî Mücadele sırasında Orta Anadolu’da bir köy. Tanzimat aydınının sosyo-psikolojik özelliklerinin uzantılarını taşıyan Ahmet Celal. Kendini kurtarıcı olarak gören, halkı eğitmeyi (ya da adam etmeyi) görev edinmiş, kafasında yarattığı gerçekle yaşanan gerçeğin çatışması sonucu ‘yaban’laşan tipik aydın” (Yaban, 2019 baskısının tanıtım yazısından, İletişim Yay.).
  3. “Bizim Köy 1950’de yayımlandığında toplumun geniş kesimlerinde tam anlamıyla bir depreme yol açtı. Yazarın, 17 yaşında gencecik bir öğretmen iken kaleme almaya başladığı ‘köy notları’ kitap haline getirilip de basıldığında önce iktidarın öfkesini üzerine çekti. (…) Her yer kar altındayken, köylere ulaşım sağlanamazken köyünde öğrencilerini ‘hayata hazırlamaya’ çalışan genç öğretmenin haberi olmadı kitabının kopardığı gürültüden. Karlar erimeye başlayıp, yollar açılınca ilk ziyaretçileri jandarmalar oldu Makal’ın. Tutuklandı. Bizim Köy ise tam tersine çeşitli dillere çevrilip ülke sınırlarını aşmaya başladı” (Bizim Köy, Literatür Yay. tanıtım yazısından).
  4. “Bizim için asıl olan miras, ne mazidedir ne de Garp’tadır. … Birbirini anlamayan iki alemin ortasında, bir düğüm noktasında yaşamış olmanın bize yüklediği zahmetler, o zaman gerçek ve ön safta hayatın nimetleriyle ödenecektir” (Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s. 35’ten alıntılayan Boran, 322).
  5. Suat Derviş, ölümünden kısa bir süre önce 1970’lerin başında Demokratik Devrim Derneği’nin düzenlediği bir toplantıda, kendisini, “Türkiye Komünist Partisi Genel Partisi Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi” olarak tanıtmalarına karşı hiç duraksamadan ayağa kalkıp “Hayır, ben yazar Suat Derviş” diyebilen ve “muharrir” kimliğini her şeyin önüne koyan gerçek bir bireydir” (Berktay, 2015: 45).

İLGİLİ NESNELER